Panele Sabih Kanadoğlu, CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül konuşmacı olarak katıldılar. Paneli Yöneten Sosyal Demokrasi Derneği Genel Başkanı Atila Candır’dı. Anma etkinliklerinin devam süresince ülke demokrasisinin elden gitmek üzere olduğu şu günlerde, arka arkaya konferanslarda birbirinden değerli konuşmacıların uyarıcı, aydınlatıcı konuşmalarının hepsini size aktarmak isterdim. Bundan önceki yazımızda Sabih Kanadoğlu’nun konuşmasını vermiştik.
UĞUR MUMCU TEHLİKEYİ BİLİYORDU
Ancak şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Giden yıl aynı etkinlikler çoğunlukla Çankaya Belediyesi’nin Çağdaş Sanatlar Merkezinde yapıldı. O zaman salonlar dolu dolu olurdu. Rus Büyükelçisinin katledildiği bu binadaki salonlar bu yıl yarı yerine kadar bile dolmuyor, dışarıda koridorlarda hiç polis olmazdı, resmi kıyafetli, sivil olmak üzere beş altı polis koridorlarda dolanıyordu. Gerek baskıdan gerek terör endişesinden artık insanlarımız korkudan ve salonları dolduramıyorlar. İçeri salondaki panelistler de konuşmalarında, ülke yönetimindeki yasa dışı uygulamalardan, çağ dışı anayasa değişikliğinden yakınıyorlar, endişe eden konuşmalar yapıyorlardı.
Panelin ikinci konuşmacısı olarak CHP Milletvekili Grup Başkan Vekili Özgür Özel şu konuşmayı yaptı:
“-Bu gün sabah Fikret Bila’yı okuduk ve bir şey hatırlatıyordu. Uğur Mumcu’nun kendisi ile tespitlerini anlatıyordu, mesela “BENİ SİLAHLA VURMAZLAR HAVAYA UÇURURLAR” diyordu. “Çünkü çelik yelek giydiğini silah taşıdığını bildiklerini, karşı tarafın bu analiz üzerinden mutlaka bomba kullanacağını, tespit yapabilecek kadar soğukkanlı iyi bir analist ve o günlerde bunu bildiği gibi bunu bir şey daha bilmişti. “TÜRKİYE’NİN BAŞININ İKİ TANE BELASI OLACAK” diyordu. “BUNLARDAN BİR TANESİNİN AYRILIKÇI TERÖR OLDUĞUNU, DİĞERİ DE RADİKAL İSLAMCILARIN YÜKSELİŞİ OLACAĞINI” söylüyordu. 80 lerin başlarındaki tespitlerini ortalarında yazmıştı.
Geldiğimiz noktada PKK terörü için bunun dış bağlantılarının desteklerinin gizli servislerle ilişkilerinin deşifre edilmesinin önemli olduğunu söylüyordu ki, kuvvetle ihtimal bu deşifreler onun sonunu getiren iki etmenden bir tanesi idi. Diğeri de İslamcı terörün yükselişi. Hepimiz Rabıta’yı bunun üzerinden yazdığı eklentili diğer kitapları dikkatle okuduk, ama İslamcı terörün yükselmesiyle ilgili 80 lerin sonrasında şunu söylüyor: “Birtakım cemaatlerin bu ülkenin geleceği ile ilgili hesapları var. Adalet sistemiyle, orduyla, polis teşkilatı ile hazırlıkları var. Kendi cemaatlerine mensup çocukları bu okullara yazdırıyorlar, hatta kendi dershanelerine kendi okullarına yollamıyorlar ki, bunlar fişenip buralardan orduya giremesin diye. Ama ilerleyen zamanlarda hukuk fakültelerine, askeri okullara, polis okullarına gönderdikleri, ileride hâkim, savcı general, emniyet müdürü olacakları ve devlete karşı isyan edeceklerini” söyleyen yazısı 15 Temmuz 2016 gününü işaret etti gibiydi. Tabi üstadın sözü üstüne söz söylemek mümkün değil.
TAYYİP’LE FETO AYNI YOLDA İDİLER
Ama Tayyip Erdoğan’ın, “biz akıllı hocayla aynı hedefe, aynı menzile farklı yollardan yürüyorduk. O yolda bizi sattı” dediğinin altını çizmek lazım. Buraya somut bir tartışma AKP nin Darbe Araştırma Komisyonu üyesi tekrarlıyor, diyor ki: “Fetullah Hoca ülkeye Yavuz Sultan Selim’in çamuru kaftanıyla geçti, bunu çaldılar” diyor. Akit Gazetesi zaten 12 Nisan 2015 de yazmış, Nisan 2016 da da “kaftanın geri ele geçirildiğini” duyurmuştu. Ama Selçuk Özel hatırlatıyor, “o çamurlu kaftanla bu ülkeye gelecekti”. Bizim hep söylediğimiz bir gün Humeyni gibi, inip de gelme, ama nereye gelecekti? Kaftanla herhalde Anayasa Mahkemesinin (AYM) törenine gelinmez. Bir yerin başına geçmeye gelecekti, mollaların iktidarında ve geri halife olarak gelecekti. Tayyip Erdoğan da diyor ki, “biz onunla aynı hedefe farklı yollardan yürüyorduk, yolda bizi sattı” diyor.
