Yıl 2003. Cumhuriyet gazetesindeyim. “Olaylar ve Görüşler” sayfasının yönetmeni Sami Karaören ağabeyin odasındayız. Söyleşiyoruz.
Kapıdan girince, duvarı boydan boya kaplayan bir tablo çarpıyor gözünüze. Tabloda Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı komutanları yer alıyor. Büyük Taarruzun yıl dönümünde bir araya gelip, Kocatepe’de bir hatıra fotoğrafı çektirmişler.
Tabloya dalıp gidiyorum. Geçmişi düşünmeye başlıyorum, aşılan engelleri, zorlukları…
26 Ağustos 1922 tarihine gelinceye dek ne acılar, ne çileler çekilmiş, ne ölümlerden, ne idamlardan dönülmüş. Nice mandacı hainlerle, vatan satıcıları ile karşı kaşıya kalınmış, nice meydan savaşları verilmişti…
Tabloya dalıp gittiğimi gören Sami Ağabey soruyor bana: “Söyle bakalım Eralp, sence bu fotoğrafta dikkatimizi çeken ne var? Bu tablonun özelliği nedir?”
Geçmişten sıyrılıp, yeniden tabloya dönüyorum. Tüm dikkatimi fotoğraf üzerinde yoğunlaştırıyorum. Sorunun yanıtını bulmaya çalışıyorum.
Çok büyük ve görkemli bir tablo. Komutanlar mutlu. Ortalık ışıl ışıl. Daha önce yoğun çarpışmaların olduğu, oluk oluk kanların aktığı tepelerde şimdi sessizlik, huzur hâkim. Ülke kurtulmuş, emperyalistler ve mandacılar kovulmuş.
Ama komutanlar hâlâ eski giysiler içerisinde. Hatta bazılarının pantolonlarında yamalar göze çarpıyor. Halk da perişan, onların da üzerlerinde eski püskü giysiler var. Ama onlar da mutlu… Gülümsüyorlar…
Sanırım Sami Ağabey dikkatimi resimdeki bu yoksulluğa çekmek istemişti. Söylüyorum düşüncelerimi ona. “Yedi düvele karşı yüce bir Kurtuluş Savaşı kazanmış komutanların kılık kıyafetleri hâlâ eski, yenilenmemiş” diyorum. “Evet, haklısın. Ben de bunu vurgulamak istemiştim” diyor. “Yurt sorunlarını düşünmekten henüz üstlerine başlarına bakamamışlar… Özel yaşamlarına sıra gelmemiş…”
Sonra günümüzün devlet adamları geçiyor birer birer gözümün önünden.
Kollarında milyarlık saatler, eşlerinin parmaklarında paha biçilmez sultan yüzükleri, oğullarının, damatlarının uçsuz bucaksız servetleri… Yalılar, köşkler, havuzlu villalar…
Üç kuruşluk dünya malı için orman katliamı yapıp, tüm canlıların soluğunu kesen orman bakanları… Hayali ihracatla kazanç sağlayan maliye bakanları…
Bir ülkede 20 milyon insan aç, biilaç yaşarken, Başbakana alınan özel uçaklar… Bakanların altına çekilen dünyanın en donanımlı, son model, lüks makam arabaları…
Yavrularına ekmek götüremediği için canına kıyan işsiz babaların bulunduğu bir ülkede şatafatlı, gösterişli “lüks bir hayat” sürmek, trilyonların üzerinde oturmak nasıl bir duygudur acaba? Nasıl içlerine sindirebiliyorlar böyle bir yaşantıyı? Başlarını yastığa koyduklarında rahat uyuyabiliyorlar mı?
Sonra milletvekillerinin maaşlarına yapılan son zamları düşünüyorum. İşçiye, memura, emekliye yüzde 4, kendilerine yüzde 100 zam…
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile milletvekili maaşları bu denli yüksek değil. Küba’da milletvekilleri hiç maaş almıyor.
5 bin 800 lira olan emekli milletvekili maaşı 8 bin 100’yükseldi. Hem emekli, hem milletvekili olanların maaşı ise 14 bin 300’den 19 bin 300 liraya, ilk kez seçilen bir milletvekilinin maaşı 11 bin 250 liraya çıktı.
Maaş zammı konusunda dört partinin milletvekilleri 15 dakikada anlaştılar.
Millet Meclisi salonunda bu kez ne kavga ne dövüş vardı. Kimse kimsenin üzerine yürümüyordu
Şimdi yukarıdaki soruyu bir kez de milletin vekillerine soruyorum:
“Nasıl, yeni yapılan zamlardan memnun musunuz? Bu ülkede 20 milyon insan aç biilaç yaşarken, 600 lira asgari ücretle hem kiralarda sürünüp, hem de çoluğuna çocuğana bakma savaşımı veren emekçiler varken bu maaşları içinize sindirebilecek misiniz?
Başınızı yastığa koyduğunuzda rahat uyuyabilecek misiniz? Hepsinden önemlisi aynaya bakabilecek misiniz?
Sizler bu milletin vekilisiniz?
Bu millet hakkını, hukukunu, vatanını, cumhuriyetini korumak; maddi, manevi yaşam koşularını düzeltmek için sizi oraya gönderdi. Sizi bunun için kendisine vekil seçti. Maaşınıza yüzde 100 zam yapmak için değil…
Şu 10 yıllık süre içinde ne vatan toprağı kaldı, ne kamu mülkiyeti, ne ormanlar, ne sular, ne akan dereler… Hepsinden önemlisi ne Atatürk ne de onun halkıyla birlikte kanı, canı pahasına kurduğu Cumhuriyet ve laik düzen… Bu ihanet ortamında yaptığınız yemine bağlı kaldığınızı düşünüyor musunuz?
Sömürgeci politikalarıyla dünyaya “gerçek soykırım” uygulayan, dünyayı her yüzyılda kana boyayan iki paralık, tek dişi kalmış emperyalist devletler, yedi bin yıllık Türk Devletini aşağılamaya kalktılar. Türkiye’yi “soykırımcılık”la suçladılar. Siz sadece baktınız ya da konuşmakla yetindiniz. Hiçbir engelleyici yaptırım ve uygulama içerisine girmediniz.
Ama söz konusunu maaş zammı olunca gece yarısı, hem de 15 dakika gibi kısa bir zamanda anlaşıp yasayı yıldırım hızı ile geçirdiniz.
Şimdi bir de bu yasanın çıkmasında önemli rol oynayan AKP milletvekillerine soruyorum:
Komşusu açken kendisi tok yatan, ülkesi perişan, sefil, işsiz iken yedi sülalesinin geleceğini garanti altına alan bir kimse, bir ay değil, oniki ay oruç tutsa, günde beş değil, on kez yatıp kalksa, yılda en az on kez hacca gitse dinin gereklerini yerine getirmiş sayılır mı?
Ne dersiniz?
Şimdi rahat mısınız? Maaşlarınızdan memnun musunuz?
Başınızı gece yastığa koyduğunuzda uyuyabiliyor musunuz? Hepsinden önemlisi aynaya bakabiliyor musunuz?
Ali Eralp
Yorum Gönder