Birinci ve İkinci Dünya savaşları, birer paylaşım savaşıydı. Gelişmiş ülkeler, dünyayı bölüşme kavgasına girişmişlerdi.
Emperyalistlerin bu sömürgeci politikaları 1917 Ekim İhtilali ve 1923 Kemalist devrimle kesintiye uğradı. İkinci Dünya Savaşından sonra ise yeryüzü ABD ve SSCB’nin oluşturduğu iki kutuplu bir yapılanmaya dönüştü. NATO ve Varşova paktı, uluslar için bir denge unsuruydu. Bu nedenle ABD, o yıllarda bugünkü kadar pervasız, saldırgan değildi. 1990’larda Sovyet’lerin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte ipin ucu Amerika’ya geçti ve o, “Yeni Bir Dünya Düzeni” kurabilmek için kolları sıvadı.
Amerika, Sovyetler Birliği gibi yeni bir süper güçle bir daha karşılaşmak istemiyordu. Elini çabuk tutup “küresel önderliği” almak amacındaydı. Dünyanın tek egemen gücü kendisi olmalıydı. Uygulanmak istenen bu programın başında ise Paul Wolfowitz, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Abramowitz gibi küresel emperyalizmin teorisyenleri vardı.
ABD’nin bu şahinler takımı, 2000 yılında emperyalizmin yol haritasını şu sözlerle belirlemişti:
“Soğuk Savaş sonrasındaki on yıllık süre içinde neredeyse her şey değişti. Soğuk Savaşın dünyası iki kutupluydu. 21. Yüzyılın dünyası ise –en azından şu anda- kesinlikle tek kutuplu ve Amerika dünyanın tek süper gücü konumunda. Amerika’nın stratejik amacı Sovyetler Birliğinin güçlenmesini engellemek olagelmişti; bugün ise görevimiz, Amerika’nın çıkarlarına ve ideallerine uygun güvenli bir uluslararası ortamı korumaktır.” (Rebuilding America’s Defences, World Socialist Web Site)
Bu yayılmacı, sömürgeci program, Büyük Ortadoğu Projesi “BOP” ile uygulamaya konuldu. Emperyalizmin 21. yüzyıldaki eylem alanı, başlangıç noktası Ortadoğu’ydu. Tek kutuplu bir dünyada engelsiz, rakipsiz kalan ABD, nükleer ve kimyasal silahlar bulundurduğu gerekçesi ile Irak’ı işgal etti. Ama işgalin asıl hedefi, Ortadoğu’nun tümüne egemen olmaktı. Çünkü o, 24 ülkenin sınırlarını değiştirme hedefini önüne koymuştu. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin tüm dünyayı yönetme, yönlendirme saldırılarına açılan bir kapıydı. Elbette hedefte Türkiye de vardı.
Petrolünün yarısını dışarıdan alan Amerika için, enerji ve petrol zengini Irak yenilip, yutulacak tatlı bir lokmaydı.
Yurdumuz coğrafi ve stratejik yapısı nedeniyle yüzyıllardan bu yana emperyalizmin ilgi odağındadır. ABD ülkemize 1947’de Truman Doktrini ile girdi. 1950’lerden sonra, Menderes iktidarında ise onunla can ciğer, kuzu sarması olduk. O yıllarda Politikacılarımız yurdumuzu “Küçük Amerika” yapabilmek için can atıyorlardı.
Halkımız bu yönlendirmelerin de etkisiyle, ABD’ye büyük bir hayranlık besliyordu. Uğruna şarkılar besteliyor, türküler yakıyordu. Küçük, tek katlı bahçeli evleri, filmleri, aşkları, arabaları ile Amerika ulaşılmak istenen uzak bir cennet gibiydi.
Yurdumuzda estirilen bu ılık Amerikan rüzgârı, halkımızın beynini uyuşturmak için kullanılan bir kültür emperyalizmiydi.
ATATÜRK’ÜN KAPIDAN KOVDUĞU ŞERİATÇILIK 1950’LERDEN SONRA BACADAN GİRDİ
1950’lerden sonra Atatürk Devrimleri, laiklik, tam bağımsızlık anlayışı bir kenara bırakıldı. Tekkeler, tarikatlar birbiri ardı sıra yeniden açılmaya başlandı. Yerden biter gibi çoğalan İmam Hatip okulları ile “Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) yasası ayaklar altına alındı. Atatürk’ün kapıdan kovduğu gericilik, şeriatçılık bacadan ülkemize yeniden girdi.
12 Mart,12 Eylül darbeleri ve 2002’de AKP’nin iktidar olması ile sevgili yurdumuz ABD ve AB’nin “Yolgeçen Hanı”na döndü. Girişler, çıkışlar; Amerika’ya gidip gelmeler arttı. Karşılıklı çıkarlar, hizmetler, görevlendirmeler gündeme geldi. Abdullah Gül’ler, Recep Tayyip’ler bu görevlendirmelerin sonunda “işbaşı” yaptılar ve Amerika’nın BOP eşbaşkanlıklarına soyundular.
Sonra Ergenekon, Balyoz tertipleri gündeme geldi. Silivri’ler, Hasdal’lar yurtseverlerle dolduruldu. Ordu, yargı, cumhuriyet kurumları teslim alındı.
Islak imzalar, balyoz tertipleri, yargı, ordu derken, İslam Cumhuriyetine doğru giden yolda ikinci tertip Cumhuriyet Halk Partisine düzenlendi. Bir kaset oyunuyla Deniz Baykal Genel Başkanlıktan uzaklaştırıldı.
SOROS MUHALEFETİ
Yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçti. O, başlangıçta temiz geçmişi ve dürüst konuşmaları ile umut verdi herkese. Sonra ulusalcıları, Atatürkçüleri partiden atıp yerine PKK, AKP, Fethullah Gülen yanlılarını, İkinci Cumhuriyetçileri aldı. CHP, Yeni CHP’ye (YCHP) dönüştü. Üstüne üstlük, bir de Kemal Bey’in TESEV üyesi çıkması CHP’lileri şaşkınlığa uğrattı, umutsuzluğa düşürdü. Büyük tepki aldı.
Avrasya Araştırmalar Merkezi tarafından CHP’liler arasında yapılan son ankette Kılıçdaroğlu’nu “başarısız “ bulanların oranı bugün yüzde 65,8’dir.
YCHP, yeni düşüncelerle, yeni görüşlerle ortaya çıktı. Ama hedefinde Atatürk, Cumhuriyet, laiklik ve ulus devlet var. Geçmişle hesaplaşma var. Son Dersim tartışmalarında görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşının komutanlarını ve Cumhuriyet dönemini kötüleyebilmek için şeriatçı AKP ile yarış ediyor. İşte savundukları görüşlerden birkaçı:
Muhammet Çakmak (CHP Parti Meclisi Üyesi): Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adam.
Hüseyin Aygün (CHP Tunceli Milletvekili): Dersim katliamının sorumlusu devlet ve CHP’dir.
Sena Kaleli (CHP Genel Başkan Yardımcısı): Atatürk İlkelerinin ve Cumhuriyet’in bekçisi değilim.
Faruk Loğoğlu (CHP Genel Başkan Yardımcısı): Anti Amerikan değiliz.
Ve son olarak da Parti Meclisi üyesi Ercan Karakaş Beyefendi: “Barışın muhatabı Öcalan’dır. Onunla görüşmeler yeniden başlamalıdır” buyurmuş. 40 bin kişinin katili ile Türkiye Cumhuriyeti görüşme masasına oturmalıymış.
Gördünüz mü YCHP’yi? Yukarıdaki düşüncelere, yargılara ve önerilere bakarak YCHP’nin nasıl bir yol izlediğini çocuklar bile anlayabilir artık: İktidarla bütünleşen bir muhalefet!
Muhalefetin öteki partisi MHP’ye gelince, çatısı altında çok miktarda yurtseveri barındırmasına karşın, Genel Başkanları 1999’dan bu yana emperyalizmin hizmetinde görev yapmaktadır. AKP’nin yedek lastiğidir, koltuk değneğidir. İktidar partisinin nerede ayağı burkulsa, nerede düşecek gibi olsa, sendelese, hemen koşup, kolundan tutarak, ayağa kaldırmaktadır. En son söylediği “Sağlığına kavuşmasını diliyorum, tek başına iktidar olmuş bir partide çatlama ülkeye büyük zarar verir… Cumhurbaşkanlığı Tayyip Bey’in hakkıdır…” sözü bardağı taşıran son damla olmuştur…
SÖZÜN ÖZÜ: YCHP ve MHP tam olarak Küresel emperyalizmin istediği SOROS MUHALEFETİDİR. Bu muhalefet başımızda kalıp, iktidara koltuk değnekliği yaptığı sürece AKP Atatürk’ü, Cumhuriyeti, Laik düzeni yok etmeye, bitirmeye devam edecektir… Yeni çözümlere getirmek gerekiyor…
SİYASAL PARTİLERİN VAROLUŞ NEDENİ İKTİDAR OLMAKTIR
Muhalefette kalmak, muhalefete mahkûm olmak, devrimci mücadeleyi dört duvar arasına hapsetmek, direnişlerden ve eylemlerden uzak, her şeyi laf kalabalığı ile sadece konuşarak, eleştirerek çözümlemeye çalışmak, yani kısaca “sözde muhalefet”le yetinmek, vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Bu ülkeyi Cumhuriyet yıkıcılarından, vatan satıcılarından kurtarmak istiyorsak eğer, iktidar olma mücadelesine halkımızla birlikte omuz vermek zorundayız. Ancak bu yolla “sözde muhalefet”in yerine “gerçek muhalefeti” geçirebiliriz.
