Yazı yazmak ciddi bir iş. Önce alt yapı bir kültürün olacak. Başta kendin insan olacaksın. Komplekslerinden arınmış bir biçimde sıkı basacaksın yere. Centilmen olacaksın. Hakka hukuka riayet edeceksin. Kimseyi kayırmayacaksın. Emin olmadan “yer”meyeceksin. Belli bir görüşün olacak. Dünyayı ve ülkeni tanıyacaksın, olup biteni anlayacaksın. İnandığın ilkelere sahip çıkacaksın. Şerefin, haysiyetin olacak. Yaşamının hesabını halka her an verebileceksin. Satılık olmayacaksın, hele dönek asla. Ve başına gelecek her türlü baskı, haksızlık ve zulme hazır olacaksın.
Mebuslara yemin ettirirler mecliste. Doktorlar da mezun olduklarında Hipokrat yemini ederler. Bu yeminler ne kadar tutulur, bilemem. Herkesin bir andı bir yemini olmalı ve bu yeminler göstermelik olmamalı. Unutmamak lazım ki, ülken iyi değilse, halkın iyi durumda değilse, senin de iyi olman mümkün değildir. Ve şu cümle her zaman geçerlidir: “Geri kalmış bir ülkede, aydınların başı ya derttedir, ya da onlar hapistedir.”
Bodrum’daki yazlık
Başımızdaki hükümet yeni kurulmuştu. Yazlıktaki sofralarda yeni hükümetin icraatlarını tartışırdık. İş adamları, banka sahipleri, profesörler ve köşe yazarları olurdu bu yemekli söyleşilerde. Hükümete sempatiyle bakarlardı. Hükümetin gelecekte başarılı bir hükümet olacağını düşünürlerdi. Sonunda hangi konuda başarılı oldukları ayan beyan çıktı ortaya.
- Bunların yapmak istedikleri belli, derdim.
- Yok mümkün değil, diye yanıtlarlardı beni.
- Yahu İran olacağız sonunda, ötesi var mı?
- Mümkün değil, çünkü bizde mollalık yok.
Her geçen sene yazlıkta komşu olduğumuz için yüz yüze gelirdik. Bu nedenle,
“Gördünüz mü?” deme şansını hep elde etmişimdir. Önceleri yarım ağız, “Haklısınız” filan diyorlardı. Sonraları bir biçimde benden uzaklaştılar. Meğerse onlar yavaş yavaş dönüşüm sürecinin içine girmektelermiş. Şimdi evrimlerini tamamladılar. “Bizde molla yok” diyorlardı. Şimdi olması için her türlü hazırlık tamamlandı. Öncelikle 1000 molla camilerde barınacak ve devletten tahsisat alacaklar. Küçük bir farkla. İsimleri şimdilik “Molla” değil, “Mele” olacak.
Seyreyle gözüm cihanı, bakalım Aine-i Devran ne suret gösterecek.
İçki içmeye başladım
Eskiden hiç içmezdim. Bunlar içkileri yasakladıkça, benim de inadına içkiye olan ilgim arttı. Akşamları iki duble içer oldum. Tiyatro turnelerinde Anadolu’yu gezdiğimiz için, pek çok kurum ve kuruluşta içkinin ciddi bir biçimde el altından yasaklandığına tanık olduk. Oyundan sonra ekibi yemeğe davet ediyorlar, restorana gidiyorsun, içki yok; otele gidiyorsun, içki yok; bakkala giriyorsun, içki yok. Namussuzluk, dolandırıcılık serbest ama içki yok. Bir kasa rakı aldırdım, koydum turne otobüsüne. Oyun bittiğinde restorana mı davetliyiz, koyuyorum cebime bir büyük rakı. Ortaya çıkarmadan önce de soruyorum;
İçki var mı?
Yok.
Çıkarıyorum kuzuyu cebimden, koyuyorum masaya;
Sen bana buz ve su getir.
Ben, diyorum, içmek zorundayım. Raporum var, kusura bakmayın… Na işte rapor da bu; inadına içiyorum. Öyle böyle derken alıştık, akşamcı olduk iyi mi…
Geçen akşam arkadaşımla Galata Köprüsü’nün altındaki meyhanelerden birine gittik. Kapılarda garsonlar, müşteri gelse de hakkından gelsek, diye ellerini ovuşturarak bekleşiyorlar. Meyhaneyi siz seçemiyorsunuz. Onlar sizi “Buraya buyurun” diye yaka paça atıyorlar içeriye. Allahtan mezeler güzel. Bir de manzara var, metrekareye iki vapur düşüyor. Vapurlar pencerelerden geçmekle kalmıyor, bazen masadaki salatadan, cacıktan geçtikleri de oluyor. Gel de içme.
Hafifçakır olmuşum, buğulu camdan dışarı bakıyorum, bir de ne göreyim; Yılmaz Özdil. Hızlı hızlı yürüyor. Çok severim kendisini. Arkadaşım da tanıştır beni, deyip dururdu. Vurdum camı, çağırdım can dostu içeri. Güler yüzü bütün meyhaneyi aydınlattı. Hem arkadaşım emeline nail oldu, hem de ben can dostumu gördüm.
Yan masadan bir meyve tabağı geliyor, ardından da muhabbet başlıyor. Abi, diyor genç adam. Ben falancanın sınıf arkadaşıydım. O zamanlar bu adam Adnan Hoca’cı idi. O günlerde ikinci kümedeydi. Şimdi birinci ligde oynuyor. Kimi kastettiğini hemen anlıyorum. Allahtan insanlar neyin ne olduğunu biliyorlar, hiç değilse bazıları..
Keşanlı Ali
Rahmetli yazar Haldun Taner’in üstünlükleri övmekle, saymakla bitmez. Sayısız çağdaş oyunları, roman ve öyküleri edebiyatımıza miras kalmıştır. Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nu kurmuş, yazmış ve yönetmiştir. En önemli oyunlarından biri ise, Keşanlı Ali Destanı’dır. İlk kez Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda başarıyla oynandı, sonra Devlet Tiyatroları’nda, Şehir Tiyatroları’nda hatta liselerde, ortaokullarda dahi oynandı. Büyük usta Atıf Yılmaz, eseri film de yaptı. Bu kez Fatma Girik ve Fikret Hakan oynuyorlardı. Film çok başarılıydı çünkü Atıf Yılmaz eseri ustalıkla yorumlayabilmişti. Bu yıl hem Kanal D’ de hem de Sadri Alışık Tiyatrosu’nda karşımıza geldi “Keşanlı” ama ne yazık ki, her iki çalışma da başarısızlıkla sonuçlandı.
Kıssadan hisse: Bir şey yapacağız diye büyük ustalara ve eserlerine zarar vermemeliyiz.
İptal
Genelkurmay orduevlerindeki yeni yıl kutlamalarını iptal etmiş. Atatürk bugün sağ olsaydı, önce kime kızardı sizce?
Sorunun cevabını biliyorsanız da içinizde tutun..
Perinçek’in mektubu
Doğu Perinçek.. Takdir ettiğim, dürüst bir politikacı, gerçek bir vatansever. Silivri kampını ziyaretlerimde zaman zaman kendisini de görme olanağı elde ettim. Sıcakkanlı, güler yüzlü bir insandır. Uzaktan da olsa dost olduğunu hisseder, anlarsınız. Bu haftaki yazımı hazırlarken ondan bir mektup aldım, hoşuma gitti, sevindim. Elbette ki saklayacağım, arşivde yerini alacak. Ancak siz değerli okurlarımla da paylaşmak istiyorum bu mektubu.
Sayın Levent Kırca
Can Kardeşim,
Yazılarınız büyük birikimlerden damıtılmış zeka ürünü. Hele bugünkü; “Bastır paranı, boşver vatanı” yazısı olağanüstü! Pazar gününü hasretle çekiyoruz. Bizi o kadar sevindiriyor ve inceliklerinle düşündürüyorsun ki… Sağ ol, dert görme.
Bu halkın yıkılmaz aydınısın.
Sevgi, selam ve saygı
Doğu Perinçek”
Bu güzel mektup bu hafta uçurdu beni. Kendisinden izin almadan yayınladım ama kusura bakmasın. Bu mektubu paylaşmak zorundaydım.
Levent Kırca/AYDINLIK
Yorum Gönder