Başbakanın Dersim’lilerden Özür Dilemesi Üstüne - Cevat Kulaksız

Bir kere, Dersim dâhil başbakan, TBMM de görüşme, anlaşma olmadan devlet adına özür dileyemez. Görüşmesiz, diyalogsuz kafasına göre kendi kendine özür diliyorsa, bilesiniz ki o siyasal şov yapıyor, ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetiyor demektir. Çünkü böylesine ulusal onur konusunda, özür dilenecekse, önce devletin üst organlarında, bakanlar kurulunda, milli güvenlik kurulunda, TBMM inde enine boyuna tartışılmalı (hatta muhalefet partilerinin de görüşünü alarak), ondan sonra ulus adına, onu da cumhurbaşkanı yaparak özür dilenmelidir. Devlet adabı bunu gerektirir.

Ama bakıyoruz ki, Sayın Başbakan RTE, hiç gereği olmayan zamanda, ülkenin bin bir çeşit ekonomik, sosyal, hukuksal sıkıntı ve sorunları varken, dünya ekonomik, siyasal çalkantılarla fokurdarken, sınırlarımızda Arap Baharı, Suriye, İran’a birileri vuracaklar mı, İran bize mi vuracak gibi kritik sorunlar varken, bir de bakıyorsunuz ki (gündemi saptırmak için) başbakanımız salt CHP yi yıpratmak için, siyasal rant (getirim) elde etmek için Dersim halkından özür dilemekten bahsediyor. Böylece eski acıları, yaraları kaşıyarak ülkede daha fazla husumet yaratılmasına neden oluyor. Bizim köyde, gereksiz laf söyleyenler için, eskiler “gidişmedik yer kaşıyo” derlerdi; onun gibi bir şey.

Başbakan RTE, bu gereksiz ve zamansız özürüyle CHP Genel Başkanı Kılıçtaroğlu’unun deyimi ile bölgeye ve topluma kin ve düşmanlık tohumu ekmektir.

Özürdeki amaç, ezmeye, yok etmeye çalıştığı CHP yi Dersim konusunda yıpratmak, halk nazarında küçük düşürmek için yapılan şov girişiminden, siyasi rant elde etmekten başka bir şey değildir.

1950 den önceki T. Cumhuriyeti tarihi CHP nin tarihi de, öteki kişilerin, partilerin, bütün yurttaşların tarihi değil midir? Tek partide olsa, meclisle birlikte devletin bir organı değilmidir? Hepimizin, bütün parti ve yurttaşların sorumluluğunda olduğuna göre, özür dileyeceksek hepimizin, bütün partilerin mutabakatı ile özür dilenmesi gerekir.

RTE nin, daha doğmadığı zamanda olan Dersim isyanı, devlete karşı bir başkaldırı, bir partinin veya kişinin sorumluluğunda olamaz, bütün ulusumuzu ilgilendirir.

Elbette hukuk devletinde, devlet geçmişi ile yüzleşmeli, barışmalı, her türlü eleştiri ve önerilere de açık olmalıdır, şeffaf bir hukuk devleti olmalıdır. Bu çağdaş devlet olmanın gereğidir.

Günümüz iktidarının çağdaş bir yönetim olup olmadığını, AKP iktidarı tarafından yürütme, yasama ve yargı nasıl çoğunluk hesapları ile ele geçirilip, yandaş olmayan belediye, medya, kişilere nasıl intikamcı uygulamalar yapıldığını görerek öğreniyoruz.

Kaldı ki, Osmanlının yıkım, T.C devletinin kuruluş, devrimlerin yerleşmeye çalışıldığı sancılı yıllarında, Hatay sorunu ile de uğraşılırken TC nin ayağına takoz koyarcasına, yine emperyalistlerin kışkırtması ile Dersim’de isyanlar çıkıyor, karakollar basılıp köprüler tahrip ediliyor, askerlerimiz katlediliyor, önlemek için gönderilen alay tuzağa düşürülüyor. Ağaların baskısı yüzünden yüzyıllardır bölgeden ne vergi alınıyor, ne asker alınıyor, ne devlet kolu ve kanun Dersime giremiyordu. Onurlu bir devlet, içinden çıkan isyana göz mü yumacaktı? Bastırmayıp da ne yapacaktı? Elbette onu bastıracaktı. Ama bu yapılırken, canı yanan asker ölçüyü kaçırmış olabilir, acılar çekilmiş olabilir. Hangi devlet kendi bütünlüğünü sağlamaz ki?

DEVLET ÖZÜR DİLEYECEKSE

1- Başbakan ve devlet özür dileyecekse, Ahmet Samim’den, Sabahattin Ali’den, evlerinin önünde katledilen ve katilleri bile bulunamayan Bedri Karafakıoğlu’ndan Çetin Emeçlere, Apti İpekçilere, Kemal Türkler’e, Bahriye Üçoklara,Uğur Mumculara, Ahmet Taner Kışlalılara, Turan Dursunlara, Muammer Aksoylara, Necip Haplemitoğlulara, Hrant Dinklere ve nicelerin ailelerinden özür dilenmelidir.

