Mürekkebe dönüşen sıcak gözyaşı!... - Mehmet Faraç

Mevsim, işte bu mevsim... Soğuk mu soğuk... İnsanın üzerine giyeceği şöyle ısıtacak giysileri olsa, bir nebze içine çekecek belki, yaşamındaki yoksulluğu soğuk bir nefes gibi!..

Ama ne çare?.. Sefaletin sokaklarda pejmürde roller sergilediği bir mahallede, tek zenginliklerini o gün karınlarını doyurmaya odaklayan insanların umutları ne kadar büyük olabilirdi ki?..

Ayağındaki eski naylon çizmeye baktı uykuları bölünmüş o garip çocuk... Solmuş rengindeki maviliğin yırtığından fırlamış yamalı çorabına...

Yerde, kuru bir çulun üzerinde oturmaktan adeta incelmiş kahverengi pantolonuna...

Ve iplerinden dökülen alacalı bulacalı renkleriyle, yoksulluğu resmeden pörsümüş kazağına...

Gecekonduların köşelerinde, gri renkli duvarların diplerinde adeta süs olarak bırakılmışçasına yalnızlığa atılan kurumuş ağaçlar gibiydi çocuk...

Beton zeminli avlunun kuytularındaki kar öbeklerini, briket duvarların üzerinden bir buğday tanesini gözleyen ürkek güvercinleri ve su havuzunun tahta kapağına yumulmuş kara kediyi izledi soğuktan titrerken...

Sabahın alacasında, 5 kardeşinin de üzerini örten yorganın yoksul sıcağından niye çıkarılmıştı ki?..

Rüyalarına on dakika aralar verdiren ihmalkar teşrifatçılara isyan edercesine yıkamıştı, çapak bulaşmış masum yüzünü!..

Gecekondunun tahta dış kapısını aralayıp, üç numara tıraş edilmiş başını dışarı uzattı ve henüz güneşin güne merhaba demediği çamura bulanmış sokağa baktı...

Ne gelen vardı ne de giden... Ne de yaşamın varlığını kanıtlayan!..

Esaretin korku zinciri!..

Korkusunu avuçlarına gizleyip dibi delik pantolonun cebine uzatmış, soğuktan titreyen parmaklarını da az sonra taşıyacağı yükün sorumluluğuna hapsetmişti!..

Daha çarşıya inecek, daha telaşla dönecek ve naylon çantasına koyacağı bir parça kuru ekmekle yeniden yollara düşecekti...

Okula... Belki de o zalim yoksulluğu bitirecek okulun umut kazınan tahta sıralarına!..

Babası eski bir paltoyu sırtına çekmiş, upuzun bir atkıyı da boynuna dolayarak dışarı çıkmıştı... Elindeki kaçak sigara, buhranlı nefesini dumana döndüren öfkeler gibiydi!..

Adamın omuzlarında bir giysi balyası vardı... Bir küçük balya da çocuk için yapılmıştı... Çocuğunkinde 20, babanınkinde ise 40 kadar eski ceketi barındıran umut balyaları!..

Ellerini göksünde kenetleyen anası, kaçakçılığın küçük hamalı oğlu ile babasını uğurlayıp içinde tezek yakılan sobasının başına koşmuştu...

Baba ile oğlu, her sabah boyunlarına bir esaret zinciri gibi bağlanan korkularıyla çıktılar o tahta kapıdan...

Önce baba, sonra oğlu... İkisi de kapının solundaki sokağı gözleriyle taradıktan sonra hızlıca daldılar çamurlu yollara...

Polisin ve bekçinin pusuya yattığı sokaklarda, işte bu manzara her sabah nakşolurdu hem yüreklere hem de taşların geçit vermediği antika çıkmazlara!..

Kaygıların paslı çivisi!..

Urfa’nın Kötüler Mahallesi‘nde; yaşamlarını Suriye’den getirdikleri eski giysileri satarak sağlayan onlarca yoksul ailenin kapı eşiklerinde, her gün işte bu sahneler yaşanırdı...

İşte o baba ile küçük oğlu da, Kaçakçılar Pazarı’na taşıdıkları eski ceket ve paltoları, adeta umuda düğümlemişçesine kavrayarak yola koyuldular...

Her sokağın dönemecine gelindiğinde polis var mı endişesine sığınan sorular, korkunun derinliğine paslı çiviler gibi çakılır, her sokak aşıldığında derin bir nefes yüreğin cenderesinden salıverilirdi!..

Tam 6 kilometrelik o yolculukta da, nice kaygılar aşıldı, nice köhne sokaklar geçildi...

O gün de; yani şimdiki günlerin soğuklarını anımsatan o gün de, baba ile oğlu sabah rehavetini üzerlerinden atamayan polislerin ve bekçilerin gafletine sığınarak çarşıya ulaşabildiler!..

Onlar, kaçakçı kahvehanelerinin loş sokaklara kürsüler dizdiği anlarda, güneşin doğuşunu Sipahi Pazarı‘nın damından süzülen ışıklardan anladılar...

Korku defedilmişti de o sabah, acaba ekmek umudun en hızlı atlarına binip koşacak mıydı sofralarına?..

Şarkın yoksul yarası!..

Baba o gün de evladıyla birlikte Kaçakçılar Çarşısı’na taşıdıkları “gavur eskisi” giysileri “mezat”a yetiştirmiş, “dellal”ların açık artırmaya isyan eden çığlıklarına teslim etmişlerdi...

Urfa’da, belki de yüzlerce yıldır bir geleneğin en muhteşem ahilik ritüellerini anımsatan “Mezat Pazarı”, eski giysileri açık arttırmayla satan “dellal”larin keşmekeşine girişmişti!..

Baba, henüz demlenmiş bir bardak kaçak çayın buharında biraz olsun huzura kavuşurken; o çocuk, hani yamalı çorapları mavi çizmesinden sarkan o çocuk var ya, fırından henüz çıkmış bir “şekerli kahke”nin (simit) keyfiyle dönüş yoluna düştü...

O çaresiz çocuk, tarihi Urfa çarşılarının mahmurluğuna terk etmişti cılız bedenini...

Simidini yiye yiye, umutlarını adımlaya adımlaya yürüdü o çocuk çarşıdan taaa... briket gecekonduların, kaçak gizemler yarattığı Kötüler Mahallesi’ne...

Peki, kötülüğün kaçakçı ile polis arasında çelişkiler yaşadığı o tuhaf mahallede; korkunun ve umutların gri mürekkebinden öyküler yaratan o çocuk kimdi acaba?..

Eminim bu köşenin bir yerlerinde, şu okuduğunuz satırların çıkmaz sokaklarında; Şark Çıbanları’nın yoksul yarasıyla el ediyordur size!..

Biraz mahcup, biraz hüzünlü ve biraz da gururla...

İşte çocukluk günlerinin o pervasız soğuklarını anımsatan bu mevsimde, siz de üşüyorsanız eğer gazeteyi tutan parmaklarınızı sayfanın bir köşesine dokundurun!..

Eski hüzünleri deşen bir damla tuzlu gözyaşının sıcağı eminim sizi de ısıtacaktır!..

Eskiyi, hüzünlü bir tebessümle anımsatan mutlu ve sıcacık hafta sonları dileğiyle...

Mehmet Faraç/AYDINLIK

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget