Umarım yeni yıla her zamankinden daha dikkatle hazırlanmışsınızdır. Çünkü, Maya rahiplerinin yaklaşık 1500 yıl önce yaptıkları hesaplara göre, 21 Aralık 2012’de uygarlığımız sona eriyor.
Maya hatta Sümer kehanetlerine dayandırılan bir senaryoya göre, Marduk, Nibiru, Planet X gibi adlarla tanımlanan, Güneş’e Plüton’dan biraz daha uzak, biraz daha büyük bir gezegen 2012 yılında dünyaya çarpacakmış.
Kültür endüstrisi de ciddi gazetelerin köşelerine kadar uzanan bu “uygarlığın sonu” senaryolarına kendince katılmaya başlamış görünüyor. Lars Von Trier’in Eylül 2011’de vizyona giren Melancholia filmindeki, Marduk kehanetini kabul eden yaklaşımın yanı sıra iki senaryo daha var. Biri, The Day After (2004), 2012 (2009) filmlerinde izlediğimiz, ani iklim değişikliği ya da dünyanın merkezindeki magmanın (erimiş metal) Güneş’ten gelen radyasyonun etkisiyle aniden ısınmaya başlaması gibi doğal felaket temelli bir sona ilişkin. İkincisi de uzaydan gelen bir başka uygarlığın etkilerine dayalı bir son. Bu kategoride de The Day The Earth Stood Still (2008), Skyline (Kasım 2010), Battle of Los Angeles ( Mart 2011), The Darkest Hour (Aralık 2011) gibi filmler var.
Tüm bu kehanetler, yayınlar, filmler, bize uygarlığımızın bu noktasında “zamanın ruhu”nun, giderek artan bir yoğunlukta “kendi sonunu” hayal etmeye başladığını gösteriyor. Neden?
Melankoli
Bu soru üzerinde düşünürken, Lars Von Trier’in Melancholia filmi, hem içerik hem de zamanlama açısından bize yardımcı olabilecek ilginç bir örnek sunuyor. Film çok zengin bir burjuva ailenin, “Marduk”un dünyaya çarpmasını beklerken yaşadıkları son saatlere egemen ruh halini, görüntüler, renkler, tempo, alt izlekler, özellikle de müzik aracılığıyla, melankoli olarak tanımlıyor. Trier bu filmde, bize geleceğini kaybettiğini bilen, ama bu kaybı son ana kadar kabullenemeyen dünya, 7 milyar insan yok olurken yalnızca kendisini düşünen bir sınıfın ruh halini simgeliyor.
Gerçekten de melankoli çok değerli bir şeyi kayıp etmiş olmakla ilgilidir. Ama benzer bir durumla ilgili olan yas tutma halinden çok önemli bir noktada ayrılır. Yas tutan neyi kaybettiğini “bilir”, bu kaybı kabullenir, kendi simgesel evreninin içine yerleştirerek yaşamına, bu kaybın getirdiği koşullara uyum sağlayarak devam eder. Melankoli’de kaybeden, neyi kaybettiğini “bilmez” (kendine itiraf etmez, kabullenemez) bu yüzden de bu kaybı kendi simgesel evreninin içine yerleştirerek bu kaybın getirdiği koşullara uyum sağlayarak yola devam edemez. Kaybetmişlik noktasına saplanır kalır.
Agamben’in Stanza yapıtında gösterdiği gibi, melankoli, feodalizmin uzun krizi içinde, “dünyasının” dağılmaya, simgesel evrenin istikrarı kaybolmaya başladığı bir noktada, ruhban sınıfı içinde, öncelikle de yazmanlar arasında ortaya çıkmış. Son yıllarda da bir “son” duygusunu canlandıran, kapitalist kriz döneminde, kültür endüstrisi içinde de ortaya çıkması çok anlaşılır bir şey.
Geleceğini kaybeden uygarlığın içinde, tarihin derinliklerindeki uygarlıkların “bilge”lerinin (ki onların “bilgileri”nin bir kısmı yanlıştır, kalanı da bugün bir lise giriş sınavını bile geçmeye yetmez) kehanetlerinde hikmet arama çabalarıysa, başka bunaltıların kapısını aşacaktır.
Geçmiş zaman korkusu...
Melankoliyi besleyen “uygarlık sonu” senaryolarına, geleceği kaybetmiş olma duygusunun yanı sıra, geçmişi, kapitalizmin doğum sancılarını, ilkel birikimi, krizlerin tetiklediği paylaşım savaşlarının insanlığa getirdiği felaketleri unutamamaktan kaynaklanan bir korku da biçim verebiliyor.
Bu geçmişi unutamamanın getirdiği korkunun izlerini, “uzaydan gelenler” senaryolarında görüyoruz. Bu senaryoların hemen hepsinde, karşımızda teknolojik olarak “bizden” çok ileri, bu “ilkel uygarlığın” insanlarına hiç önem vermeyen, diyalog kurulması bile olanaksız “uzaylılar” var.
The Day The Earth Stood Still filmindeki uzaylı, dünyadaki canlı türlerinin var olmaya devam etmesi için içlerinden birinin, insanın, yok olması gerektiğini ve edileceğini haber vermeye gelmiştir; bu gezegenin aslında sandığımız gibi “bize” ait olmadığını da vurgular. Aynı, conquistador’ların, sömürgecilerin, dışardan gelenlerin, Afrika’da, Avustralya’da, Amerika’da yerlilerin toprak hakkını “doğal olarak” yok sayması gibi...
Skyline’da uzaydan gelenler, insanların beyinlerini toplamaktadırlar, Battle of Los Angeles’de okyanusların sularını, The Darkest Hour’da da mineralleri ve enerjiyi... İnsanların ise bu kez, 1996’da henüz mali krizler zinciri başlamadan önce kurgulanmış The Independance Day filminin iyimserliğinden, farklı olarak, böcekler gibi ezilmekten, Avustralya, Amerika yerlileri gibi direnseler de umutsuz bir yok olma sürecine girmekten başka seçenekleri yoktur.
Gerçekteyse bugün, insanlığın, melankoliyi kapitalist sınıfa bırakarak, yeni başlangıçları düşünmeye başlamaktan başka bir seçeneği yoktur.
Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet
Yorum Gönder