Siyasal partilerin görevi iktidar mücadelesi yapmaktır, koltuk değnekliği değil…
Mustafa Kemal’ler, Castro’lar, Chavez’ler düşüncelerini yaptıkları ile birleştirdikleri için, yani kısaca teori-pratik bütünlüğü sağladıkları için başardılar.
Onlar önce ideoloji planında hedeflerini belirlediler ve sonra uygulama aşamasına geçtiler. Daha öğrencilik yıllarında Mustafa Kemal “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” demişti. Elbette sosyalist değildi o. Ama araştırıyordu. Yolunu yönünü bulmaya çalışıyordu.
Mustafa Kemal, ideolojisini “tam bağımsızlık” ilkesi üzerine kurmuştu. Gerçekleştirmek istediği ikinci değişim ise saltanat ve hilafetin yerine Cumhuriyeti kurmaktı. Hedefinde emperyalist güçler vardı. İktidar olmak vardı. Daha Samsun’a çıkmadan önce, denizlerimize giren düşman donanmaları için söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü, onun bu konudaki kararlılığını ortaya koyması açısından çok önemli bir ipucudur.
Devrimin adresini saptamıştı. Gideceği yeri çok iyi biliyordu. Düşüncelerini eylem alanına aktarabilmek için Anadolu’ya geçmesi gerekiyordu. Çünkü o bir eylem adamıydı. Gerektiğinde tüm resmi sıfatlarını, görevlerini, giysilerini fırlatıp atabilecek bir yapıya sahipti. Nitekim attı da…“Hatay krizi” yıllarında Hasan Rıza Soyak’a söylediği şu sözler onun bu yanını çok iyi ortaya koyuyordu:
“Eğer diplomatik yolla halledemezsem, yapacağım şey Cumhurbaşkanlığından hatta milletvekilliğinden istifa etmektir. O zaman, resmi bir görevim kalmaz, sivil bir fert olarak Hatay’a gider tıpkı Samsun’a gittiğimde olduğu gibi milis kuvvetlerin başına geçerim ve bu uğurda savaşırım ama sonunda mutlaka başarırım…”
Yine o, Osmanlının 1. Dünya savaşından yenik çıkacağını anlayınca, daha savaş devam ederken, düşman işgaline karşı gelecekte nasıl karşı koyacağını düşünüyordu. Çünkü onun kitabında “teslim olmak” diye bir kavram yoktu. Bu nedenle Kürt liderlerinden Mehmet Bey’e, “Mehmet Bey, bir gün bu taraflara gelirsem, Hazro Dağları beni saklar mı?” diye sormuştu. Aynı soruyu Dersim Mebusu Diyab Ağa’ya da yöneltmişti:
“Şayet Ankara’dan çıkarak Dersim’e gelsem, mücadelemizi başa çıkarmak için yüksek dağlarınız ve büyük mağaralarınız var mıdır?”
“Bekleyip görme”, koltuk değnekliği, yandaşlık siyaseti iktidar olma mücadelesine hiçbir şey kazandırmaz.
İktidar mücadelesi uzun, ince, zahmetli bir yoldur. Dikenlerle, çalılıklarla kaplıdır. Emperyalist devletlerin baskıları karşısında boyun eğmek, gerilemek, onların oyununa gelmek, şeriatçı iktidarla dayanışma içerisine girmek, çözüm değildir. Zorluklar, engeller ancak aktif mücadele ile aşılabilir.
İşte Mustafa Kemal’i, Mustafa Kemal yapan bu devrimci pratik ve eylem anlayışıdır.
Onun ölümünden sonra CHP’yi ve bazı sol kadroları 1923 devriminden koparan, emperyalizme ve gerici çevrelere yaklaştırıp, ülkenin adım adım yarı bağımlı bir yapıya dönüşmesine neden olan şey, bu atılımcı, mücadeleci, devrimci niteliklerin onlarda bulunmayışından, hedeflerinin olmayışından kaynaklanmaktadır.
Birileri çıksın da yamalı bohçaya dönen ve her kafadan ayrı bir ses çıkan YCHP’nin hedefini bize göstersin; birileri çıksın da ABD’nin BOP Eşbaşkanı Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığına layık gören Devlet Bahçeli’nin ne yapmak istediğini ve programını bize anlatsın?
Neye, kime hizmet etmektedirler?
Ali Eralp
Yorum Gönder