Susalım mı? - Mehmet Halil Arık

onayımıza sunulacağı vaat edilen rejim değişikliği, düpe-düz bir aldatmacadır, dayatmadır. Peki; bu dayatmayı, kabullenip, sineye çekip susalım mı!?..


Susalım mı? - Mehmet Halil Arık
-Millet iradesinin Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı ilkesinden;

-Kuvvetler ayrımının, bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu ilkesinden...

Her türlü yetki ve sorumlulukların anayasa ve yasalarla belirlendiği, hiçbir kişiye ve zümreye, egemenlik haklarının devredilemeyeceği ilkesinden,

Herkesin kanun önünde eşit hak ve yetkilere sahip bulunduğu, hiç kimseye özel ayrıcalık tanınamayacağı ilkelerini hükme bağlayan… demokratik, laik sosyal hukuk devleti ilkesinden vazgeçerek, tüm yönetim gücünün tek kişinin mutlak  hakimiyetine devredilmek üzere olduğu otoriter ve totaliter bir yönetim dayatmasının KARAR aşamasında bu ülke..

Bu nedenle kararın özünün ne olduğu çok iyi bilinmeli ve verilecek mücadelenin özü de bu “gaflet ve dalalete” göre şekillenmelidir.

Bu kararla bir asır önce, bir kurtuluş savaşı sonrası Saray’dan alınıp milletin iradesine sunulan egemenlik, tekrar halktan alınarak, Saray’ın otokratik ve teokratik yönetimine devredilecek.

***

Karar, bir amaca yönelik olarak var olan seçeneklerden bir tanesinin belirlenmesinde atılacak adımın ilk ayağıdır. Tek seçenekli bir karar ise, karar vericilerin oranına bakılmaksızın mutlak bir dayatmadır.

Şayet bu adım milyonların geleceğini doğrudan şekillendirecek bir karar ise, bu durum hem kararın önemini artırır hem de karar vericilerin sorumluluğunu… Geçerli hukuk ve geçerli demokratik yöntem bunu gerektirir. Ne var ki; karar, garez, inat, kin, duygu gibi subjektif tüm kavramlardan arındırılmamış ise, bilimsel düşüncenin ışığında akıl, izan ve vicdan gibi insani hasletlerin ürünü olarak ortaya çıkmamış ise, şartların gerektirdiği bir koşullardan doğmamış ise kararın ilk koşuldur olan güvenirlik ve objektiflikten yoksun demektir. Bu durum ise ileriye yönelik kaos ve huzursuzluk nedenidir.

 Toplumsal yararı ikinci planda tutarak, hatta tümüyle göz ardı ederek salt siyasi çıkarı öne alan kararlar akılcı da değildir, vicdani de değildir insani de değildir. Bir adım ötesi de ihanettir zaten. Madem ki  ülkeye hizmet etmek adına, göreve talip olmanın adıdır siyaset, toplum ve ülke çıkarını hiçe sayarak gücü elde tutma ihtirasıyla atılacak adımlar, verilecek kararlar, ülkeyi kurtuluşa değil, geçmişin Sevr ortamına sürükler, böler, parçalar, yıkar, yok eder. Ülke bütünlüğüne zarar verebilecek her davranış gaflettir, sapkınlıktır ihanettir. Birilerinin makam hırsına, doymak bilmez ihtirasına, birileri kul olmayı kabullendikçe, ve bu uğurda demokrasi ve hukuk bireysel ihtirasa kurban edildikçe, iktidarı elde tutmak adına her türlü hile, yalan, aldatma, yolsuzluk, rüşvet, baskı, korku, sindirme amaca ulaşmada araç olarak kullanılmaya devam edildikçe, verilen kararlar hangi oy çokluğuyla kabul görmüş olursa olsun, o ülkede huzur ve barışı hakim kılamaz.

 Hele ki söz konusu karar, devletin yönetim şekli başta olmak üzere, tüm yasaların temel taşını koyan, egemenlik haklarının kullanım yetkisinin şeklini ve içeriğini belirleyen, yasama, yürütme, yargının temel ilkelerini saptayan toplumsal bir sözleşme olan “ANAYASA” üzerine ise, ülke tarihinde bundan büyük önem taşıyan başka hangi karar ne olabilir ki!?.. O Anayasa diyor ki; "Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz."

Bu maddenin neresi kimlerin neresine batmıştır da, Türk Milleti adına egemenliği kullanım hakkı kendilerine tanınmış olan TBMM üyeleri bir kişiye bu hakkı, niçin devretmeye kalkmış olsun!?... Kendisini yok saydıracak bir kararın altına nasıl ive niçin imza koymuş olsun? "Burada verilecek karar hem ülkenin hem de ülke halkının hem de yönetenlerin hak yetki ve sorumluluklarını her türlü dayatmadan uzak biçimde, en demokratik bir yöntemle maksimum mutabakatla karara bağlanması ilk ve en asli koşul olmalı değil midir!?. Zira anayasanın tüm hükümleri, yönetenden yönetilene istisnasız herkes için bağlayıcıdır. Hiçbir kişiye ve zümreye “suç işleme özgürlüğü” tanımayacağı gibi, yasalar önünde mutlak sorumsuzluk hakkı da tanımaz!. Bu nedenle, yasada ulaşılamayacak bir sayıyla, sözde denetim ve sorumluluk yükleyen madde iyi niyetle konulmuş değildir. Sadece göstermelik bir hükümdür.

Parmak çoğunluğu ile yasa veya anayasa değişikliği adı altında verilen dayatmalı kararlarlarla birileri kısa vadede siyaseten yarar sağlıyor olabilir. Ne var ki, uzun vadede o kararın yaratacağı toplumsal kayıplar, bireysel kazançlarla telafi edilemeyecek kadar büyük boyutlara ulaşacaktır. 1933’ün Alman parlamentosu tüm yetkilerini büyük bir aymazlıkla, faşist Adolf Hitler’e devretme kararı almıştı. Hitler kısa vadede, başta sorumsuzluk ve hesap sorulmazlık olmak üzere, , keyfi yönetim için kendisine gerekli olan tek başına kanun hükmünde kararname çıkarma hakkının tanınmasıyla, yasama-yürütme yargı gücünü ele geçirerek olağanüstü bir güç kazanmıştı. Nedensiz parlamento feshi de hakları arasında idi. Hitler’e devredilen bu kişisel kazançlarının bedelini başta Alman halkı olmak üzere, tüm dünya halkları 2. Dünya savaşı gibi bir cinayetle, 54 milyon can kaybıyla ödemiştir. Yıkılan yok olan onlarca devletlerin, milyonlarca göç, acı, kan ve gözyaşının işte o gün o parlamentoda verilen yetki devri ihanetinin bir ürünü olduğunu hiç kimse inkar edemez.

Özellikle siyaseten karar vericiler, boyunlarında taşıdıkları o tarihi sorumluluk yaftasının vicdani ağırlığını üzerlerinde sürekli hissedemiyorlarsa, görev ihmalinin bedelini tarih onlara bir gün mutlaka ödetecektir. Dileğimiz odur ki, tarih bu ülkeye bu aymazlığın bedelini ödetmeden, sorumlular, sorumluluklarının farkına varırlar. Zira henüz her şey bitmiş değildir.

Birilerinin talimatlarıyla, vicdan ve akıllarını dışlayarak kararlarına yön verenlerin,

Birilerinin, kin, öfke, garez ve ihtiraslarını tatmin adına kendi kararlarıyla kendi vicdanlarını kurban edenlerin,

Siyasi ikballerini, çıkarlarını, toplumsal çıkarın üstünde tutarak siyasete kulluğu, devlete vatandaş olmaktan önde görenlerin,

Vereceği kararın hukuki boyutunu düşünmeden, topluma uzun vadede verebileceği tahribatları hesap etmeden, günlük siyasetin kirli çıkarları peşinde koşarken kendi erdem kaygılarını bile göz ardı edenlerin…

kararlarını tarih sorgulamadan kayıtlarına almayacaktır.

Siyaset, demokratik yollarla,  bir süreliğine devlet yönetimine talip olmanın adıdır dedik... Devlet yönetimi, doğası gereği, her gün alınan kararlarla sağlanır. Ve bunu da kurumları eliyle yürütür. Yasama, yürütme ve yargı üç temel kurumdur. Ki, devleti devlet kılan bu üç temel kurum, birbirlerini denetleyen ama bağımsız, 3 temel güçtür.

Bu üç temel gücün tek elde toplanmasıyla kurulan yönetim sisteminin adı, demokrasi değil Sultanlıktır. Bu durumda ilk ortadan kalkacak olan hüküm denetimdir. Artık yasalar değil, fermanlar geçerli olacaktır. Dilediği yasayı, yürürlüğe koyabilme hakkı tek kişiye tanınmışsa, o yönetim sisteminin adı demokrasi değil, faşizmdir. Seçimlerin varlığı, o sistemin demokrasi olmasını sağlamayacağı açıktır.  Orada yasalar değil, kanun hükmünde kararlar geçerlidir. Egemenlik halkta değil tek kişide ise ülkede parlamento var olsa ne yazar ki? İşlevsiz parlamentoda parlamenter sayısının 550’den 600’e çıkarılmış olması “Padişahım çok yaşa!” veya “hay Hitler!” seranatlarında 50 kişilik artı ses vermekten öte  neyi değiştirir ki!?...

Demokrasinin tüm kuralları ile eksiksiz işlediği ülkelerde, makamı, yetkisi, görevi ne olursa olsun, ayrımsız her kişi ve her kurum, bu güçler ayrılığının kararlarına uymakla yükümlüdür. İleri demokrasiyi de sözde değil, özde ileri demokrasi kılan da budur. İşte bu nedenle demokratik ve sosyal hukuk devletini öne çıkaran anayasalar “hiç kimse, yetkisini Anayasa’dan almayan bir yetkiyi kullanamaz” hükmünü amil kılmıştır. Karar, uygulama ve hüküm verme yetkileri tek elde toplandığında denetim kendiliğinden kalkar ortadan.

Buna uymamayı da anayasal suç olarak tanımlamış ve en büyük ve en ağır yaptırımı da bu maddenin karşılığı olarak koymuştur.

Bu maddeye muhalefetten bizim ülkemizde de darağaçları kurulmuştur. Yani, yani, yasalar karşısında hiç kimseye “suç işleme özgürlüğü” diye bir hak tanımlanmamıştır. Böyle bir özgürlük yoktur.

Şu anda bizlere “Anayasa Değişikliği’ymiş” gibi sunulan ve sözde meşruiyet kazandırmak adına kararımıza - onayımıza sunulacağı vaat edilen rejim değişikliği, düpe-düz bir aldatmacadır, dayatmadır.

Peki; bu dayatmayı, kabullenip, sineye çekip susalım mı!?..

Hele çiğnenen anayasa ile yaratılan fiili duruma yasallık kazandırmak adına anayasa değişikliği garabeti dünyanın hiçbir ülkesinde bu güne dek görülmüş bir durum olmadığını göre göre, sineye çekip susalım mı!?...

Yasaları çiğneyeni yasal zemine çekip o kişiyi yasalara uydurmak yerine, yasaları değiştirerek o kişiye uyumlu hale getirme garabeti de bizim parlamentomuza nasip olduysa, bu garabeti kabullenip, sineye çekip susalım mı!?

 “Ey ileri demokrasi, sen nelere muktedirmişsin!’ demekten öte sözümüz yoktur” deyip, bu davranışıyla “Gazi Meclis’imiz “üstün hizmet ve liyakat” madalyasını da alnının teriyle hak etmiştir.” Deyip, olanları sineye çekip susalım mı!?...

Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci - DENİZLİ

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget