(Yine uzunca bir yazı oldu. Yine hoşgörünüze ve sabrınıza sığınarak diyorum ki, “Lütfen yazıyı sonuna dek okuyun. Türkiye bu hallere nasıl düşürüldü… A.E )
İlkokulu, ortaokulu, liseyi Gaziantep’te bitirdim.
Herkes gibi benim de birçok arkadaşım oldu. Arkadaşlarımın arasında Kürt, Arap, Yahudi, Rum da vardı. İyi geçinirdik. Kimse kimsenin ırkıyla, kültürü ile uğraşmazdı.
Kürt Kürtlüğünü, Arap Araplığını, Türk Türklüğünü bilirdi. Kimse kökenini, doğduğu yeri yadsımazdı. Ama bunun için, kimse kimseyle kavga da etmezdi. Çünkü o yıllarda ırkçılık, bölgecilik, ayrımcılık tohumları ekilmemişti daha. Kimse kimseye düşman değildi. Kimse kin, nefret, öç alma duygularını tanımıyordu henüz.
Anamız, babamız, uzak ve yakın çevremiz de bu duyguları yaşamamıştı. Onlar da dostça geçinirlerdi. Dayanışma içerisindeydiler. Birbirlerine karşı saygılıydılar. Biz, onlardan bunu görmüş, bunu öğrenmiştik.
Dedelerimiz Türk’üyle, Kürt’üyle Fransız’a karşı Gaziantep’i onbir ay nasıl koruduklarını, düşmanı Gaziantep’e onbir ay nasıl sokmadıklarını anlatırlardı bizlere. Karayılan’ları, Şahin’leri, kendilerine destek veren Kürtleri anlatırlardı. “Vurun Antepliler namus günüdür” diyerek vatan savunmasını, namus savunmasına dönüştürüp düşman karşısında ”tek vücut”, “tek yürek” oluşlarını anlatırlardı.
Kimse kimsenin dinine, diline, ırkına, gelenek ve göreneklerine, giyimine kuşamına karışmazdı. Demokratik özgürlük, alt kimlik, üst kimlik, Kürt, Türk, Laz, Çerkez nedir, bilmezdi. Kimse kimseyi hor görmez, aşağılamazdı. Herkes işinde gücünde yaşamını sürdürüp giderdi.
Ne lisede, ne üniversitede okul arkadaşlarımla etnik konularda tartıştığımızı anımsamıyorum. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında bütünleşmiştik. Ülkenin tam bağımsızlığından yanaydık.
ABD emperyalizmine karşı birlikte mücadele etmiştik. İşçi, öğrenci eylemlerine birlikte katılmıştık. Grevlere, boykotlara birlikte omuz vermiştik. Yargıç huzuruna birlikte çıkmıştık. Birlikte gözaltına alınmış, zindanlarda birlikte çile doldurmuştuk. Doğusu ile Batısı ile tüm Türkiye’nin sorunlarına birlikte çözümler aramıştık.
Peki, şimdi, ne oldu da bu dayanışma, bütünleşme, kardeşlik ortamı, düşmanlık ortamına dönüştü? Ne oldu da Türk’le Kürt cephe cepheye geldi? Getirildi?
PKK, KÜRESELLEŞME İLE BİRLİKTE ORTAYA ÇIKTI
Ne olduysa 1980’lerden sonra oldu. Atılan kin ve nefret tohumları bu tarihten sonra yeşermeye başladı.
Peki, daha önce Kürt’ler baş kaldırmıyor muydu? Çatışmalar, ayaklanmalar, isyanlar yok muydu? Elbette vardı. Ama bu olaylar yerel olaylardı ve daha çok Cumhuriyet hükümetini benimsemeyen ağalar, şeyhler tarafından çıkarılıyordu. Kısa zamanda da bastırılıyordu.
Hem Irak’ın Kuzeyinde hem de Türkiye’de, etnik sorunların kaşınmasına, 20. Yüzyılın son çeyreğinde başlandı. Bu işe öncülük eden güç ise ABD’den başkası değildi.
1980’lerde emperyalizm, “küreselleşme” adı altında “Yeni Bir Dünya Düzeni” kurmak istedi. Bu düzende ulus devletlere, ulusal yapılanmalara ve kuruluşlara yer yoktu. Ama ulusçuklara, azınlıklara, aşiretlere, tarikatlara yer vardı. Emperyalist sömürü çarkının sağlıklı işleyebilmesi için ülkeler parçalanmalı, kamu mülkiyeti özelleştirilmeli, devletçilik uygulamalarına son verilmeliydi.
Bu nedenle emperyalizm, bir parçalama, bölme aracı olarak etnik ve dinsel faklılıklara sarıldı. Bu farklılıkları daha da derinleştirip, keskinleştirerek, grupları çatışma ortamına sürükledi. Yoksul halkı birbirine düşürdü. Kürt’le Türk’ü, Şii ile Sünni’yi, Arap’la Yahudi’yi karşı karşıya getirdi. Irkçılık, tarikatçılık, mezhepçilik, milliyetçilik cepheleri açıp, onları savaştırdı. Sonra da çıkarına göre, bazen birini bazen ötekini destekledi. Onların maddi ve manevi kayıplarını, güçsüz düşmelerini keyifle izledi… Aynı zamanda bu farklılıkları, bir tehdit ve şantaj silahına da dönüştürerek, hükümetlere dilediğini yaptırdı.
Bu oyunları Latin Amerika’da, Afrika’da, Balkanlarda, Kafkaslarda da oynadı. Burnunu soktuğu her ülkede mutlaka bir etnik ya da dinsel azınlık buldu ve onları çatışma ortamına sürükledi. Kolları, bacakları, tüm gövdesi ile ülkelerin siyasal, sosyal, kültürel yaşamına girdi.
Böylece, etnik sorunlar, bir ülkenin iç sorunu olmaktan çıkıp uluslararası bir nitelik kazandı. Küreselleşti. Emperyalizm, çeşitli planlar ve tertiplerle ülkeleri yönlendirmeye hız verdi.
BÖL – YÖNET
Yeni Dünya Düzeni oluşturma çabaları, emperyalizmin yıllardan beri kullandığı “Böl, Yönet” taktiğinin çağımıza uyarlanmış yeni bir versiyonundan(!) (biçim) başka bir şey değildi. Bu yeni sömürgeciliğin ideolojisi ise Fidel Castro’nun vurguladığı gibi “neoliberalizm” idi. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi sözcükleri ise onun kulağa hoş gelen uyutma araçlarıydı.
Bu yöntemler Yugoslavya, Irak, Afganistan ve dünyanın bazı yerlerinde denendi ve hedefine ulaştı. Örneğin, ABD emperyalizmi, Yugoslavya’yı parçalayabilmek için Hırvat, Sloven, Boşnak, Arnavut ırkçılığını kullanmıştı. 1990-1992 yılları arasında bu ülkeler ve daha sonra da Makedonya, Sırbistan, Karadağ Cumhuriyetleri, federasyondan ayrılmıştı.
Emperyalizm önce Yugoslavya’da neoliberal, ırkçı, yoz düşüncelerle kitlelerin beyinlerini yıkamış; sonra da vahşi, acımasız, kanlı yöntemlerle halkları birbirlerine kırdırmış, federasyonu ortadan kaldırmıştı… Böylece, Tito’nun bağımsız, başı dik, birleşik ülkesi parça parça edilmiş, tarih olmuştu.
Bugün yeryüzünde Yugoslavya diye bir ülke yok artık.
İLK EŞBAŞKAN TURGUT ÖZAL’DI
Yeni Dünya Düzeninin uygulayıcıları ve savunucuları Türkiye’de Turgut Özal, Yugoslavya’da Ante Markoviç’ti. Her ikisi de aynı yıllarda başbakanlık koltuğuna oturmuş, “dünyaya açılma” adı altında küresel emperyalizmin gönüllü işbirlikçiliğine soyunmuştu. Ne şaşırtıcı bir rastlantıdır ki her iki lider de ABD’de “Wisconsin Üniversitesi”nin “Yeni Dünya Düzeni” adlı seminerlerine katılmış, derslerini başarı ile öğrendikten sonra, alanlarında uzmanlaşarak ülkelerine dönmüşler, işbaşı yapmışlardı.
“Serbest piyasa ekonomisi” adı altında yürütülen serbest piyasa vurgunculuğunu, her iki ülke de bu iki başbakan zamanında tanımıştı.
Serbest piyasa ekonomisinin ve neoliberal düşüncelerin yaygınlaştırılmasının yanında Turgut Özal’ın bir başka görevi daha vardı ki o da ABD’nin Ortadoğu’da yapılanmasına yardımcı olmaktı. O, ABD’ye verdiği bu hizmeti,“Bir koyup üç almak” formülü ile gizlemeye çalışıyordu, ama Irak’ın Kuzeyinde ABD’nin bir kukla Kürt devleti oluşturup, Ortadoğu’ya yerleşme çabaları Türk Silahlı kuvvetlerini rahatsız etmişti. Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifası duyulan rahatsızlığın bir belirtisi idi. Ayrıca, ABD’nin Ortadoğu’da ve sınırlarımızdaki çalışmalarına karşı çıkan Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis de kaza süsü verilmiş bir suikasta kurban gitmişti.
Daha sonraları bölgeye yerleştirilen “Çekiç Güç”, bir yandan helikopterlerle PKK teröristlerine gıda ve bazı ihtiyaç maddeleri atarken, bir yandan da Barzani’ye, Talabani’ye ve aşiretlerine koruma görevi yapıyordu.
Bugün her iki aşiret reisi de ABD tarafından Irak’ın Kuzey’inde oluşturulan Kukla hükümette önemli görevler üstlenmişlerdir. Zamanında kendilerine sağlanan desteğin ve yardımların diyetini şimdi ödemektedirler.
Özal’ın Kürt sorununda Öcalan’ı muhatap alıp, örgüte karşı yumuşak bir politika izlemesi, PKK’nın güçlenmesini sağladı. Ama terör örgütünün asıl gelişmesi, 2002 yılında AKP’nin hükümet olması ve ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra gerçekleşti.
AKP, İKTİDAR OLUR OLMAZ TÜRKİYE’NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİNİ YOK SAYDI
Amerika’nın Kürt politikasını daha başından onaylayan AKP, yönetime geçer geçmez, Türkiye’nin geleneksel Ortadoğu politikasını terk etti. Kırmızı çizgilerini bir kenara attı. Ülkelerin ulusal kimliğini yozlaştırıp, yok etmek isteyen emperyalist görüşü kendine kılavuz seçerek, yurdumuzu etnik ve dinci temelde yeniden yapılandırma mücadelesine girdi.
AKP, ABD’nin koltuk değnekleriyle hükümet olmuştu. Borcunu ödemek zorundaydı. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan, BOP eşbaşkanlığına soyundu ve ABD’nin Irak’a yerleşmesinde ve Büyük Ortadoğu Projesinde önemli görevler üstlendi. Diyarbakır’ı “bir yıldız” yapacağını tüm dünyaya ilan etti.
Fuller de onunla aynı görüşteydi ve Recep Tayyip’’le aynı dili konuşuyordu. 25 Kasımda BBC Türkçe servisinde şunları söylüyordu:
“Mutlu bir Diyarbakır, Türkiye’nin dış sorunlarında kullanabileceği çok önemli bir araç olacaktır…”
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözüyle Kürt, Laz, Çerkez Boşnak, Abaza, Sünni, alevi, tüm halkı bir çatı altında toplama çabasına karşılık, AKP ayrıştırma yolunu seçti. Bu, emperyalizmin ekmeğine yağ süren bir “böl, yönet” politikasıydı. Bu, ABD’nin yoluydu. Yugoslavya bu yöntemle parçalanmıştı. Irak, Afganistan bu yolla parçalanmıştı. Türkiye’yi de geçmişte Sevr haritaları ile bu yolla parçalamak istediler ama karşılarında Atatürk’ü buldular.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini Ulusal Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra kurmuştu. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devletti. Mayasında ulusalcılık vardı. Mustafa Kemal ne ırkçılığı ne dinciliği birleştirici bir unsur olarak görmüştü. Etnik grupları ulus devlet çatısı altında ve ulusalcılık temelinde bütünleştirmişti.
ABD, BUGÜN TÜRKİYE’Yİ SÖMÜRGELEŞTİRMEK İÇİN MÜCADELE VERMEKTEDİR
Atatürk’ün kurduğu bu ulus devlet bugün ABD emperyalizminin hedefindedir. Kemalist cumhuriyeti parçalayabilmek için Türkiye’de ırkçılık, dincilik temelinde politik bir çizgi izlemektedir. İç işlerimize müdahale etmektedir. O, Afrika’dan Orta Asya’ya, 24 ülkenin sınırlarını değiştirme görevini önüne koymuştur. Türkiye de bu ülkeler arasındadır.
Bugün Kürt açılımı dedikleri girişimlerin her karesinde, her noktasında ABD vardır. Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçasıdır. Irkçı, etnik bir yapılanma temeline dayanmaktadır. Bir aldatmacadır.
Amerika, bu açılımla aslında bir Kuzey Irak açılımı yapmak istemektedir. Irak’tan çekilirken gözünün arkada kalmaması için, Türkiye tarafından kukla Kürt hükümetinin tanınmasını sağlayarak, onu koruma altına almak amacındadır. Bunun karşılığında PKK’yı dağdan indirip, silah bırakmasını gerçekleştirecektir
ABD’li James Jeffrey bir söyleşide bunu açık açık vurgulamakta, şunları söylemektedir:
“…Türkiye istikrarsız, askeri ve siyasi açıdan güvensiz ülkelerin bulunduğu, ihtilaflarla dolu bölgede, istikrarlı, güçlü ve Batı ittifakına bağlı bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye ve ABD’nin o ülkelerin güçlendirilmesi, ihtilafların giderilmesi, şiddetin caydırılıp, kontrol altına alınması doğrultusunda o ülkelerle birlikte çalışmakta çıkarı var (…) Obama yönetimi, Türkiye’nin katkısı olmaksızın bölgedeki sorunlara çözüm bulmanın çok daha zorlaşacağına inanıyor…” (Murat Yetkin, James Jeffrey’le Konuşma, 12 Mart 2009, Radikal)
ABD böylece bir taşla birkaç kuş vurmak hevesindedir. Birincisi, PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığına son verip, kukla Kürt Hükümetinin daha rahat ve daha özgür hareket etmesini sağlamak, ikincisi Türk ordusunun Kuzey Irak’a müdahalesini önlemek, üçüncüsü ve en önemlisi Kuzey Irak’ı BOP için bir sıçrama tahtası yapmak; böylece Kuzey Irak ve Türkiye’nin bütünleşmesi ile ikinci bir İsrail devleti oluşturarak Avrasya’ya hakim olmak…
Barışla, kardeşlikle hiçbir ilgisi yoktur bunun. Ne Türklere ne Kürtlere bir yararı vardır. Tam tersine bu girişimlerle Türk’le Kürt arasına düşmanlık tohumları ekilmektedir. Çatışma ortamı yaratılmaktadır.
TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ, DÜŞMANLIĞA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ
Bu açılımların, saçılımların ortaya çıkmasından bu yana Türk Kürt’e, Kürt Türk’e daha çok kin duymaya başlamıştır. Önlem alınmazsa gelecek günler kanlı çatışmalara gebedir. Bunun belirtileri tüm yurt düzeyinde ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır.
BDP’li Hasip Kaplan Kürt gençlerinin silahlı olduklarını, Türk devlet adamlarının bölgeye girmemeleri uyarısını yapmakta, PKK yöneticiler “Artık halk isyanları”nın başlaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Bu amaçla 35 vatandaşımız öldürülmüştür.
Bütçe görüşmelerinin kapanış konuşmasını hükümet adına yapan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Kürtlere eğitim, dil, bilgi, kültür ve kimlik hakkı vereceğiz” demektedir… Filistin Başbakanı İsmail Haniye, Türk vatanında, Türk topraklarında, Türk politikacılarının gözünün içine baka baka: “Diyarbakır’ın özgürlüğünü görmek isteriz…” diyor.
Amerikalı politikacılar bölgede ve tüm Türkiye’de cirit atmaktadırlar. 35 vatandaşın ölümünden önce ve sonra yabancı trafiği hayli yoğunlaşmıştır… Bunlar hayra alamet gelişmeler değildir. Gelecek günler isyanlara, baskınlara, yeni yeni acılara, karşı çıkılmazsa bölünmelere gebedir…
Dinci, ırkçı, etnik temelde insanları ayrıştırma, doğrudan emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekte, Güneydoğu’nun çağ dışı feodal kalıntılarını daha da güçlendirmektedir. Beyinlerini batıl inançlarla, hurafelerle doldurarak, düşünme özgürlüklerini ellerinden aldı, Demokles’in kılıcı gibi yıllar yılı tepelerinde durdu, onlara göz açtırmadı.
Şeyhlik, ağalık düzenine ve emperyalizme yaslanarak bir halkın kurtuluşunu gerçekleştirdiği nerede görülmüştür? Bugünkü bölücü hareketin dayandığı temel, ortaçağ artıklarıdır.
Aşiret, tarikat, siyaset ağaları yüzyıllarca bu yoksul halkın kanını iliğini sömürdü.
Türkiye Cumhuriyetine karşı yönlendirilen etnik kalkışmanın başında bugün ağalar, beyler aşiret ve tarikat reisleri vardır. Dün de onlar vardı ve emperyalizmle işbirliği içerisinde idiler.
KURTULUŞ SAVAŞINDA DA İNGİLTERE KÜRT AŞİRETLERİNİN ARKASINDAYDI
Osmanlının son dönemlerinde Kürtler, İngiltere’nin kanatları altında palazlanma yolunu seçmişti. İngiltere, Mustafa Kemal’in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. O yıllarda “Kürt Teali Cemiyeti” (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir, İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir “Kürt devleti” kurma çabasındaydı. Sadrazam Damat Ferit de Kürt Teali cemiyetinin girişimini destekliyordu. O, İngiliz yüksek komiseri Amiral De Robeck’e iki kez başvurarak, Mustafa Kemal’e karşı Kürtleri kullanmayı önermişti. De Robeck Damat Ferit’in bu önerilerini Lord Curzon’a şöyle iletmişti:
“Damat Ferit bana geldi ve dedi ki: Kürtler ayrı bir devlet olacaktır. Mustafa Kemal’i sevmezler. Çünkü o Bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal’den nefret ediyorsunuz. Çünkü sizin yaptığınız anlaşmayı kabul etmiyor. O halde Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı birlikte kullanalım.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, 277)
Böylece, padişahın, sadrazamın ve İngiltere’nin desteğini arkasına alan işbirlikçi Seyit Abdülkadir, 31 Mart 1920 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesinde şunları yazıyordu:
“Kuva-yı Milliye’ye aldanmayınız. (Onlar) Bolşeviklerin kafasını taşıyan yurtsuz serserilerdir. Hilafet ve Saltanattan ayrılmayınız.”
Ama gerçek yurtseverler, tam bağımsızlık yanlısı Kürtler her zaman bu işbirlikçilerin karşısında olmuştu. 4 Ocak 1923 tarihinde Muş Milletvekili Hacı İlyas Salih Kürtlerin görüşlerini ve duygularını meclis kürsüsünden şöyle açıklıyordu:
“Gazetelere göre, Lord Curzon’un barış masasındaki görüşmelerde harcanmış iki iğrenç kelimesi var. Biri, bağlı olmakla övündüğüm soy ve milletimin tahkiri (aşağılama), ikincisi Kürt temsilcilerinin Mustafa Kemal Paşa’nın tayini ile mebus oldukları. (…) İngilizler; Türk, Kürt ve türlü namlar altında birleşip birlik olmuş bir toplumun, tek bir milletin bulunduğunu çok iyi bildikleri için, bunları ayrılığa, anlaşmazlığa, ayaklanmaya yöneltmek istiyorlar.(…) Bence Lord Curzon’a söylenecek iki şey vardır. Kazım Karabekir Paşa komutasında Elviyei Selase’de (Kars, Ardahan, Artvin) yazdığı zafer tarihlerinde bayrağın, mızrağın atını oynatan, temiz Kürt soyu Kürt milleti idi. Yunan gibi adi ve alçak düşmanı kaderi olan felaket çukuruna gömerken, dökülen kanlar yine Türk ile Kürt’ün kanı idi…”(4 Ocak, 1923, TBMM Zabıt Ceridesi’nden aktaran Mahmut Koloğlu, Türkiye Cumhuriyeti, s.75)
KÜRT AÇILIMINDA TEK ÇÖZÜM ATATÜRK’ÜN ÇİZDİĞİ YOLDUR
Günümüzde ise ABD’nin desteğini arkasına alan PKK, aynı yolun yolcusu. Masum insanları katlediyor ve yoksul halkın bütçesinden milyarlarca doların boş yere harcanmasına neden oluyor. Analar, babalar, çocuklar, eşler çığlık çığlığa… Kan, gözyaşı, acı hiç dinmiyor.
Ulus devlet ve ülke bütünlüğü parçalanmaya çalışılıyor. Türkiye Öyle bir teslimiyetçiliğin ve işbirlikçiliğin ortasına düşürülmüş ki her zaman ve her yerde Amerika ne derse o oluyor. İktidar, sorgusuz sualsiz peşinden gidiyor.
Bizim içerideki ve dışarıdaki hainlere söyleyeceğimiz tek sözümüz vardır: Türkiye Cumhuriyeti etnik grup, dinsel topluluk ya da Amerikan açılımlarının çerçevesine sığmayacak kadar büyük ve köklü, binlerce yıllık bir tarih mirasından gelmektedir ve yönünü binlerce yıl sürebilecek bir geleceğe çevirmiştir.
Kimse yapay farklılıklar yaratarak, ırkçılık, dincilik temelinde bu görkemli geçmişi ve geleceği değiştirmeye, Kemalist cumhuriyetin sabrını denemeye kalkmasın. Bunu nice devletler, nice topluluklar, nice kişiler denediler, başaramadılar.
Anayasanın vurguladığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti tek devlet, tek ülke ve tek ulustur. Bayrağı tektir.
Egemenlik, kayıtsız koşulsuz Türk ulusunundur. Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişi ile “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Azınlık, çoğunluk, din, dil, ırk ayrımı yapmadan, herkes tasada, sevinçte, ulusal dayanışmada, nimette ve külfette ortaktır.
Kürt açılımında tek çözüm Atatürk’ün yoludur. Onun hem savaşta, hem barışta izlediği Kürtlerle Türklerin kardeşliğine dayanan politikasıdır.
Kürt sorunu bir Güneydoğu sorunu, bir Türkiye sorunudur.. Türkler de en az Kürtler kadar sömürülmekte, ezilmekte çile çekmektedir. Ağalık, beylik, aşiret, tarikat düzeninin ve emperyalizmin sömürü ve baskısı ortadan kalkmadan ne Türkler ne de Kürtlere rahat yüzü vardır.
Ne ABD’nin ne de feodal kalıntıların öncülüğünde Kürt Açılımı yapılabilir. ABD, AB açılımları çözümsüzlüktür. Gerçek çözüm, sorunun küresel alandan kurtarılıp ulusal alana çekilmesiyle gerçekleşecektir.
Kürtlerin de Türkler gibi tek sorunu işsizlik, topraksızlık, geçim derdidir. Bu sorunlar tüm Türkiye’nin sorunlarıdır ve ancak ortak mücadele ile çözümlenebilir.
Türkiye, emperyalizm ve ortakları AKP’den, PKK’dan, BDP’den kurtulduğu gün, Türkler de Kürtler de kurtulup, özgür olacaklardır…
Ali Eralp
Yorum Gönder