Bir insanın yaşamındaki önemli dönüm noktalarından biri, eğitimi sonucunda aldığı diplomadır. O diploma onun hangi
alanda eğitim aldığının, başarı derecesinin göstergesidir. Yaşama atıldığında kendisini ifade etmek için kullanabileceği en önemli belgedir. Ömrü boyunca önemi bazen artacak bazen azalacak ama değeri hiçbir zaman yok olmayacaktır.
Aslında ulusların devlet kurma süreci de böyle bir şeydir. Kuruluş sürecinde ortaya konan başarı, toplumsal gelişimi kurumlaştıran adımlar, bir bütün olarak “diploma” gibidir. O ulusun elde ettiği diploma, sonraki yıllarda da başlıca rehberlerinden biri olur. Çağı yakalamada, dönemsel atılımlarda hep o ilk mayanın, yani diplomanın büyük payı vardır.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı ve devamındaki Kuruluş Savaşı bizim başlıca diplomamızdır.
Başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, bir kişinin bileğinin hakkıyla aldığı diplomayı sonradan tartışma konusu yapmak ne kadar anlamsız ve sonuçsuz bir durumsa Atatürk’ü ve eserlerini tartışmak da aynı kapıya çıkar.
Tartışılmasın mı?
Elbette tartışılabilir. Ancak yakın tarihimizde sıklıkla gördüğümüz gibi, bunların tümü Mustafa Kemal’in haklılığına çıkar.
Bu sonucu bilenler zamanla kendilerince değişik yöntemler denediler. Bunlardan biri onu ikiye ayırmak, bölmekti. Mustafa Kemal’i ayrı Atatürk’ü ayrı değerlendirmeye giriştiler. Efendim Kurtuluş Savaşı’nı yapan Mustafa Kemal’e diyecek bir şey yoktu ama, devrimleri yapan Atatürk ne ölçüde başarılı olmuştu!
Böyle ayırıp bölmekle olmayınca, bir başka yöntem denendi; tümüyle sahip çıkmak! Bu yöntem en somut ifadesini, iktidarı döneminde Erbakan’ın şu sözünde buldu:
“Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu!”
Bütün bu arayışların altında yatan, toplumun belleğinden Atatürk’ün silinememesiydi. Ne yapsalar etseler olmuyordu.
Şimdi iktidar yelpazesinin farklı kollarında daha değişik bir yöntem deneniyor:
Atatürk’ü yeniden tarif etmek!
İktidar bunu pek çok alanda denedi. Özellikle laiklik, hukuk, sosyal devlet gibi kavramlar, karşı çıkmakla baş edilemeyince “yeniden tarifine” girişildi.
Bu tür konularda dönemsel başarılar elde edilmiş gibi görünse de o kavramların özünü bozamazsınız. Hele Atatürk’ü kendinize göre yeniden tarife giriştiğinizde ya gülünç duruma düşersiniz ya da gerçeği görür vazgeçersiniz.
“Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir” demiş bir lideri yeniden tarife girişmek, “Suyun kaynama noktasını ben ayrıca icat etmek istiyorum” demek gibi bir şey.
Kim bilir, belki Atatürk’ü yeniden tarife girişenler de onun yolunu izlemekten başka bir çare bulamayacak!
Esin Afşar
14 Kasım günü, kişiliğiyle, ürettikleriyle, duruşuyla, her şeyiyle “sanatçı” unvanını hak eden Esin Afşar’ı yitirdik.
Nâzım’ı, Yunus Emre’yi, Mevlana’yı bugüne taşıyan, sese müziğe büründüren Esin Afşar hem Anadolu’nun gücüne ve derinliğine hem de küresel gelişime, insanlığın ortak değerlerine inanmış, gönül vermiş bir sanatçıydı.
İki kez Silivri’ye, duruşma salonuna ziyaretimize gelişini de ayrıca paylaşmadan geçemeyeceğim. Olanları anlamaya çalışıyordu, “nasıl yani”, “nereye kadar” sorularını art arda soruyordu.
Şimdi benzer soruları ben sormadan edemiyorum:
Nasıl olur Esin Hanım, hani özgürlükte güzel bir Ankara buluşması yapacaktık? Hani Ruhi Su söyleyecektik?
Sanatçı olmak, her zaman dik durmaktır, diyenlerin başı sağ olsun!..
Mustafa Balbay/Cumhuriyet
Yorum Gönder