Hrant Dink davasına bakan özel mahkemenin cinayetin arkasında bir örgüt bulunmadığını vurgulaması, sanıklara buna göre ceza vermesi hükümet kanadını ve yandaşlarını memnun etmedi. Bu nedenle “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganları atarak yürüdüler.
Özel Mahkeme, davanın arkasında bir örgüt bulsaydı, daha doğrusu “Bu cinayeti Ergenekon işlemiştir” deseydi herkes memnun ve mutlu olacak, işine devam edecekti.
Olmadı.
HSYK’nın seçtiği özel yargıçlar bu kez kurallara uymadı. Önlerine gelen kanıtlara göre hareket ettiler.
Ve liboşlar, enteller, hümanist bozuntuları, şeriatçılar, Kürtçüler sokağa döküldüler. “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganları ile yeri göğü inlettiler…
Siz, bir Amerikalının ya da bir Ermeninin PKK kurşunu ile şehit düşen bir “Mehmetçik”in ölümü karşısında “Hepimiz Türk’üz” diye sokaklarda bağırdığını, çağırdığını, yürüyüş yaptığını gördünüz mü, duydunuz mu hiç?
Ben görmedim, duymadım.
Bu türden protestolar ancak bizim ülkemizde görülür. Emperyalizme göbekten bağlı bu mandacı liboşlar, enteller, ortamına göre Bukalemun gibi renk değiştirip bir anda Ermeni olurlar, Kürt olurlar, Amerikalı olurlar.
Bu bir kimlik bunalımıdır, kültür yozlaşmasıdır. Türklüğün yadsınmasıdır. Emperyalizm onları etnik, dinsel temelde yeniden şekillendirmiş, “Ucube bir aydın tipi” yaratmıştır.
Bu dönemler, Osmanlı’nın son zamanlarında görüldüğü gibi, yabancı baskısının arttığı, yurdumuzu parçalamak için emperyalizmin kolları, bacakları, elleri, kafası, gözü yani tüm gövdesiyle ülkemize girdiği, tüm gücünü seferber ettiği dönemlerdir.
İşte böyle dönemlerde ortaya çıkar kimlik bunalımı yaşayan bu hainler. Bu dönemlerde etnik ve dinsel farklılıklar kaşınır. Enteller, neoliberaler “insan hakları” perdesinin arkasında çeşitli çıkar oyunları oynarlar.
İşbirlikçiler, mandacılar, vatan satıcıları böyle dönemlerde kulluğa soyunurlar.
Açıkça söylemek gerekirse, ”mütareke basını” gibi davranışlar sergileyen, ”yalakalık” yapıp bazı yerlere ”şirin” gözükmeye çalışan bu çevreler, kendi halkına ve özgücüne güvenmeyen kimselerdir.
AB ve ABD kapısından uygarlık ve dostluk bekleyen küreselleşme tutkunları, hümanizm soytarıları artık akıllarını başlarına toplamak zorundadırlar.
Özgüvenini, kendisine saygısını, ilerleme direncini yitiren yönetimleri ve ulusları ne gelişmiş ne de azgelişmiş ülkeler önemser. Bağımsızlığını ve onurunu ayaklar altına almış hiçbir toplum çağdaş uygarlığı yakalayamaz.
Mustafa Kemal Atatürk yıllar önce Söylev ‘de onları şöyle eleştiriyordu:
”Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Uygarlaşabilmek, her şeyden önce bir yapı, bir düşünce biçimi, bir düzen sorunudur. Bir ülkenin ileri mi, geri mi olduğunu anlamak için o ülkenin sosyo-ekonomik yapısına, insanlarının ve özellikle yöneticilerinin düşünce dünyasına bakmak gerekir.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insan niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez.”
O ülkede çağdışı feodal kalıntılar var mıdır; tarikatçılık, tekkecilik, aşiret reisliği yürürlükte midir? Bölüşüm nasıldır? Halk ulusal gelirden ne oranda pay almaktadır? İşsizlik ve sanayileşme ne durumdadır? Ülkeye bilim mi, kör inanç mı egemendir?
Yüzyılımızın gerçeği şudur: Küresel emperyalizm, kendine bağlı ülkeleri çoğaltma çabasına girmiştir. Onun hedefi, ulusal devletlerin ve ekonomilerin etkinliğine son vererek, yönetimlerin uluslararası sermayenin denetimine geçmesini sağlamaktır. Varmak istediği asıl hedef, dünya egemenliğidir.
Bu öyle bir örgütlenme ve yayılmadır ki, içerisinde ne insan ne insan sevgisi ne de insan hakları vardır. İşte Afganistan ve Irak ‘ın durumu, işte Filistin, işte Libya…
Milyonlarca insan mermiler, füzeler, bombalar altında; açlık, yoksulluk, hastalık bataklığında can verirken, binlerce masum çocuk hiç nedensiz katledilirken, bu kahredici manzara karşısında Yeni Dünya Düzeni, hümanist Avrupa (!) sağır, dilsiz ve kör; kılını bile kıpırdatmıyor.
Batı dünyası sadece etnik konularda sesini yükseltiyor. (o da bir ülkeyi bölme, parçalama, güçsüz düşürme amacıyla…) Böylece kendisini, insanlığa karşı yükümlülüklerini yerine getirmiş, insan haklarını korumuş sayıyor.
Peki, hani nerde barınma, beslenme, sağlık ve eğitim hakları? Hani nerde insanca yaşama koşulları? Batı bu alanda hangi ülkeyi uyarmış, hangi ülkeyi desteklemiş, hangi ülkenin elinden tutmuş? Bir tek örnek var mıdır?
Artık bu gerçekleri görmek, Tanzimat ‘la başlayan, 1950′lerde ve 80′lerde artarak devam eden, 2000′li yıllarda doruğa ulaşan ”küreselleşme, Batılılaşma”sevdamızı yeniden gözden geçirmek zamanı gelmiştir. Şu günlerde, “Türkler Ermeni soykırımı yapmamıştır!” diyen ve yazan herkesi para ve hapis cezasına çarptıran bir kanunun Fransa’da kabul edilmesi böyle bir çabanın önemini daha da arttırmaktadır.
Atatürk’ün hedef gösterdiği ”çağdaşlaşma” (muasır medeniyet), Batılılaşmak demek değildir. Çağdaşlaşmanın sınırları çok daha geniş, evrensel ve hepsinden öte insancıldır. Kemalist anlayış, her zaman ”mazlum ülke”lerin yanında yer almıştır, karşısında değil.
Yeminli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları tarafından şu gerçek bilinmelidir: Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1923 Devrimini izleyen yıllarda, her çeşit kötü koşullara karşın, ayakları üzerinde duran, özgüvenine ve özgücüne dayanarak, ”çağdaşlaşma yolu” nu seçen, aynı zamanda kendine yeten bir ekonomiye sahipti. Dünya ülkeleri ve Avrupa ile de eşitlik, karşılıklı çıkar temelinde dostça ilişkiler kurmuştu.
Büyük işler başarmak isteyen uluslar, yönetimler, Atatürk ‘ün işte bu onurlu, saygın, bilimsel yolunu izlemeli, çağdışı koşullara ve kör inanca karşı savaşım vermelidirler.
Tarikatlarla, tekkelerle, aşiret reisleriyle, teröristlerle kol kola girip, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” naraları atarak ne insan hakları korunur, ne çağdaş olunur…
Ali Eralp
Yorum Gönder