2007’den bu yana tutuklu olan gazeteciler, politikacılar, bilim adamları, askerler var zindanlarda?
Bazılarının tutukluluk süreleri 5. inci yılına giriyor.
Halkın yüz binlerce oyuyla seçilen milletvekilleri de içeride?
Tavuk kümesi büyüklüğündeki tecrit odalarında aylardan beri çile dolduruyorlar…
Şimdi Sevgili Ece Temelkuran’ın “Bu Yazıyı Siz Okumayın, Ona Okutun” adlı makalesinden aldığım rakamları yazıyorum buraya:
“2005’te terör suçu 273 iken, 2010’da bu sayı 12.897’ye çıkmış; dünyada terör gerekçesiyle tutuklu bulunan insan sayısı toplam 35.117, Türkiye’de aynı gerekçeyle tutuklu olan insan sayısı 12.897…”
Yani dünya teröristlerinin üçte biri Türkiye’de yaşıyor? Ve tutuklu gazeteci sayısında dünyada ilk sıradayız. Bu nasıl bir demokrasi? Bu nasıl bir düşünce özgürlüğü?
Bir tuhaflık yok mu bu işte sizce? Bu manzara karşısında bile hâlâ muhalefet, Cumhuriyet tarihi ile uğraşıyor…
İşte faşizm budur. Hem de faşizmin siyasal İslam nitelikli olanı.
Faşizmi anlatmak için sayfalar dolusu kitaplar yazmaya, konuşmalar yapmaya hiç gerek yok. İşte her şey ortada. Gün gibi… Açık, seçik… Gözümüzün önünde gerçekleşiyor. Her türlü haksızlığı, adaletsizliği, işkenceyi canlı canlı yaşıyoruz.
Peki, ne yapmış bu insanlar? Suçları ne? Ne yazık ki, ne içeridekiler biliyor suçunu ne de dışarıdakiler onların ne suç işlediğini…
Mehmet Haberal Hocamız dört duvar arasına atıldığı günden beri “Suçum ne?” diye soruyor. Bir Allah’ın kulu çıkıp da “senin suçun şu” diyemiyor?
Adam mı öldürmüşler? Irza mı geçmişler? Hırsızlık mı yapmışlar? Adam öldürenlerin, ırza geçenlerin arasında bile tutuksuz yargılananlar var.
Yoksa hayali ihracat yaparak, ihaleye fesat karıştırarak devleti mi dolandırmışlar? Ya da Deniz Feneri gibi din istismarı yoluyla, bağış adı altında saf vatandaşlardan topladıkları paraları mı iç etmişler?
Alman yargısı tarafından mahkûm edilen o sanıklar bile 3 ay gibi kısa bir dönemde salıverildiler.
Peki, gelecekte bu tutukluların suçsuzluğu kanıtlanırsa, dört duvar arasında geçen bu yılların hesabını kim verecek?
Ya ölümlerin? Ya ölümlerin hesabını…
Bugüne değin 10’u aşkın insan öldü. İlhan Selçuk’ların, Türkan Saylan’ların ölümleri, intiharlar… Hep bu Ergenekon soruşturmaları ile hızlandı.
Peki, Kâşif Kozinoğlu’nun, Kuddisi Okkır’ların vakitsiz ölümlerinin hesabını kim verecek?
Cezaevlerinde doktor yok, ambulans yok. En yakın hastane 1 saat uzaklıkta.
Kalp, damar, şeker hastalığı olan onlarca tutuklu hasta var zindanlarda. Peki, devlet, bu koşullarda nasıl koruyacak içerideki vatandaşlarının kendisine emanet edilen canlarını?
Onlar da bakımsızlıktan, tedavi yokluğundan göz göre göre yaşamlarını yitirirlerse, cinayet olmaz mı bu?
Devlet vatandaşına zulmeder mi? Devlet cinayet işler mi? Devlet öç almak için vatandaşının canına kıyar mı?
Böyle bir adalet, böyle bir hukuksuzluk ne 12 Mart ne 12 Eylül darbelerinde yaşandı…
Siz, muhalefeti ile iktidarı ile yıllar öncesine gidip, İngiliz emperyalizminin desteğinde Cumhuriyet Hükümetine saldıran ve 33 askerimizi şehit eden Dersimli eşkıyaların hakkını arayacağınıza önce size emanet edilen insanların yaşamını koruyun.
Öfkeyle, kinle, öç alma duyguları ile bir ulus yönetilir mi? Terör gerekçesiyle 12.897 insanın tutuklu olduğu bir başka ülke daha gösterebilir misiniz yeryüzünde?
Bu nasıl kindir? Bu nasıl nefrettir? Sizin yüreğinizde sevgiye, insanlığa hiç yer yok mudur?
Politikacılık, insanı sevme mesleğidir. İyi politikacı olmak için önce “insanlaşmak” gerekir. İnsan olmak gerekir. İnsanlaşmak için de gönüllerin sevgiyle, hoşgörüyle dolması gerekir.
Siyasetçiler ulu önder Atatürk’le uğraşacaklarına, onunla yüzleşeceklerine (!) önce onun insan yanını görsünler. Onu örnek alsınlar. Onun insanlık dolu yaşamından dersler çıkarsınlar…
O, her zaman ve her yerde yurttaşları büyük bir ilgiyle, içtenlikle dinledi. Kimseye “Ananı da al git” demedi. Halkının dertlerine derman olmaya çalıştı. Çünkü o savaşlardan, yaşamın içinden çıkıp gelmişti. Çekilen sıkıntıları yakından görmüş, ulusu ile paylaşmıştı. Kimsesizlerin kimsesiydi. Gücünü Obama’lardan, mobamalardan, İngiliz Kraliçelerinden değil, halktan alıyordu.
Batıl inançlarla, hurafelerle ilgisi yoktu. Temel dayanağı halktı. Bilimdi. Kin, nefret, öç alma duygusu onun kitabında yazmazdı.
Ölümünden bir yıl önce yabancı bir devlet adamına şunları söylemişti: “Şeflerin ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol göstermektir.”
Bırakın “yol göstermeyi”, günümüzün şefleri (!) vatandaşına hayatı zindan etmek için ellerinden geleni ardına koymuyorlar…
Ali Eralp
Yorum Gönder