Hani dizi filmlerin Osman’ları, anne ve babası Almanya’da işçi olan ve anneannesinin yanında kalan Ercan’ları var ya, işte o karakterlerin gerçek hayattaki kahramanlarından biriyim ben.
68 kuşağından olan anne ve babası Almanya’ya göç eden, üniversite öğrencisi Devrimci Genç“lerden dayıları olan, Halk Evi’nin maskotu sayılan, siyaset ile okul öncesi yaşlarda tanışan, henüz altı yaşındayken “denizin üstünde yürüyen abinin” sebepsiz asılma acısını yüreğinin derinliğinde hisseden, sokaktaki “sağ-sol” çatışmalarından korkan o dönemin küçüklerindenim.
CHP’li ve Atatürk’çü olan ailemizin başöğretmeni, aynı zamanda da Cumhuriyet öğretmeni olan dedem her beş vakit namazdan sonra Kur”an okur, güzel sesiyle evin tüm duvarlarını çınlatırdı. Solcuların “dinsiz” olduğunu savunan grubun inadına geleneksel dinimizin güzelliklerinede inanarak yaşardık, yaşıyoruz da.
Ömrümde ilk defa mezhep farkını duyduğum o yıllada, duygu ve davranışlarında fark görmediğim karşılıklı saygının hüküm sürdüğü, insan sevgisi ile dolu olan“alevilerin” de yaşadığı bir apartmanda oturuyorduk. Annemle “Almaya öncesi” amcamların eşleriyle geçirdiğimiz ramazanların tadı hala damağımdayken, o apartmandaki “alevi” mezhebinden olan sakinlerin de dahil olduğu, tatlı telaşlar içerisinde hazırlanan iftar sofralarına, davulcunun eğlenceli manileriyle sahurlara uyanırdık. Bir ay boyunca tüm düzen ramazana göre ayarlanırdı, siyasi çatışmalarda stop düğmesine basılır, halka zulmedilmezdi. Kimse boş imamlık yapmaz, kendimizi ispatlamak zorunda bırakılmazdık, hem dinimizi dolu dolu yaşar, hem de siyasetimizi yapardık.
Almanya’ya ilk gelişimizden bir kaç ay sonra Ramazan ayı başlamıştı. Sahura kalkma coşkusunu aynı bahçenin içerisinde karşı binada babasıyla yaşayan Hazine abla ve yanıbaşımızda, daire duvarlarımızın bitişik olduğu Mine teyzelerle birlikte yaşardık, İstanbul’da ki ailemizin ve komşularımızın boşluğunu onlara kenetlenerek doldurmaya çalışırdık. Sahur vakti geldiğinde, ramazan davulcusunun görevini babamın elektronik çalar saati yapardı, Mine teyzelerin duvarını çalarak sahur vaktinin işaretini verirdik.
Bülent Ecevit’in 1974 yılında ABD’ye kafa tutarak yeniden ekilmesine izin verdiği ve doğru yönde işlenerek tüketilmesi durumunda; İçerisinde zengin oranda kalsiyum, kalium, magnezyum, potasyum, demir, çinko, bakır ,mangan ve vitamin B1, biyotin, omega-6, omega-3, gibi mineralleri ve vitaminleri barındıran haşhaş’bitkisinden yapılan Denizl’ye ait olan, Hazine ablanın “bükme”leri (gözlemeleri), Mine teyzenin İskenderun’a ait yöresel lezzetleri, annemin de kattığı tatlarla pidesiz ama coşkulu ramazanların keyfini çıkartırdık. Üstelik kocası koyu ülkücü olan Mine teyzelerle siyasi görüşümüzün farklı olmasına rağmen, unutulmayacak komşuluk içindeydik, kendimizi Almanlar’ın dışında vatandaşlarımıza ispatlamak zorunda kalmazdık. Mütevazi iftar davetleri gizliliğini korur, hava atma maksatı taşımazdı. Müslümanlık mertebesini ve cennete kimlerin gidebileceğini çevremiz belirlemezdi. Bizden önceki eli öpülesi aydın kuşak memleketten beraberlerinde getirdiği örf ve adetleri titizlikle koruyabilmişti. Taban tabana zıt olan yabancı bir kültürden de uygun buldukları güzellikleri kendi gelenekçi bünyesinde harmanlayarak bizlere devredebilmişti. Her dönemin “direnişçi”leri olan saygıdeğer emekçiler göç ettikleri yılların Türkiye’sinde ki bakir kalmış değer yargılarını bizlere aktarırken temelinde doğruluktan başka “din” olmadığını da öğretmişlerdi...
İstanbul’dan yakın bir arkadaşım ramazanı geçirmek üzere kızıyla buraya ablasının yanına geldi, dün diğer arkadaşım olan ablasının bahçesinde eski ramazanlara duyduğumuz özlemi anlattık çocuklarımıza, iftar vaktinin sembolü olan top atışını sokakta bekleyişimizi, annelerimizin haftalar önce yaptığı hazırlıkları, mahallemize gelen sirkleri, kukla tiyatrolarını, komşuların birbirlerini ağırladığı bolluk bereket içerisindeki sofralarımızı ve ramazan ile özdeşleşmiş olan davulcusunu... “Muhteşem sessiz güç” olan zamane gençleri kimbilir çocuklarına kendilerine has yorumlarıyla hangi güzel anılarını anlatacaklar...
Ramazan senelik izinime denk gelmişse ve Türkiye’deysem, sahuru yapmadan ve ramazan davulcusunu beklemeden yatmam. Şayet uyuyakalmışsam, önce çok yakın bir tanıdığın derinden gelen huzur verici sesini işitirim sanki, gittikçe de yakınlaşan, gümbürtüsüyle beni uzak yıllar ötesine taşıyan sıcacık sevincini anımsarım. 70’li döneminin en yoğun sokak çatışmalarının yaşatıldığı döneme denk gelen çocukluğumun ilk yarısını hatırlatırım ve birbirlerine düşman edilen gençlerin Ramazan ayının hürmetine ideolojik görüşlerini ve şiddeti bir kenara bırakmalarını. Hacıvat ile Karagöz gelir aklıma...Herkes gibi benim de “ah nerede o eski ramazanlar, o eski günler diyerek içimde kalan ve hep açıklamak zorunda hissettiğim bir ayrıntıyı haykırasım var; dinimizi kimseyi rahatsız etmeden, görüntü kirliliği yaratmadan yaşadığımız o dönem ve şimdi müslüman değiliz veya değilldik de zorla müslümanlaştırılmaya mı çalıştırılıyoruz, üstelik okuduğumda midemi bulandıran bildiğim tüm doğrularımı yalanlar gibi acaip tarzda verilen fetvalara rağmen...
Düşünüyorum da muhafazakar gibi görünen bir kesit çoğunlukta olmadan önce ülkemizde yeteri kadar “Ezan sesi” yok muydu? Millet kul hakkı ve devletin malını yiyeni affetmezdi, son yıllarda ise “yemeyeni enayi” sayıyor. Başka inançtan olan veya hiç inanmayanlar da olamaz mı? Herkes kendinden sorumlu değil mi? Her şeyden önce özellikle kutsal saydığımız ramazanda, halk coplanırken, işkenceye maruz kalırken, böcek ilaçlar gibi üzerlerine zehirli gaz püskürtülürken komşu komşusunun tavuğuna illa “kış” mı demeli?
Parmaklarında yüzbinlerce liralık yüzükle “aç” doyurmaya giden, beş yıldızlı otellerde karnı tok olana iftar yemeği veren mi bana din hocalığı yapacak? O mu müslüman, yoksa gizlice düşküne yardım eden anneannem mi? Asıl farkında olmadan çekilmiş olduğumuz yıpratıcı detayların girdabında gururla haykırıyorum ki; Atatürk’çü, başı açık, aydın, laik sisteme hayran, kimse hakkında kötü düşünmemeye çalışan, hemen ötekileştirmeyen, günah almayan, kul hakkı yemeyen, alnının teriyle helal para kazanan, büyüklerinden helal lokma yemiş, örf ve adetlerine bağlı, ibadetini gizlice yapan Cumhuriyet kadınlarından ben sadece bir tanesiyim, Unutulmamalı; biz Mustafa Kemal’in kızları kendimizi ispatlama ihtiyaçı da duymayız ki hesap vereceğimiz tek bir merci yüce Yaradan’ken! Üstelik elden giden bir din yokken, asıl elimizden götürülmeye çalışılan memleketimizken. Ordusu tasviye edilip, paşaları kendi yurdunda esir düşmüş gibiyken, onbinlerce şehit vermişken, aydınları haksız yere zindanlarda çürütülürken, gençlere mobing yapılırken, halk fakirleştirilirken ve tüm bu durumlar sergilenirken benim dinimin ateşli savunucularının inançlarından siz de benim gibi bir anlık bile olsa şüphe duymuyor musunuz?
Leyla Yıldız
Yorum Gönder