10. köy gecesinde aldığım, Tuncay Özkan’ın son yazdığı kitabı “Hapiste Yatacaklara Öğütler”i okudum. Silivri toplama kampının göremediğimiz tüm gerçekleri göz önündeydi.
Toplama kampı
Doğru söyleyeni kaç köyden kovarlar?
Dokuz?……. Yeterli mi?
Bence yetersiz. Cevap, ne kadar köy varsa, o kadar kovarlar… Buradaki dokuz köy, çıkmaz ayın son perşembesi gibidir. Bizim gibiler, nereden kovulursak kovulalım, bir 10. köy hep olacaktır diye 10. köyü icad etmişler. Tabi ki böyle bir köy şu anda mevcut değil. Olsa da gitsek.
10. köy diye bir dernek var, sosyal bir dernek. Yakınlarının, dostlarının çoğu Silivri toplama kampında. Geçenlerde bir “gece” yaptılar, o geceye ben de davetliydim. Ben, Bedri Baykam, Bekir Coşkun ve birkaç değerli gazeteci daha plaketlerle ödüllendirildik.
Plaketin üzerinde: “Doğru Söylemekten Vaz Geçmediğiniz için 10. Köydesiniz” diye yazıyor. Doğru konuşmayan, menfaatçi, yalancı o kadar çok ki, doğru söyleyenler ödüllendiriliyor. Ne günlere kaldık?
Bu değerli plaketi alırken sahnede şunları söyledim: “Hitler’in kendi hayatını kaleme aldığı “Kavgam” adlı kitabını yeniden okuyorum. Acaba bu kitaptan bir oyun çıkar mı diye düşünüyorum. Bu arada Ergün Poyraz’dan “Takunyalı Führer” adlı kitabını da aldım, okuyorum. Buradan da, yazdığı yayımlanmamış bir kitabın taslağından dolayı tutuklu bulunan Ergün Poyraz’a selam ediyorum. Eğer Hitler’in kitabını oyunlaştırabilirsem, oynayacağım.
Bir de fıkra var Hitler ile ilgili; Yahudiye demişler ki, sana Hitler’i versek ne yaparsın? Yahudinin cevabı şöyle; Demir bir çubuğu kızgın ateşte ısıtırım, ucu kor haline gelince demirin soğuk tarafını Hitler’in poposuna sokarım. Hazır Hitler’i eline geçirmişsin, demiri de kızdırmışsın neden soğuk tarafını sokuyorsun deyince, Yahudi; Tutup da çıkaramasın diye, demiş.
Filmİ.San Vakfı
Onuncu köyün güzel gecesinden iki gün sonra Film.San’ın gecesine katılıyoruz. Ben, Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’la aynı masada oturma şansına nail oluyorum. Onlar sanatlarıyla ve özel yaşamlarıyla çok güzel çizgiler çizdiler. Vekıftan bizlere, eksik olmasınlar, birer diploma verdiler. Diplomanın üzerinde şunlar yazılıydı;
“Değerli Fikirleriniz ve Güzel Türkçe’nizle Sinemamızın Yurt Çapında Yaygınlaşmasına Katkıda Bulunduğunuz için Takdirlerimizle”.
Fikir kısmını geçelim. Düşünce ve fikir ülkemizde büyük suç. İnsan düşünmesin, bir fikri olmasın isteniyor. Bu uğurda pek çoğumuz hapislerde çürüdük, çürümekteyiz. Deniz Fener’ciler geziyor. Güzel Türkçe’ye gelince; Geçen gece Acun’un programında Hülya Avşar, yarışmacıya hitaben “Senin Arka-Fon’unda koro olacak mı?” diye bir cümle kurdu. Arka-fon… Hülya Avşar ağzından çıkanın nece olduğunu bilmiyordu. Malum; fon; arka demek. Arka-fon olunca arka-arka oluyor. Tıpkı ful-dolu, geri-iade gibi. Ajda Pekkan da katıldığı Çarkıfelek programında “Zonguldağın Zo’su” demişti. Sanatçılarımız Türkçe’yi ne kadar güzel konuşuyor görüyor musunuz?
Film.San’ın gecesi çok güzel hazırlanmıştı. Titanik Otel de onlara kucak açmış, sağolsunlar. Sanatçıların hemen hepsi işsizlikten söz etti. Çok geç kaldığımız birlik, beraberlik ve dayanışma konusunu gündeme getirmezsek, daha çok iş bekleriz. Bir de elimizde Türk bayrakları ile Atatürk Nutku eşliğinde Onuncu Yıl Marşı’nı avazlanırsak… Bundan sonra beklediğimiz “iş”i muhtemelen Silivri’de yattığımız yerden bekleriz, ona göre.