Hele gurbetlerde vatan hasreti ile heder ettiğimiz, dünyanın “ünlü Türk şairi” dediği Nazım Hikmet ve ailesinden özür dilenmelidir.

Çağdaş bir ülkenin geçmişinde tarihlere geçen ve çocuklarını ileride utandıracak utanç olayları olmamalıdır.

2- 6-7 Eylül 1955 yılında azınlıklara yapılan organize saldırı sonucu 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân zarara, milyonlarca liralık hasara mal olan 6-7 Eylül 1955 olayları ve 80 bin Rum ve Yahudi vatandaşın göçüne neden olan planlı saldırılardan özür dilenmelidir.

Hele 6-7 Eylül olayları ile hiç alakası olmayan,olayları sonradan duyan ve bu yüzden idam cezası verilmek istenen, vatanında sürüm sürüm süründürdüğümüz Aziz Nesin’den özür dilemelidir.

3- Varlık Vergisi ile 1943 yılında İstanbul’da Vergisi’ni ödeyemeyen Aşkale’ye sürgün edilip, taş kırdırılan, yol amelesi yapılan azınlıklardan 1400 kişi olayından özür dilenmelidir.

1600 yılında meydana dizilen odunlara bağlanıp diri diri yakılan Rönesans filozofu Giordano Bruno’dan 393 yıl sonra Sivas’ta kitle halinde yakılan aydınlardan ve ailelerinden ve daha nicelerden özür dilenmelidir. (Giordano Bruno’nun yakılmasından tam 400 yıl sonra 2000 yılında, onun yakıldığı alanda Hıristiyan Papası diz çökerek ondan ve zulüm gören bilim adamlarından özür dilemiştir)

Daha Sivas’ta onların yakılma yıldönümünde bile anılmalarına AKP-RTE iktidarı tarafından izin bile verilmiyor. Oysa Laik TC i ile kavga yapmaktan başka bir meziyeti olmayan Saidi Nursiler, Şeyh Saitler çarşaf çarşaf anılıp, “Allahın sevgili kulu” diyerek hakkında filimler çevirtilen kişiler anılırken, Sivas’ta diri diri ve de kitle halinde yakılan aydınların insanların anılmasına izin bile verilmiyor.

Laik TC i o hale getiriliyor ki, TV larda artık ilkokulu bile zor bitirmiş, Fetullah Gülenler, Cüppeli Ahmet Hocalar gibi Osmanlı uleması kılıklı insanlar fetva verir hale geldi. Öyle ya “bir de ulemaya danış”ıyoruz. Kılavuzu Osmanlı uleması olan devlet iflah olmaz; ne demişti atalar, kılavuzu karga olanın burnu b….tan çıkmaz. O nedenle de 80 yıldır çağdaş demokrasi olacağız diye, demokrasi, laiklik, Atatürk düşmanları ile debelleşip duruyoruz.

Tıpkı işkâl yıllarında emperyalistlerin Osmanlı ulemasını, şehulislamları, Vahdettinleri, Damat Feritleri kolladıkları gibi, şimdilerde de, ABD si ile AB si ile BOP ları bilmem neci yıkıcıların kollaması ile Kuvayi Milliyenin düşmanlarının uzantılarını kullanılıyorlar. Yine emperyalistlerin Kuvayi Milliyecileri düşman bildikleri gibi, o zamanki aydınların Malta’ya sürgün edildiği gibi, kahraman Atatürkçü, aydınlanmacı ordumuzun subayları, bilim adamları, aydınlar, gazeteciler de adeta düşman bilinerek Silivri Malta’sına sürgün edilip, Silivri zindanlarına atılıyorlar.

Öte yandan, yurdumuz hukukundan umudunu kesen mazlumlar AİHM sinin kapılarında açtıkları binlerce davaları ile adalet arıyorlar. Daha uzunca gözaltında ve tutuklu iken cezalandırılan ve iftiralara uğramış bu masumlar yarın AİHM inde açacakları davalarla ülkemizi uluslararası camiada suçlu duruma düşürecek, devletimiz milyonlarca lira tazminat ödemek zorunda kalacaktır. Ya onların masumiyeti, ahı,bedduası ne olacak. Onlardan kim özür dileyecek. Elimizden şimdilik sadece, Ziya Paşa’nın (1825-1880) 130 yıl önce söylediği dizelerini mırıldanmaktan başka bir şey gelmiyor:

“Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit

Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?”

Tanzimat devri şairi olan Ziya Paşa, bu dizesi ile devrinin yönetimini hicvediyor.

“Mahkemenin kadısı davacı, mübaşiri de onun şahidi olursa, o mahkemenin vereceği karara adalet denir mi?” diyor.

Cevat Kulaksız

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget