Aşağıdaki anı, tarihçi yazarımız Enver Behnan Şapolyo (d. 1900 - ö. 1972) tarafından Atatürk’ün ölümünün 27. Yıldönümünde 1965 yılında yazılmış ve Türk Kültürü Dergisinde yayınlanmıştır.
Araştırma yaparken, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü sevmediğini alenen söyleyen, Mümtaz’er Türköne Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’na atandığı günlerde aşağıdaki insanın içini burkan, hüzün veren makaleye rastladık.
Hem de Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın laik TC nin kalesi Çankaya’da, Atatürk Köşkü’ne oturan TC nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atanmıştı. Fakat Atatürkçü olmayıp “Atatürkçülüğü kendime hakaret sayarım...” diyecek kadar Atatürk karşıtı belki de Atatürk düşmanı bir kişiyi, Atatürk’ün adını, kültürünü, dilini ve tarihini yaşatacak bir kurumun yönetimine atanması kadar saçma, insana hüzün veren bir durum olamaz.
Yürürlükteki anayasamızın 103 Maddesinde belirtilen “…. Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma,…. namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” şeklinde ant içmiş bir cumhurbaşkanı böylesine bir atama yapıyordu.
Bu manzarayı görünce insan kendi kendine sormadan, sesli düşünmeden edemiyor; acaba atayan kişiler, Atatürk, Atatürkçülük karşıtı, Atatürk düşmanı mı ki, böylesine Atatürk ve Atatürkçülük düşmanı bir kişiyi Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’na atamaktadır? Kendisine “Atatürkçü denmesini hakaret” sayan bir adam, Atatürk’ü kendisine rehber almış milyonlarca insanla alay edercesine Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu’nun başına nasıl atanabilir?
İşte bu duygular içindeyken, 1965 de Türk Kültüründe yayınlanan bu anıyı sizinle paylaşmak istedik. Bu atmayla, bu anı arasındaki bağ nedir, diye belki de soranlar olur; ama bizim içimizden geldiğinden ve de aniden makaleyi bulup hüzünlenmemiz bunda etkili oldu.
“Atatürk öleli yirmi yedi yıl oldu. Onu her ölüm yıldönümünde anıyor ve hayırla yâd ediyoruz. Çünkü o, büyük adam Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu, Türk İnkilâpları'nm önderidir. Her ölüm yılı ona ait hatıraları dile getirmekteyiz. Ben de bu yıl dönümünde onunla ilgili bir hâtırayı yazmayı münasip gördüm. Bu anıyı Millî Mücadele yıllarında tuttuğum notlar arasından seçtim. Bu da Üç Kılıç ve bir Kuranı Kerim'e ait tarihî ve hamasi olayın hatırasıdır.
Millî Mücadelenin ilk günlerinde bana millî bir ödev verilmişti. O da kağnı komutanlığı idi. O acı ve yoksul günlerde ordumuzun geri hizmetleri üç türlü vasıtayla sağlanmaktaydı. Deve kolları, katır kolları ve kağnı kollarıydı. Çünkü o zamanlar ordumuzun elinde hiç bir motorize kuvvet yoktu. İnönü Cephesine silâh ve yiyecek bu nakil kollarıyla temin edilmekteydi. Deve kolları pek süslüydü. Develerin hörgüçlerinden boyunlarına kadar renkli püsküller ve aynalar sarkmaktaydı. Her devenin hörgücünün üzerine de üç cephane sandığı yerleştiriliyordu. Deve kolları bu şekilde bir dizi teşkil ederek ağır ağır İnebolu’dan Eskişehir yolunu tutmaktaydı. Katır kolları da pek enteresandı. Katırların boyunlarındaki iri tunç çanlar çalar, bu gürültü içinde katırlar da yola düzülürler, onlar da cephane taşırlardı. Benim kolum kağnı kollan idi. Kağnılar vilâyet vilâyet olarak nöbete gelirler ve ödevlerini tamamladıktan sonra yurtlarına dönerlerdi. Kağnılar iki tekerlekli basit şekilde yapılmış birer yük arabasıydı. Bunları öküzler veya mandalar çekerlerdi. Kağnıların hep birden çıkardıkları inilti tâ uzak yerlerden işitilirdi. Bana her seferinde kırk kağnı verilirdi. Kağnıcıların çoğu kadın olurdu. Çünkü delikanlılar cephedeydiler. Çok kere benim kağnıcılarımın otuzu kadın; sekizi çocuk ikisi de altmış yaşından yukarı aksakallı ihtiyarlar olurdu. Bize muhafız olarak da silâhlı (Müzaheret Bölüğü) efradından bir milis asker verilirdi. Bunlar hapishanelerden çıkarılıp vatan hizmetine verilmiş mahpuslardı.
Ben bu kağnıları İnebolu’da İkiçay mevkiinden alır, akşamüzeri yola çıkar, Ecevit'e doğru yollanırdım. Geceleri Hanların ahırlarındaki gübre yığınlarının içinde yatardık. Çünkü gübre sıcak olurdu. Altı günde Kastamonu'ya, beş günde de Ankara'ya gelmek suretiyle on bir günlük yolumuz olurdu. İşte bu suretle ben bu yolları iyice tanımıştım.
Bu sebeple olacak ki bana yeni bir ödev verildi. O da Sovyet Sosyalist Şûraları içinde kurulmuş olan. (Buhara Devleti) nin Ankara Elçilerini Ankara’ya götürmekti. Buhara Batı Türk Elinde bir şehrin adıdır. Bir zamanlar Batı Türkeli’nde Buhara Hanlığı kurulmuş, fakat Rusların istilâsıyla bu Devlet yıkılmıştı. Bu defa 1917 Bolşevik İhtilâlı üzerine Buhara'lılar da bir Cumhuriyet kurmuşlardı. Buharalı Türk’ler. İstiklâl Savaşını dikkatle takip ettiklerinden Ankara’ya bir Elçi göndermeğe karar vermişlerdi. Buhara'dan gelen heyet iki kişiden mürekkepti. Elçi olarak gelenin adı (Recep) Maslahatgüzar olarak gelenin adı ise (Nazirî) idi.
İnebolu Kaymakamı İsmail Hakkı Bey beni çağırarak. Buhara Heyetini Ankara'ya götürmemi emretti. Kaymakamın makamında oturan bu Buhara’lı Türk'lere Kaymakam beni takdim etti. Her ikisi de sivildi. Benim başımda sivri bir kalpak, üzerimde avcı ceketi, ayaklarımda sarı botlar vardı. Gömleğim siyah, belimde gümüşlü bir kemer vardı. Tam bir Kuvayi Milliyeci kıyafetindeydim. Bu büyük davaya idealist olarak atıldığım için neşeli ve hareketliydim. Buharalı Elçiler çok güzel Türkçe konuşuyorlardı. Hele Recep Bey Öğretmen Okulu’nda okumuş olduğundan İstanbul şivesiyle konuşuyordu. Nazirî Bey Türkistanlı gibi konuşuyordu. Heyet bir yaylı araba ile yola çıkacak, ben de kendilerini atla takip edecektim.
Sakarya Savaş henüz bitmişti. Yıl 1921. Ertesi gün Sefaret Heyetimi Şeref Otelinden aldım. Şükran Lokantasında kahvaltı ettik. İnebolu Camii önündeki meydanda duran bir yaylı arabaya bindiler ve denklerini de yerleştirdiler. Ben de ata atladım. İslâm ve Gâvur Doruk Dağları arasındaki İkiçay'dan hareket ederek, yüksek ve çamlarla bezenmiş dağlara doğru dolana dolana yollandık. Günlerce yol aldıktan sonra Kastamonu'ya yardık. Kışla önünde bizi Kastamonu İstiklâl Mahkemesi Reisi ve Saruhan Mebusu Mustafa Necati Bey’le bu Mahkemenin azalarından Nebizade Hamdı ve Çankırı Mebusu Neşet Bey karşıladılar. Bizim geleceğimizi onlara haber vermişlerdi. Onlar da bize katılarak Ankara'ya gideceklerdi.
Ertesi gün sabah saat beşte yola çıkmak üzere hazırlandık. Elçiler yaylıda Mustafa Necati ve ben attaydık. Necati Beyin maiyetinde on iki tane çete kıyafetinde, omuzlarında mavzerler, göğüslerinde çapraz bağlanmış fişekler ve atlarının eğerlerine takılmış ucu kırmızı ve bayraklı mızraklar olduğu halde Olukbaşı'ndan harekete geçtik. Birçok yerlerde konakladıktan sonra Buhara Heyetiyle uzun uzadıya konuşmamız Tüney denilen bir Türkmen köyünde oldu. Elçi Recep Bey bize Rusya'da çıkan Bolşevik ihtilâlının safhalarını ve Türkistan'da komünizmin yayılışını uzun uzadıya anlattı.
Asya Rusya'sını dolduran birçok milletlerin birer hükümet kurarak, Sovyet Şûralarına dâhil olduklarını söyledi. Bunlar arasında Buhara'da da bir Türk Devletinin kurulduğunu ve kendilerinin bu Devletin Elçileri bulunduğunu söyledi. Bu Elçilerin denklerinde paha biçilmez derecede değerli astragan parçaları bulunuyordu. Bunların hepsi kalpaklıktı. Atatürk'e hediye edilecek astragan boz renkteydi. İsmet Paşa'ya verilecek astragan ise siyahtı. Ayrıca Fevzi Paşa ve diğer Komutanlar için de parçalar vardı. Bu hediyeler arasında çok kıymetli Buhara halıları olduğunu da söyledi. Bütün bu hediyelerin içinde dikkate değer dört armağan vardı. Bunlardan bir tanesi Timur'un Kuranı Kerim'i, üç tane de Buhara kılıççılarının yapmış oldukları pala şeklindeki kılıçlardı. İşte bunların hepsi Atatürk'e hediye olarak Türkistanlı kardeşlerimiz tarafından gönderilmişti.
Ertesi gün Tüney'den hareket ederek konaklıya konaklıya Ankara'ya geldik. Elçiler Hürriyet Otelinde misafir edildiler. Ertesi gün Buhara Heyetinin geldiği Atatürk'e haber verildi. Paşa kendilerini Çankaya Köşkü'ne davet etti. Elçiler bavullarında bulunan renkli Buhara hırkalarını giydiler ve başlarına da Buhara takkesini geçirdiler. Bu kıyafetleriyle bir fayton arabasına binerek Çankaya Köşkü'ne gittiler. Çankaya'da uzun müddet kalarak Atatürk'le görüştüler. Bu tarihî mülakat hakkında bilgi edinilememiştir. O zamanlar Ankara'da yeni Türkiye'yi tanıyan üç devletin elçisi bulunmaktaydı. Birisi Sovyet Rusya, ikincisi Azerbaycan, üçüncüsü de Afganistan'dı. Rus Sefiri Aralof Yoldaş Azerbaycan Sefiri İbrahim Abilof Yoldaş, Afganistan Sefiri Ahmey Han'dı. Şimdi de dördüncü devlet sefiri Ankara'ya gelmiş bulunuyordu. Buhara Heyeti bütün hediyelerini Atatürk'e takdim etmişti. O da bu hediyeleri arkadaşlarına vermişti. Mustafa Necati Beye de siyah bir astragan verilmişti. Onu bize iftiharla gösterdi. Bunlar arasında üç kılıç ile Kuranı Kerim de Atatürk'e verilmişti.
7 Ocak 1921 tarihinde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihî bir oturum yaşadı. Ankara Mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkarak şu sözleri söylediler:
— Muhterem arkadaşlar! Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya Zaferi münasebetile bize üç kılıç ve bir de Kuran'ı Kerim göndermişler. Türk Milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk Milletine Hediye ediyorum. Bu üç şeyi muazzezlerden (Kılıç) birini ben aldım ikincisini İsmet Paşa'ya verdim, üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir'e ilk giren Kumandanın beline takılacaktır". Bunları dedikten sonra kürsüden indiler. Bu Kuran'ı Kerim Hacı Bayram Camiine verilmişti, şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesinde saklanmaktadır. Bu iki tarihî kılıcı Atatürk ve İsmet Paşa 26 Ağustos 1922 taarruzuna hazırlanırlarken giydikleri kaputların üzerine takmışlardı.
Bu kılıçlar takılı olduğu halde Akşehir'de fotoğraflarını çektirmişlerdi. Bu resim tarih kitaplarına geçmiş olup herkesin malûmudur.
Türk Orduları Dumlupınar Zaferini kazandıktan sonra Atatürk'ün “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!” emrini vermesi üzerine kahraman ve şanlı ordumuz İzmir'e doğru düşmanı takibe başladı. Bir süvari müfrezemiz başlarında Komutanları Yüzbaşı Şeref Bey olduğu halde 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e girmek bahtiyarlığına nail oldu. Bu suretle Yüzbaşı Şeref İzmir Fatihi unvanını aldı.
Atatürk Belkahvede istirahattan sonra muzaffer olarak İzmir'e girdi ve İzmir'e ilk giren Türk Komutanı süvari Yüzbaşısı Şeref Beyi huzuruna çağırarak onu tebrik etti ve Buhara'lı Türk'lerin hediye etmiş oldukları üçüncü kılıcı beline bizzat taktı. Bu suretle tarihî ve hamasî bir sahne doğmak suretiyle gelecek nesillere armağan edildi.
Buhara Elçiliğine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Ruşen Eşref Ünaydın'ı Maslahatgüzarlığa da Rahmi Apak'ı seçerek gönderdi. Bizim elçiler yola çıktıkları zaman Buhara Elçileri de Moskova'ya çağırıldı. Duyduğumuza göre bu iki elçi Bolşevikler tarafından öldürülmüştür. Bu olay üzerine bizim Elçilerimiz de Batum'dan geriye döndüler.
Kaynak: Enver Behnan Şapolyo. Türk Kültürü Dergisinden alındı sf 86-87
Yorum Gönder