Adına Ergenekon denilen davanın karar duruşmasında cezalar açıklandığında, “Duyarlı İnsanlar” çok ama çok üzüldü. İçin için isyan etti. Bu dava üzerinden verilmek istenen gözdağını da anladı, ama korkmadı.
Bu ağır cezalar, beklediklerinin aksine sonuçlar doğurdu ve doğuracak da. Toplumdaki kutuplaşmanın artırmasına, “Duyarlı İnsanların” dişlerini daha da sıkmasına neden olan kararlar, hukuk ve adalet ninnileriyle uyutulanları da uyandırdı.
Aslında çıkacak kararlar biliniyordu. Ama yine de “Duyarlı İnsanlar” bir umut ışığını gözlerinin derinliklerinde saklamışlardı. Onlar, ağır cezaları zafer çığlıkları atarak karşılayan zalimlerin, evrensel hukuk prensiplerini, ortaçağ hukuku ile karıştırdığını bilmelerine rağmen imkânsızı beklemişlerdi.
İntikam duygusunun sefil derinliklerinde, soluklanmadan koşanlar, bir bilim adamına, karaciğer kanseri ile boğuştuğu bilinmesine rağmen müebbet hapis cezası verilmesine, bir yerlerine kına yakarcasına sevindiler.
Adına gizli tanık denilen tecavüzcülerin, teröristlerin iftiralarıyla gelecekleri ellerinden alınan 'Gerçek' gazetecilere, bilim adamlarına, onurlu kişilere verilen ağır ötesi cezaları değerlendirirken, lanetlenecek varlıklarına yakışır bir şekilde, “Daha beter olsunlar” anlamına gelen sözler ettiler. Böylelikle küçülmenin de ötesine geçip, aşağılık sıfatına ulaştılar.
Yandaş medyada, televizyon ekranlarına yapıştırılmış, adına eski savcı, eski hâkim, gazeteci, uzman vb denilen bu vicdan yoksunları, söz konusu davanın başından beri, yalanın, iftiranın, sahtekârlığın, suçsuz insanların hayatını karartmanın kitabını yazdılar.
İddialarına yanıt verecek durumda olmayan onurlu insanları, kendileri gibi solucan sanarak, bir türlü çıkamadıkları “Yerin Dibine” batırmaya çalıştılar. Şerefli vatansever insanları, mafya bozuntularıyla, karanlık kişiliklerle aynı potaya koyup kirletmeye çalıştıkça, kendi kirliliklerine burunlarına kadar battılar. Vicdan sahibi insanları kusturacak kadar iğrençleştiler.
Ama unuttukları bir şey vardı; “Yalan dörtnala gider. Gerçek ise adım adım yürür. Ama sonunda yerine ulaşır….”
Bu toprakların yetiştirdiği seçkin değerlerden olan ve mesleğinde en üst makama, üstelik Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanı onayı ile gelmiş şerefli bir askere, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a terörist damgası vurulup, müebbet hapis cezası verilerek zindanda bırakılmasını, her türlü pisliğe bulaşmış pençeleriyle, ağızlardan akan salyalar eşliğinde çılgınca alkışladılar.
Kırk bin kişinin katili Apo'yu özgürlükçü önder, teröristlerle savaşan komutanın ise terör örgütü kurucusu ilan edilmesine, kıvırtarak sevinen köçekler olduklarını gösterdiler.
Evet, kabul ediyorum, İlker Başbuğ darbecidir. Nasıl mı? Orgeneral Başbuğ, gerek Genelkurmay Başkanlığı sırasında, gerekse daha önceki görevlerinde PKK'ya darbe üstüne darbe vurmuş, Türkiye'yi bölünmeye doğru götüren gelişmelere engel olmuştu. İşte bu yüzden, ahlaksızlığı ilke edinmiş yandaş medya tarafından PKK'nın başı demokrasi havarisi olarak kamuoyuna tanıtıldı, İlker Başbuğ'a ise bunlara vurduğu darbelerden ötürü darbeci denildi. Bu durumda söylenecek en güzel söz, Platon'a aittir; "En büyük zafer, insanin kendine hâkim olmasıdır…”
Ekranları çirkinleştiren suratlarıyla, omurgasız kişiliklerine uygun yorumlar yapanları, yaratık yerine bile koymayın. Onlar, kendilerine yakışan zavallılığa uygun davranıyorlar. Verilen ağır cezalara bakarken, olup bitenleri, “Zor olan başarılır, imkânsız olan da zaman alır” özdeyişi içinde değerlendirin.
Kimse üzülmesin, çünkü "Büyük idealler uğruna önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir."
Kimse üzülmesin, çünkü “Mücadele eden kaybedebilir, etmeyen ise çoktan kaybetmiştir. Aslında mücadele ederek kaybeden, bir şekilde kazanmıştır”
Kimse üzülmesin çünkü, eğer açıklanan cezalar bir yenilgi ise “En iyi okul, yenilgi yıllarıdır..” Wendell Phılıps'in dediği gibi, “Yenilgi eğitimden başka bir şey değildir"
Efendilerinin işgal ettiği yandaş ötesi medyadan kamuoyuna zehir saçan sahtekârlar, adına Ergenekon denilen davada verilen ağır cezalardan yine de memnun değil. Ahlaksızlıklarının zirvesine çıkan bazı tipsizler, “falancaya neden sadece müebbet verildi. 5 kez ağırlaştırılmış müebbet almalıydı” diye kıyameti koparıyorlar. Aslında yaptıkları ihanetlerin farkında olduklarını ve korkudan altlarını ıslattıklarını, her konuşmanın sonuna “darbe tehlikesi bitmiş değil” palavrasını eklemelerinden anlıyorsunuz.
Rahat olun. Korkudan kaçıracağınızı düşünüp altınıza bez bağlamanıza gerek yok. Çünkü bu ülkede askeri darbeler devri uzun yıllar önce kapandı. Artık size oralardan, “halkın duyarsız kesimlerini” korkutmakta kullanmak için bile ekmek çıkmaz.
İlker Başbuğ'u, PKK'ya vurduğu darbelerden ötürü darbeci gösterenler şunu bilin, sivil darbeyi ne kadar saklarsanız saklayın, insanları gerçeğe değil, gerçek gibi görünen şeylere ne kadar inandırmaya çalışırsanız çalışın, başaramayacaksınız. Çünkü “Gerçeğin ömrü sonsuzdur”
Silivri zindanlarında çürütülmek istenenlerden hala daha korkanların durumunu belki de, “Kurduğumuz en büyük hapishane içimizdedir” şeklindeki Çin atasözü açıklayacaktır. Suçsuz, günahsız insanların, sırf muhalif oldukları için zindana kapatılmasına sevinenler, içlerinde kurdukları hapishanelerinden hiç çıkamayacaklar.
"Diktatörlüğün olduğu yerde kimse diktatörlüğü ağzına alamaz" diyorlar. Doğrudur. Çünkü daha ağzınızı açamadan ya kameraların önünde polis kafanıza sıkarak öldürür ya sokağın ortasında eli sopalılar vura vura katleder ya da otomobil ezer öldürür. Bu da olmadı, baltalılar önüne katar koşturur. Bu durumda diktatörlüğü ağzınıza alamaya fırsat kalmaz.
Yorum Gönder