Silivri’de
10. köy gecesinde aldığım, Tuncay Özkan’ın son yazdığı kitabı “Hapiste Yatacaklara Öğütler”i okudum. Silivri toplama kampının göremediğimiz tüm gerçekleri göz önündeydi. Kendilerine verilen yemekleri kaynar suyla yıkayıp nasıl yediklerini, pilavın pirincini kaynatıp çamaşır gibi kuruttuktan sonra semaverde nasıl çorba ya da sütlaç yaptıklarını ibretle okuduk. Bir dal bitki büyütmek için toprak bulamadıklarını (içeri toprak sokmak yasak), çayı içtikten sonra naylon pet şişeye doldurup çayda nasıl fesleğen büyüttüklerini, bu fesleğenin kokusunun bütün sivrisinekleri kaçırdığını ama bütün geceyi hamam böcekleriyle nasıl paylaştıklarını döndük döndük tekrar okuduk. Bu yazdıklarımdan ne yazık ki gazeteler ve televizyonlar söz edemiyorlar. Tuncay’ın söz ettiğim kitabı Cumhuriyet yayınlarından piyasaya çıktı, mutlaka bulup okumalısınız.
Ulusal Tv’nin 12. yılı
Cuma gecesi hep birlikte kutladık Ulusal TV’nin 12. yılını. Hepimiz biraz biraz mahsunduk. Zira bir yanımız Silivri toplama kampındaydı. Bize de hep birlikte özgür kalacağımız günleri umut etmek kalıyordu.
Tuncay’ın da kitabında dediği gibi, “Umut candan sonra çıkıyormuş insandan”.
Ziyaretçiydim
Yola öğleden sonra çıkabildim. Silivri’ye gidiyorum. Mustafa Balbay’ın ve Tuncay Özkan’ın duruşmaları için saat 3 gibi Silivri’deydim. Çadırlarda yatıp içerdekileri nöbetleşe bekleyen dostları ziyaret ettim, onlara külot, fanila ve yün çorap götürdüm. Çünkü soğuktan donuyorlardı. Makbule geçti. Baklava tepsimi de teslim ettikten sonra usulcacık mahkeme salonuna geçtim. Salon insan ve ayak kokuyordu, havasızdı… Hakimler savcılar kürsüde, avukatlar yan tribünlerde, birkaç gazeteci de izleyici olarak benimle birlikte üç kişiydik. O sırada kürsüden bir astsubayın ifadesi alınıyordu.
Ön sırada oturuyorlardı. Ancak sırtından görebiliyordum, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’ı. Sıkıntıdan öteye beriye bakan Tuncay beni gördü, sevindi. Yanındaki Balbay’ı dürttü, ikisi de bana döndüler. Sevinçliydiler. Birbirimize çaktırmadan el salladık, dostları gördüğüm için ben de çok mutluydum. Bana söylendiğine göre duruşmanın sabah bölümünde, gelen grupların arasında Bedri Baykam’la Tarık Akan da varmış, eksik olmasınlar. Ama benim toplama kampına geldiğimde benden başkası yoktu. Kendimi çok özel hissettim. Duruşmanın bitmesi için yaklaşık iki saat oturdum. Aynı şeyler konuşuldu durdu. Aynı cevaplar-aynı sorular. Bir ara sıkıntıdan üstümü başımı parçalayacak hale geldim. Ben o hale geldiysem, siz bir de onları düşünün. Derken saat 5’i iki geçerken Hakim celseyi sonlandırdı. Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, uzaktan sanki kucaklaşmışçasına birbirimize öpücükler fırlatarak yaklaşık. Aramızda on sıra koltuk kaldığında durduk. Yaklaşık 10-12 metre. Her ikisi de son derece bakımlı ve yakışıklıydılar; takımları, kravatları… Açıkçası Tuncay’ın da kitabında yazdığı gibi, “biz ayaktayız, sapasağlamız” der gibiydiler. Bir süre birbirimize sevgi sözcükleri ettik, karşılıklı morallendik. Tuncay’a kitabını bir solukta okuduğumu söyledim, o da bana Aydınlık’taki yazılarını okuyorum, eski programlarını ise tekrar bile olsa izliyorum, bizi oyalıyor, dedi. Uğur Dündar’a benim aracılığımla selam gönderdi. Kovulduğuna üzüldüğünü söyledi. Yılmaz Özdil’i ve Müjdat’ı da selamladı.
Mustafa Baybay bana; yıllar önce siz İzmir’de turnedeyken ben genç bir muhabirdim, size röportaj yapmaya gelirdim, dedi. Kendini hatırlattı, ben de hatırladım. Tekrar o günlere dönelim de ben seni bir kez daha karşılayayım, dedim. Ben salonu terk edinceye kadar birbirimizi uzaktan göğsümüze bastırıp öpücükledik, elimizden ancak bu kadarı gelebiliyordu.
Onları ve diğer özgürlüklerinden mahrum kalmış yurtseverleri, özgür kaldıkları gün, toplama kampları lâv edildiğinde canlı canlı kucaklamayı diliyorum. Uzaktan değil de yakından öpmeyi istiyorum.
Yetkililere bir öneri:
Toplama kampları lâv edildiğinde oralara ben talibim. Bugün duruşmaların yapıldığı “O büyük salon”u film platosu yapmak istiyorum. Bu güne kadar “insanların ağladığı” bu salonda komedi filmleri çekmek istiyorum. “Yalnızca Komedi”. O salon artık güldürmek için var olsun.
Gülerek kalın…
Levent Kırca/AYDINLIK
Yorum Gönder