Şoven şişinmeler, ırkçı böbürlenmeleri hep küçümseme ve kahkahayla karşılayacağız ama, kendi öz şaşkınlığımızın batağından bir türlü kurtulamıyoruz ki...
Kendi tarihinin karanlık sayfalarını, başkalarından benzerleriyle aklamaya çalışma şaşkınlığı içinde olanların Fransa'ya Cezayir soykırımını anımsatmaya kalkmalarındaki saçmalığa cevap, Paris'ten değil, bizzat Cezayir'den geldi.
Üstelik Fransa'ya Ermeni olayları konusunda birkaç söz söyleyebilmek için Cezayir'e kadar gitmeye gerek yoktu. Geçen yüzyılın başında Anadolu'da Ermeniler ile Türkler arasında meydana gelen olaylardaki affedilmez Fransız rolünü anımsayıp, Legion d'Orient olayını anımsatmak yeterdi.
Cezayir'e kadar uzanmak ise gereksiz olduğu kadar tehlikeliydi de...
Çünkü, zamanında Cezayir'deki katliama, karşı çıkmak fırsatı varken, seyirci kalmış, Cezayir halkının geniş ölçüde Mustafa Kemal'den esinlenmiş bağımsızlık hareketinde, kendi kaderini tayin hakkı 1958'de BM oylamasına geldiğinde, Paris'i gücendirmemek adına müstenkif kalmış olanların konuyu ağızlarına almaya hiç haklan olamazdı.
***
1958 yılında Cezayir'in kendi kaderini tayin hakkına yabancı kalan oy kadar büyük bir aymazlıktı, 2011 'de bu olayın unutulmuş olması da.
Siz unutsanız bile, zaten birilerinin onu size anımsatması da mukadderdi.
Nitekim de öyle oldu, önce, "Fransa ile Ermeni sorununuzda bizi kullanmayın!" uyarısından sonra, AFP'nin bildirdiğine göre, Cezayir Başbakanı geçen cumartesi yaptığı basın toplantısında olayı anımsatıverdi.
Mustafa Kemal'in ülkesinin Cumhuriyet'in kurucu İlkelerinden uzaklaşarak, "Mağribe" Fransız kalmasının o ülkede yarattığı silinmez izleri, Semih Günver'in anılarında bulmak
mümkündür.
Aynı şekilde aynı yıllarda, Mustafa Kemal'i örnek alacağını söyleyen Nâsır'ın Mısır'ına karşı, Ankara'nın tavrının içeriğini ve vahim sonuçlarını anlamak için Mahmut Dikerdem ile İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarına bakmak yeter.
Kendi Kurtuluş Savaşı döneminde "mazlum uluslar" realitesi ile tanışmış olan Türkiye hem 2. Savaş sonrası "mazlum uluslar"m topluluğu olan "Bloksuzlarda hem de Maşrık'tan (Doğu'dan) Mağrib'e (Batı'ya) Mustafa Kemal'in yolunu tutan Arap ülkelerine yabancılaşıyordu.
***
Ankara bu tavrının bedelini uluslararası platformdaki yalnızlığıyla ağır ödedi.
İç politikada Adnan Menderes'in DP'sinin çizgisini sürdüren Süleyman Demire! dış politikada 1950-60 damgalı aymazlık diplomasisinden uzaklaşmaya büyük ölçüde özen gösterdi. Ecevit'in doğal çizgisi de buydu tabii.
Peki bugün geldiğimiz yer neresi? Fransa'nın Mağrip cinayetlerini dilinden düşürmeyen Tayyip Erdoğan, bölgeye yeni bir bakış açısıyla yaklaşmayı deneyip, bunu becerebilmiş midir?
Erdoğan'ın böyle bir bakış düzeltmesini becerememiş olduğu, Türkiye'nin Fransa'nın şampiyonluğunu yaptığı Libya'yı istikrarsızlaştırma politikasında havada ve denizde başrollerden birine soyunmasıyla sabit olmuştur.
Oysa başlangıçta, Erdoğan'ın "NATO'nun Libya'da ne işi var?" sözleriyle yeni bir yaklaşım denediğini sananlar oldu. Ama bu sözle, hemen ardından 180 derece çark ederek, başrollerden birine soyunma arasında o kadar az süre geçti ki, kimse ilk çıkışın akim kalmış bir deneme mi, büyük şaşkınlığın bir tezahürü mü, yoksa ikisi de birden mi olduğunu bir türlü tam olarak kavrayamadı.
Kısacası Erich Maria Remarque ın ünlü yapıtı "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"taki gibi, Türkiye için de Mağrip (Batı) cephesinde yeni bir şey yok.
Bu durumda da, Fransa ile Cezayir üzerinden hesaplaşmak çok ayıp oluyor, çok
Ali Sirmen/Cumhuriyet
Yorum Gönder