Geceyi biz de çadırda geçirdik. Bizimle birlikte çadırda dokuz kişi daha vardı. Çamurun içine serilmiş çullara biz de uzandık. Altımızdaki çamur ve çul, donmuştu. Soğuğu iliğime kadar hissettim. Uyursam donarım diye korktum ve uyumamaya gayret gösterdim. Bir ara tuvalet için dışarı çıktım. Söylemesi ayıp, çişim yere buz olarak düşüyordu
Yeni yıl geliyormuş. Ya da yeni yıla giriyormuşuz.. Yani yeni yıl bize girmesin de..
Telefonuma mesajlar geliyor. “Bütün kötülükler eski yılda kalsın, yeni yıl bize güzellikler getirsin.”
Bunlar dilek.. Sadece dilek. Kötülükler dileklerle geride kalmaz. Güzellikleri emeksiz, çabasız elde edemeyiz. Kimse çaba göstermiyor, gayret etmiyor. Ortalık dönekten geçilmiyor. Üstüne üstlük dönekler her geçen gün artıyor. İnsanlar giderek fakirleşiyor. Hapishaneler doldu taştı, yenileri boğazlanıp atılıyor içeri. Üstelik suçları da “vatanseverlik”.
Dilekler, istekler yeni yılı güzel kılmaz. Çaba lazım.
Yeni yıl kutlamaları yapıyoruz.. Sebep ne? Giderek Avrupalılaşıyormuşuz. Giderek Avrupa’nın boyunduruğu altına giriyoruz aslında. Çam süslemelerine ne demeli? Çamlara harcadığımız parayı, canlara harcasak ya.. İç pilavlı, kestaneli, fıstıklı hindiler fırınlanmayı bekliyor. Hindilerin pişmişinin fiyatı, bin tl ile iki bin tl arasında. Lütfedip hindisiz girsek yeni yıla, kim bilir ne canlar kurtarırız.. Neyse... Yeni yılın bize bir şey getirmesini istiyorsak bu bizim elimizde. Gayret bize düşüyor. Ama nafile.. Hindi kadar çalışmıyor kafamız.
Van’a yolculuk
Geçen pazar günkü yazımda Van’a gideceğim demiştim. Van’ın gerçek yüzünü, bugünkü halini görüntülemeye. Yazımda Ali Poyrazoğlu’nu, Şener Şen’i, Cem Yılmaz’ı, Okan’ı, Beyaz’ı ve Haluk Bilginer ile Sinan Çetin’i de davet etmiştim. Onlardan ne bir haber, ne bir telefon geldi. Ben bu isimleri bilerek anons etmiştim aslında. Çünkü ilgilenmeyeceklerini, kurulu düzenlerini bozmak istemeyeceklerini biliyordum. En azından hükümetle ters düşmeyeceklerdi. “Duymadık yahu, işitmedik” diyen olursa, şimdi işitenle tekrar gitmeye hazırım Van’a. Ama muhtemelen bu yazıyı da işitmeyecekler.
Van’ da neler oluyor?
Görüntü yönetmenim Selim Gül ile ben, hazırlıklarımızı yaptık, aldık kameramızı, atladık uçağa, tuttuk Van’ın yolunu.
Van’a indiğimizde hava güneşli olmasına rağmen ısı -3 dereceydi. Ağzımızdan dumanlar savurarak indik havaalanına. Bizi tanıyan vatandaşlar, “Hayrola?” demekten kendilerini alamadılar. Dedik: “Depremzedelerin halini görüntülemeye geldik. Tebessüm ettiler. “Siz de diğerleri gibi her şey yolunda haberi yapmayacaksınız inşallah” dediler. “Zira TVleri açtığımızda kartopu oynayan neşe içinde çocukları görmekten sıkıldık. Gerçekleri yansıtacak mısınız? Söz mü?” dediler. Biz de “Söz!” dedik.
Hemen hemen karşılaştığımız her insan çadırda yatıyordu. Arkadaşıma çadırda gecelemenin ne olduğunu anlayabilmemiz için, biz de çadırda yatmalıyız dedim. Dedi bana, “Sen nerede, ben orada”.. Hayırsever Van’lı dostum Kurtuluş Akay, bize arabasını tahsis etti. Şoföre dedik, bizi bu çadır kentlere sırasıyla götür bakalım. Valilik açık alanlara çadır kentler kurmuş. İlk gittiğimiz bunlardan biriydi. Çadırlar... ve içinde çoluk çocuk yaşayan vatandaşlar..
Her çadırda üç-dört aile birlikte yaşıyor. Çadırlar olanaksızlıktan çamur zeminlere kurulmuş. Yerler ıslak ve yer yer karlı. Çadır kentin kapısında jandarma nöbet tutuyor. Doğal olarak bizi hemen almadılar içeri. Komutanımıza soracağız dediler. Çok geçmeden komutan geldi ve bizi içeri aldı. Başladık çadır kent yaşayanları ile görüntülü sohbete. Önceleri Allah, devlete millete zeval vermesin cevaplarıyla başlayan sohbetimiz, zaman içinde ortamın gerçek yüzünü gösterdi bize. Evvel çocuklardan başlayan “üşüyoruz, açız, gelen yemekleri beğenmediğimiz için yiyemiyoruz” nidaları, “sular akmıyor, tuvalet konusunda zorlanıyoruz, iki aydır banyo yapamadık” cümlelerine dönüştü. Gerçekten de vatandaşın üstünde yoktu, başında yoktu. Küçük bebelerin ayakları çıplaktı. Gençler de öyle. Çıplak ayaklarına kara lastik ayakkabı giymişlerdi. Derdini dile getirmek isteyen, kalabalığı yarıp geçiyordu kameranın karşısına. Tansiyon giderek artmıştı. Kimi gelen yardımların kendilerine ulaşmadığından söz ediyordu, kimi de hastası olduğu için acil konteynıra geçmek istiyordu. Bu ihtiyaçlar karşısında belli ki, valilik de şaşıp kalmıştı.
Az sonra eli telsizli birisi geldi. Valiliğe ait çadır kentlerin koordinatörüymüş. Onu görenler yine Allah devlete millete zeval vermesin söylemlerine döndüler. Ara sıra gerçeklerden söz edenler de, etraftan kaş göz işaretiyle susturuluyordu. Ne var ki kameranın objektifi, ne olup bittiğini olduğu gibi görüntüledi. Fazla söze hacet yoktu. Bir vatandaş yanımıza yanaştı. “Abi bunlar hallerine şükretsinler. Devlet bunlara yazlık da olsa bir çadır vermiş. İyi kötü suları akıyor. Devletin çadır kentlerinin dışında vatandaşın kendi olanaklarıyla oluşturduğu yüzlerce çadır kent var. Oralarda yemek de yok su da yok. Sobada yakacak kömür de yok. Dahası ‘yanımıza halin nedir’ diye sormak için uğrayan da yok. “
Bulunduğumuz yerdeki çadırların içini dışını görüntüledikten sonra, bahsi edilen diğer çadırlara gittik. İnsanlar -3 derecede adeta çıplaktılar. Çocukların sümükleri adeta ağızlarına giriyordu. Gençler diş ağrılarından şikayet ettiler. Hastaneler boştu. Doktorlar Van’ı terk etmişlerdi. Dışarıdan gelen sağlık ekipleri de çaresizdi. Gerek uçakta, gerekse yollarda karşılaşıp doktorlarla konuştuk. Herkes vahim durumu bizim gözlerimizle görüyordu ve bizimle aynı fikirdeydi. Hiçbir şey yapamadıklarını anlatıyorlardı. Hangi birine ne yapsınlar ki?
Gelin bu gerçekleri kamera karşısında anlatın dediğimizde, doktorlar: “Aman Abi, bizim başımızı yakarsın” diyip konuşmaktan kaçınıyorlardı.
Sobalar nasıl yanıyor?
Vatandaş, sobasını yatmaya yakın yakıyor, bir saat sonra da söndürüyor. İki nedeni var: 1- Isınan çadır kalitesizliği nedeniyle hemen alev alıyor ve yangın çıkıyor. Her Allah’ın günü çadır yangınlarında insanlar can veriyor. Biz ordayken de bir çadır yandı ve bir kadın gözümüzün önünde cayır cayır yandı. Gönüllü bir ambulans biraz geç kaldığı için içindeki sağlık memurları halk tarafından neredeyse linç edilecekti. Adamlar canlarını zor kurtardılar. Sobalarını hemen söndürmelerinin ikinci nedeni: Uyuduktan sonra kömürden çıkan gazın, çadırda yaşayanları zehirlemesi. Örnekler saymakla bitmez.
Yardımlar nerede?
Konuştuğumuz hemen herkes, yardımların kendilerine ulaşmadığını söylüyordu. Söylediklerini görüntüleri de teyit ediyordu. Yardım tırlarının yolları kesilip, yardımların iyisi başka arabalara yüklendikten sonra farklı yönlere gidiyormuş. Bazen de depolara konuluyormuş. Sonradan depodaki malları boşaltıp yakıyorlarmış depoyu. Mallar da beraber yandı diye tutanaklar tutuluyormuş. Yollarda gördüğümüz bütün binalar çatlak, patlak. Hepsi boş. Yetkililerin gidin evlerinizde oturun demesine rağmen, kimse evlerine giremiyor. Herkes çadırlarda. Evlerine bir an için, ya tuvalete ya da bir hacetlerini görebilmek için koşa koşa girip çıkıyorlar. Biz gündüz bu evlerde yaşam sürüyor zannederken, gece gerçek ortaya çıktı. Van, bir hayalet şehre dönüştü. Evlerde yaşam olmadığı için her taraf zifiri karanlıktı. Hırsızlık inanılmaz oranda artmış. Geceleri evler hırsızlar tarafından yağmalanıyor. Polis durum karşısında çaresiz.
