HACI OLMAK
İktidarın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çocuk yaştaki gençleri karne tatilinde Hicaz’a götürme gayretini duyunca, aklımıza Hac’la, laiklikle, dinsel sömürü, dinsel devlet yapılanması gibi nice olay ve düşünceler geldi. Bu yazımızda aşağıda bunu irdelemeye çalışacağız.
Bizim köyde, küçüklüğümde anımsıyorum, en büyük itibar, “Hacca gitmekti. Analar birine dua ederken, “İnşallah hacılara gidesin” derlerdi.
Hacca gidenleri çok büyük merasimlerle uğurlarlar, bol yemekli bol kalabalıklı hacı yemekleri verilirdi? Öyle adamlar biliyorum ki, çocuklarının rızkının geldiği tarlasını satıp, borç para alıp Hicaza gidenler vardı. Bazıları Allah için ibadetten ziyade, “Hacı” unvanını, dünya itibarını almak için Hizaca gidip gelenler vardı. Adı Ali ise, “Hacı Ali”, Veli ise “Hacı Veli” diye isminin önüne bir “Hacı” unvanı takılır, o hacı artık köyün en itibarlı insanı olurdu. Nice insan bilirim, durmadan para biriktirir, çoluk çocuğuna yatırım yapacağı, çocuklarına gelecek tahsil yaptıracağı yerde, Hicaz’a gidip “Hacı” olmak için çabalar dururdu.
Bir araştırma için Gaziantep’te bulunuyordum; mahalleleri, sokakları dolaşırken bazı evlerin giriş kapılarının üstünde saç levhaya işlenmiş Kâbe resimleri ile süslü, ayetler yazılmış tablolar gördüm. Bunlar nedir diye ev sahiplerine sorduğum zaman, “bu tabloların asıldığı evlerden Hicaz’a gidenleri olduğunu gösterir” şeklinde yanıtlar aldım. Kendi kendime, demek ki Hac olayı namaz, oruç gibi gizli yapılması gereken, Allah ile kul arasında o kişiye özgü manevi bir olaydan ziyade herkese duyurulan gösteriş yapıyorlar, diye düşünmeye başladım.
Oysa öbür yandan, halkımız “ibadette gizli, kabahat de gizli” diye takiyevari bir özdeyiş de söylerlerdi. Hacca gitmek; namaz kılmak, oruç tutmak gibi kişiye özgü ibadetlerden biri olduğuna göre, fakir fukaraya karşı nispet yaparcasına “hacı” reklamı ve töreni yapmak insana biraz tuhaf geliyor, yoksula karşı bir gösteriş gibime geliyor.
Bazı televizyonlarda yayınlanan evlilik programlarında duyuyoruz, kendini Hac’ca götürecek koca arayanlara bile rastlıyoruz.
Hac dönüşü hacıları bayraklarla süslü arabalarla karşılar, hacıların yolculuk anılarını dinlerdik. Hacıların anlattığına göre, Hicaz’da hacılar kurban alır, kurbanın bir tarafından bir parça et alırlar, pişirip yerler, gerisini dereye atarlarmış; Suudi Arabistan devletinin dozerleri gelip binlerce kurban parçasını derelere küreler, üstünü de toprakla kapatırlarmış, kokmasın diye. Küçüklüğümde 1950-1960 lı yıllarda bunları hacıların ağzından dinlerdim. Acaba o memlekette, fakir fukara yok mu diye şaşar kalırdım. Oysa komşu Sudan, Somali gibi ülkeler açlıktan ölüyorlardı.
HALİFE PADİŞAHLAR NEDEN HİCAZA HİÇ GİTMEDİ?
Büyüdükçe, okullara gittikçe bir şey öğrendim; evvelkileri bilmem amma Osmanlı Padişahlarının hiç biri Hicaz’a gitmemiş. Öncekiler dâhil, Halife Yavuz Sultan Selim’den son Halife-Padişaha kadar hiçbir Osmanlı Padişahı İslam’ın beş şartından biri olan “Hac” görevini yapmamış. Bu niçin böyle diye kendi kendime sorardım. Sadece padişahların içinde Genç Osman Hicaz’a gitmeye niyetlenmiş, gıcıklanan Yeniçeriler, “amanın bu adamın meramı Hicaz’a gitmek değil, Mısır’da asker toplayacak Yeniçerileri halledecek” dedikodusuna kapılıp Genç Osman’ı tarihin yazdığı gibi vahşice halletmişler.
Neyse böyle işleri “ulemaya”, tarihe bırakıp, konuyu dağıtmadan biz kendi konumuza dönelim. Sadece konuya şöylece bir giriş yapalım dedik.
Bir ülkede dincilik yarışı başladı mı, ucu bucağı bulunmaz ve de dincilik yarışı yapan ülkede demokrasi gelişmez, o ülke çağdaşlaşamaz, kısaca iflah olmaz; öylesi ülke Talibanlaşır, Hizbullahlaşır çağın gerisinde kalır. Bakın Taliban Afgan halkını ne hale getirdi.
HACCA GİDEN ÇOCUKLAR
Devletin her dalında dinciliği ön plana çıkararak, “din, iman, türban” diyerek iktidara gelen AKP-RTE iktidarı, artık çocukları karne tatilinde kafileler halinde Hicaz’a-Hacca götüreceğini gazetelerden okuyunca şaşırdık doğrusu.
Öğretmenlerimiz bizleri eskiden, fırsat buldukça yurdumuzu tanımak amacı ile tarihi, turistik yerlere, müzelere götürürlerdi. Hele bir gezimizde MTA nın “Tabiat Tarihi Müzesini” gezmiş, hayran kalmıştık. O dinozorları görünce kendimizi ilk çağlara gitmiş sanmıştık. Duyuşumuza göre, AKP-RTE iktidara gelir gelmez o müzeyi, “tamir ediyoruz” diyerekten, tam sekiz yıl kapalı tutmuşlar. Birileri de, “yok yok, o müzedeki -canlıların evrimini çocuklar görmesin, yoksa Evrim Teorisine inanırlar-” diye kapalı tutmuşlar o müzeyi” diyordu. Eğer bu sav doğru ise, bu olay bilime karşı durmaktan başka bir şey değildir. Evrim Teorisi bütün çağdaş ülkelerin okullarında okutulurken, Türkiye’de dinsel baskılarla ötelenmesi, kaldırılması bu çağda bilim dışı bir olaydır.
ÇOCUK HAÇLI SEFERLERİ
Çocukların umre haccına götürülmesi haberi bizi, Haçlıların çocuk haccı olayına götürdü.
Tarihte Haçlı seferlerine bir bakarsak, Hıristiyan kökenli dinsel devletlerin Kudüs haccına doğru Hıristiyan halkları kışkırtıp nasıl felaketlere sürüklediklerini, yüz binlerce insanın din adına yollarda katledilmesine neden olduğunu tarihin hazin sayfalarından okuyoruz.
Haçlı seferleri bir kitle psikozu olarak vasıflandırmak, hiç de yanlış olmasa gerek. Tarihimizin iki asır süren, en azından bir milyon kişinin ölümüne neden olan bu devresine marazi bir tezahür denmekten çekinilse bile, 1212 de Güney Fransa’da çocukların teşkil ettiği Haçlı Ordusu delilik değil de nedir? O tarihte bir çoban çocuğu olan “Etienmes’in idaresi altında otuz bin çocuk Kudüs’e gitmek üzere yola çıktılar. Marsilya’da bindikleri yedi gemiden ikisi battı, beşi Mısır’a vardı. Çocuklar Mısır’da köle olarak satıldılar. Siyasal iktidar böylesine fanatik çocuk hacılar mı yetiştirmek istiyor? [i]
TÜRK TOPLUMUNDA DİNSEL EVRİMLEŞME
İktidarları süresince türban, içki yasağı, Evrim Teorisine karşı durma, dini kadrolaşma, İran ve Araplara (Filistin, Hizbullah) ilgisi gibi dinsel kökenli politikalarına baktığımız zaman, AKP-RTE iktidarının çağdaş dünyaya pek de uyumlu politika gütmediği görülmekte.
Çağdaş Batı’da Evrim Teorisi bilimsel bir kural olduğu ve Batı okullarında okutulduğu halde, AKP-RTE iktidarının devlet organlarını da kullanarak (TÜBİTAK takı dergi-Darvin olayı, MTA Tabiat Tarihi Müzesini Evrimi çağrıştırıyor diye kapalı tutması vb) tıpkı Osmanlı gibi çağdaş bilime karşı durduğu görülüyor. Bilindiği gibi, Ankara Eskişehir yolunda MTA kampusu (yerleşkesi) içinde bulunan Tabiat Tarihi Müzesi vardı. Bu müzede, yeryüzünde evrimi kanıtlayan pek çok değerli kalıntılar, fosiller saklanıyordu ve her yıl binlerce öğrenci, ziyaretçi, vatandaş hayranlıkla izliyordu. AKP-RTE iktidarı, iktidara geldiği 2002 den 2011 yılına kadar tamir, tadilat bahanesi ile sekiz yıl kapalı tutmuştur. Bilime karşı durup, toplumu koyu dindar yetiştirmek kalkınmayı, aydınlanmayı sağlamaz. Bu bağlamda İslam ülkelerine, bir de Batı ülkelerine bir bakın, arada müthiş bir fark var. İslam ülkelerinden her yıl binlerce insan neden Batı ülkelerine canları, kanları pahasına gidiyorlar, yollarda bunun için can veriyorlar. Özgürlük ve refaha koşuyorlar, canları kanları pahasına.
Diyanet’in El Atmadığı Alan Kalmadı
·
·
“Umre, mele ve aile imamlığı Tatilde öğrenciler için umre turu düzenleyerek bir kez daha dikkatleri üzerinde toplayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son yıllarda el atmadığı konu kalmadı gibi. Bundan önce mele kadrosu açacağını bildiren kurumun bir başka projesi ise aile imamlığıydı.
Öğretmenin yerine imam Pilot bölgelerde imamlar, ev, kahvehane, esnaf, fabrika ziyaretleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Kadına yönelik şiddetin durdurulması konusunda da rol verilen Diyanet, protokol sıralaması 41 basamak yükseltilerek ödüllendirilecek”. [ii]
Çocuklarımızı özgür düşünce ile özgür insan olarak yetiştirmeliyiz. Özgür düşüncenin olmadığı yerde, din baskısı ile yetişmiş insan sadece biat eder, özgürce düşünemez, özgür soru soramaz, özgürce araştırma yapmaz, neden, nasıllar üzerinde kafa yoramaz; dini duygularla, dini baskı ile yetiştirilen çocuk asla yaratıcı olamaz. Daha bulluğa ermemiş, kendi özgür iradesine hükmedememiş çocukları doğmalarla şartlandırmak topluma, gelecek nesillere zarar verir. Yüz yıldır bilim alanında neden Nobel alan bir bilim adamımız yok? Çünkü yaratıcı kafaları, “yaratıcılık Allah’a mahsus” bağnazlığı ile köreltiyoruz, çorak toprak haline getiriyoruz yaratıcılık yanımızı.
İLKÖĞRETİM OKULLARINDA ARAPÇA MI?
Devlet organlarındaki dinsel yapılanma yapılırken, Şimdi de ilköğretimlere Arapça dersi konuyor. İlköğretimlerde Türkçe ders saati azaltılmıştır; yabancı dil dersi 4-5. sınıflara haftada 3’er, 6-7-8. sınıflara 4’er saat; TC inkılâp tarihi ve Atatürkçülük dersi yalnız 8. sınıflara haftada 2 saat; vatandaşlık ve demokrasi eğitimi yine 8. sınıflara haftada 1 saat; din kültürü ve ahlak bilgisi 4. sınıftan 8. sınıfa haftada 2’şer saat okutulmaktadır. Ancak “Arapça Dersi Öğretim Programı, 4 ve 5. sınıflar için haftada 3 ders saati, 6, 7 ve 8. sınıflar için 4 saat üzerinden toplam 648 ders saati olarak yapılandırılmıştır.”
Arapların hangi bilimi, buluşu, kültürü için ilköğretim okullarına Arapça dersi konuluyor. Bu dinsel devlet yapılanmasından başka bir şey değildir.
TÜBA YA HÜKÜMET MÜDAHELESİ BİLİME MÜDAHELEDİR
651 sayılı kanun hükmünde kararnamenin TÜBA’yı ilgilendiren bölümüne baktığımızda, akademinin özerkliğinin elinden alındığını görüyoruz. Bu kararnameye göre, TÜBA asli ve asosiye üyelerinin üçte biri Bakanlar Kurulu, üçte biri YÖK ve ancak geriye kalan üçte biri asli üyeler tarafından seçildi. Aynı zamanda, bu kararname asli ve asosiye üyelerin sayısını da her birinden yüz elli olmak üzere üç yüze çıkarıyor. Bilim insanları için ulaşılabilecek en onurlu konumlardan birisi olan ulusal akademi üyeliği böylece siyasi güce ve üniversiteler üzerinde baskıcı tavrını gittikçe artıran YÖK’e bağımlı hale getirilmiş oluyor. Avrupa’daki ulusal bilim akademilerinin hiçbirinde olmayan bu uygulama iktidar partisinin bütün alanları kontrol ve nüfuz altında tutma amacından başka bir şey olamaz.
TÜBA, gerek üyelerini seçerken gerek ödül ve burs sahiplerini belirlerken bilimsel liyakat esasına azami önem ve özen gösteren bir akademidir. Dünyanın da bütün bilim akademileri, üyelerini seçerken, ödül ve burs sahiplerini belirlerken aynı bilimsel liyakat esasına göre çalışan “özerk” kurumlardır.
İktidarın özerk bir bilim kuruluna bilim adamı ataması Osmanlı’nın “Beşik Uleması” seçmesine benziyor. Bilim ve bilim adamı özerktir, özgürdür, hiçbir siyasal partinin yandaş bilim adamı olamaz, doğmalara esir olan kimse de gerçek bir bilim adamı olamaz. Demek ki siyasal iktidar, İran’daki gibi molla imam tipli bilim adamı yaratma çabasında.
AŞIRI DİNCİ DEVLETTE DEMOKRASİ ASLA GELİŞEMEZ
Yüzyıllardır, evrensel bilime karşı duran İslam ülkeleri ile Çağdaş Batı’yı kıyasladığımız zaman karşımıza korkunç bir uçurum çıkmakta. Bilime karşı duranları, çağdaş dünyadan geri kaldığını yaşayarak görmekteyiz. Ta Osmanlıdan beri nedense bilime, kültüre karşı ilgisiz kalıyoruz. Bir matbaayı bile ülkemize 270 yıl rotarla getirebildik; halen bu açıyı kapatamıyoruz. Bilime ilgisizliğimiz yüzünden İbni Sina’dan bu yana dünyanın tanıdığı bir bilim adamı çıkaramadık. Bilim alanında Nobel almış tek bir bilim adamımız yok. Sadece İsrail’in son yüz yılda Nobel alan bilim adamı sayısı yüzün üstünde.
OSMANLI DİN ADINA BİLİME İLGİSİZDİ.
Osmanlı’nın ne denli bilimsel buluş ve görüşlere ilgisiz kaldığının bir açıklamasını, Kutsal Roma İmparatorluğunun İstanbul Sefiri Ghiselin de Busbecq’in 1560 tarihli mektubunda şöyle okumaktayız
“ Hiçbir ulus, başkalarına ait faydalı icatları benimsemekle onlar (Osmanlı) kadar isteksiz davranmamaktadır; ancak kitap basmak ve meydan ve meydan saatleri kurmak gibi şeyleri bir türlü benimsememektedirler. Kutsal kitapların, basıldıkları takdirde kutsal metin olmaktan çıkacağına inanmaktadırlar. Meydan saatleri kurmaları halinde de müezzinlerin otoritesi ile eski rintlerinin önemlerini kaybedeceğini düşünmektedirler”. [iii]
Bir Macar askeri olan, Türklere esir düştükten sonra Müslümanlığı kabul eden İbrahim Müteferrika, kişisel çabasıyla 1727 da Avrupa’dan 270 yıl sonra İstanbul’da kurduğu ilk basımevinde yaşamı boyunca ancak 17 kitap basabilmiş. Avrupalıların 50 yıl içinde 40 bin kitap basmalarına karşın, Osmanlılarda 1729 dan 1829 arası 100 yıl içinde basılan kitap sayısı sadece 180 dir. Ne ki şimdilerde bile, toplumca, Avrupa’nın en az kitap okuyan, amiyane ağızla “okuma özürlü” milletiyiz nerdeyse. Günümüzde bile bilime karşı durmak bir yana, bilim kurullarına, profesörlere, yazarlara, gazetecilere çektirdiğimiz acılar, baskılar Silivri zindanları ile halen sürmektedir.
AŞAMA AŞAMA DİN DEVLETİNE DOĞRU
Ancak siyasal iktidar dinsel devlet yapılanmasını aşama aşama sürdürmekte, kamunun da yeniden dizayn edilmesi ve kadrolaşma sürecini de tamamlama süreci İlköğretimde Arapça dersi ile devam etmekte. Bunun için, genel seçimlere 2 ay kala, Meclis’i devre dışı bırakan hükümete 6 ay süreyle Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisi veren yasa, TBMM’nin 6 Nisan 2011 tarihli oturumun da kabul edildi. Kabul edilen bu yasaya göre AKP, 6 aylık dönemde 34 adet Kanun Hükmünde Kararname çıkarmıştır.
Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın geçmişinde demokrasi ve laiklik karşıtı söylemlerini biliyoruz. Adım adım laikliğin bütün kalelerini yıkmaya, bütün kurumlarını lağvetmeye devam ediyor. Çocuklara kadar toplumu dinselleştirmeye devem ediyor.
Bir oldubittiyle çıkarılan Kanun Hükmündeki Kararname’nin (KHK) getirip götürdüklerini tartışarak başlıyoruz.
Hükümet, 14 Eylül 2011 tarihinde KHK ile Bakanlığın Teşkilat Yasası’nda yaptığı değişiklikle MEB görevleri arasında olan “Atatürk İnkılâp ve İlkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” yurttaşlar yetiştirme ifadelerini kaldırdı.
Şehitleri bahane ederek Cumhuriyet tarihinde Cumhuriyet Bayramını yasaklamak, 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramına alternatif Kutlu Düğün Haftaları kutlamak, Ankara dışında 19 Mayıs Gençlik Spor ve Atatürk’ü anma törenlerini kaldırmak gibi uygulamalara baktığımız zaman, Laik T. Cumhuriyet’in kıyısından köşesinden laikliği kaldırma çabalarını görmekteyiz.
Muhalefet partileri, Başbakan Erdoğan’ın, demokrasi bizim için bir trendir, istediğimiz durağa gelince ineriz sözlerinin gereğini yaptığını belirtiyor. Erdoğan’ın, halkı aldatmak için bindiği demokrasi treninden artık indiği ifade ediliyor
AKP’nin son yıllarda peş peşe aldığı kararlar ve uygulamalar, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce söylediği “demokrasi bizim için bir trendir, istediğimiz durağa gelince ineriz” sözünü gündeme getirdi. Siyasi parti temsilcileri, AKP’nin kendi diktatörlüğünü kurmak için şartların oluşmasını beklediğini, 2002 yılından bu yana adım adım ilerleyerek devletin bütün birimlerini ele geçirdiğini, artık takiye yapmaktan bile vazgeçtiğini kaydediyor.
CHP Milletvekili Prof. Nur Serter, AKP’nin Milli Eğitim’i “dinsel referanslar doğrultusunda yeniden yapılandırdığı” görüşünde... Bu yöndeki gelişmeleri şöyle sıralıyor:
1. Kuran kurslarındaki yaş sınırı kaldırılmış.
2. Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda bir gençlik yetiştirilmesi hedefi Milli Eğitim temel yasasından çıkarılmış...
3. Katsayı düzenlemesi ile meslek liseleri içinde İHL’ler en ayrıcalıklı konuma getirilirken, düz lise öğrencilerinin üniversiteye giriş olanakları
azaltılmış...
4. Aile imamı, pedagog ve psikologun yerini almış.
5. Beşinci sınıftan başlayan bir umre ziyareti programı için faaliyete geçilmiş.
6. İlkokullara Arapça dersi konulmuştur.
Profesör Serter diyor ki:
“-AKP’nin ustalık dönemi, Türk milleti için kul’luk dönemi olacak ve Milli Eğitim, yerini dini eğitime bırakırken, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in “laiklik ilkesinin yerini İslam’la bütünleşmeye terk etmelidir” sözünü hiç de boşuna söylemediği daha iyi anlaşılacaktır”. [iv]
Tüm bunlarla anlaşılıyor ki siyasal iktidarın amacı, öteden beri söyledikleri, amaçladıkları laiklik karşıtı dinsel devleti oluşturmak, demokrasiyi yıkarak mollokrasiye ülkeyi götürmektir amaçları.
Cevat Kulaksız
DİPNOTLAR
[i] Tarihte Garip Olaylar Varlık Yayınları 1968 Max Kemmeriech Sf: 114
[ii] http://www.hakimiyetimilliye.org/?p=1086023
[iii] İslâm ve Bilim Pervez Hoodbhay Cep Kitapları 1997 Sf:180
[iv] http://www.yazaroku.com/fguncel/melih-asik/10-01-2012/mantik-tutuldu/415326/.aspx
Yorum Gönder