Açıkçası herkes çaresiz...
Van’ın nüfusu bir buçuk milyon. Yarısı terk etmiş Van’ı. Kurtarılması gereken insan sayısı altıyüz-yediyüz bin civarında. Bankaların kredi konusunda insanlara yardım edeceği söylenmişti televizyonlarda. Oysa ki bu gerçek değil. Kredi borçları faizlenerek bekliyor vatandaşı. Afet kredisi almak için baş vuran vatandaştan “mal” ipotek etmesi isteniyor.
Hangi “MAL?”
Adamın malı olsa, bankaya niçin afet kredisi diye baş vursun ki?
Gece neler yaşadık?
Gündüzki -3, oldu -13.. Kameramızın üstündeki ışığı yaktık, durumu görüntülemeye devam ediyoruz.
Biri: Ara sokaklara gidin.. Oradaki vatandaşların hali daha da perişan.”
Biz de öyle yaptık. Girdik ara sokaklara. Hemen herkes ayakta. Kendi olanaklarıyla yaptıkları çadırlar migros poşeti gibi. Halk çıplak, aç, hasta ve çaresiz. Umutla karşılıyorlar bizi. Çadırlarda hasta çocuklar, felçli yaşlılar, hemen o gün doğurmuş anneler, çocukları koyunlarında çamurların içinde yatıyorlar. Gördüklerimiz yürek yakıyor.
- Peki kimse uğramaz mı buralara?
- Hiç kimse uğramaz.
Gözlerinden doğru söyledikleri anlaşılıyor.
Kısacası gördük ki, gerçekler bizden gizlenmiş.
“Hiç sanatçı geldi mi?” diye soruyorum,
- İlk siz geldiniz.. diyorlar..
Gelen yetkililer de, sanatçılar da, şöyle bir gezmişler, gece olmadan uçaklarına binip dönmüşler.
Yeni bir deprem olacak diye herkesin ödü patlıyor. Yolda bir yerde yemek kuyruğuna rastladık. Kuyrukta yüz kişi vardı. Elli kişiden sonra yemek bitti. Diğer elli, sadece birer somon alıp dağıldılar. Bu yemekten biz de yemeğe çalıştık ama, yiyemedik. Tövbeler olsun bulaşık suyu gibiydi ve soğuktu.
Geceyi biz de çadırda geçirdik. Bizimle birlikte çadırda dokuz kişi daha vardı. Sobayı bir yakıp söndürdüler. Anında ısındı ve soğudu. Zehirlenmekten korkuyorlarmış. Çamurun içine serilmiş çullara biz de uzandık. Altımızdaki çamur ve çul, donmuştu. Soğuğu iliğime kadar hissettim. Vakit bir türlü geçmiyordu. Uyursam donarım diye korktum ve uyumamaya gayret gösterdim. Sabah bir türlü olmuyordu. Bir ara tuvalet için dışarı çıktım. Söylemesi ayıp, çişim yere buz olarak düşüyordu. Tekrar çadıra dönmedim. Donmamak için sokağı arşınlayıp durdum. Derken gün ağardı. Çadırda geceleyen Selim Gül, 39 derece ateşle öksürerek uyandı. Şoför bizi bu kez Kızılay’ın kurduğu çadır kente götürdü. Burası daha düzenliydi. Yemeğimizi orada vatandaşlar birlikte yedik. Yemek güzeldi. Ama şikayetler hep aynıydı.
Siz sıcak evlerinizde hindili kestaneli kebap yaparken, Van’da dramların dramı yaşanıyor bilesiniz. Gerçekler Van’ın soğuğu kadar sert bir şekilde vuruyor insanın yüzüne. Bütün bunları bütün çıplaklığıyla çektim. Montajını yaptıktan sonra tv lere servis edeceğim. Bakalım kaç delikanlı yayınlama cesareti gösterecek? Ben elimdeki kasetleri, başına bir şey gelmesin diye Ulusal TV’ye gönderdim. Muhtemelen pazartesi çarşamba günleri arasında yayınlanacaktır.
Bana gelince, bu yılbaşı gecesi, Van adına yas tutmaya karar verdim. Televizyonumu dahi açmayacağım.
Yeni yıl ister gelsin, ister gelmesin.. İpimde değil...
Levent Kırca/AYDINLIK
Yorum Gönder