15 Temmuz gecesi Tayyip Erdoğan’ın “bu bize Allah’ın bir lütfüdür” (acaba darbeyi nimet mi görüyordu ki) sözünü söyleyecek kadar soğukkanlı olunabilir mi? Bunu mesela bir robota programlasanız, o sırada söyleyebilir mi? Bu darbenin hiç bilinmeyen bir darbe olduğunu ifade edebilir mi? Kendisinin Ahmet Şık toparlamıştı 15 Temmuz gecesiyle ilgili verdiği sekiz farklı ağaç haber alma biçimiyle ve süreleriyle ilişkili. “On beş dakika önce ayrılmasaydım beni de öldüreceklerdi, dediği o ayrıldıktan üç sat 45 dakika sonra bir helikopter delindiğini, tekel bayisinin önünde adres sorduklarını, bunları hep hatırlamak gerekiyor ve 15 Temmuzun bir darbe girişimi olduğuna inanıyorum. Ama bunun daha önceden haber alınmış, hatta hakkındaki Türkiye Gazetesindeki yazarın yazdığı gibi, “geldiler hususiler darbeye zorluyorlar. Ama tavuk tarla sayılır, darbeye kalkışırsanız sizi teker teker ayıklayacaklar” diye uyarılarını falan da nisanda ve mayıs ayında yazdığı yazıları da dikkatle okumak lazım. Ama darbe komisyonunda dinleyelim” deyince AKP nin de reddettiğini de görmek lazımdır. Bu biraz bana böyle, hani hayat fena halde futbola benzer” diye hoş bir terim de var. Kitap da film de var, hayat fena halde futbola benziyor ve birilerinin taktiğini eğer önceden biliyorsa ofsayt taktiği uygulayabilir” diyorlar.
Bunlar darbe yapabilir mi? Biz katılmazsak yapmazlar. Peki, yapacaklarına inanabilirler mi? Evet inanabilirler. O zaman onlar kalkışsın, siz çekilin biz bunları ofsayt taktiği ile toplayalım. Planlı bir darbe değilse teşvik edilen bir darbe. Bir tiyatro değil elbette. Ama tiyatrodan farklı olarak yapılacak olanların farkında olunup, teşvik edilmeye engel olunmayıp bir ofsayt taktiği ile açığa düşürülüp daha sonra da, etinden sütünden yararlanıldığı bir darbenin araçsallaştırarak kendi darbelerini yapıldığı bir süreçten bahsedebiliriz.
Burada çok dost var yabancı yok. Olmayan bir şeyden paye çıkarmak için söylemiyorum. O gece on birde milletvekillerimizi genel merkeze toplarken danışmanım Nurgül dedi ki, “Siz bunu ne olarak görüyorsunuz, bana tiyatro gibi geliyor” dedi. Ben de dedim ki, “kesin tiyatro değil, çünkü çok ciddi şeyler görüyoruz burada birileri galiba ofsayt taktiği yapıyor, birileri birilerini teşvik ediyor, sonra buradan toplayı buran kendilerine bir kahramanlık hikâyesi sürecekler.
BİR GÜN TAYYİP ERDOĞAN “İKİ KERE İKİ BEŞ EDER” DESE, “REİS KERRAT CETVELİNDEKİ HATAYI DÜZELTTİ” DERLER.
O hesapları bozan birkaç tane bir şey oldu o gece. Bir tanesi şuydu: Bunlara birileri darbe yaptığını görüp CHP lileri balkonlardan bayrak sallayacak, yani alkış tutacaklarını, darbeye destek vereceklerini düşünüyorlardı. Çünkü AKP nin bir özelliği var, kendi attığı yalana merkezden önce inanıyor. Önce bir yalan atıyorlar, daha doğrusu şöyle bir mekanizma var, liderleri ne söylerse yukarıdan aşağı tekrar ediyor, ben bunu geçen günü Ereğli’de Anneler Günü toplantısında söyledim; biraz da öz eleştiri mekanizmasını işletmek için, dedim ki, sonra Mecliste söyleyince duyuldu. Aslında altı aydır bütün örgütlere anlatıyorum. Bir gün çıkıp Tayyip Erdoğan “iki kere iki beş eder dese ne olur, bakıyorlar, yarın çıkar örneğin Konya il başkanı der ki, “Reis kerrat cetvelindeki hatayı düzeltti” derler. Sonra hep beraber iki kere ikinin beş olduğunu konuşurlar. O kadar çok şeyler söylerler ki sen hesap yaparken kendin de şüpheye düşersin. Bizdeki özgüven eşitliği bunlarda ahlaksızca birbirini tekrar eden bir yalana önce kendilerini, sonra bütün ülkeyi inandırma hali 15 Temmuzda bunların bir hesabını boşa çıkardı. O da şuydu, CHP nin bu darbeyi destekleyeceğini düşünüyorlardı. Manisa’daki TÖB-DER li bir öğretmenin darbede işkencede parmağını, kaybetmiş olan bir öğretmenin oğlunun darbecilere alkış tutabileceğini düşünüyorlardı. 1980 de genel başkanı hapis yatmış, tüm varlığına el konulmuş, hepsi işkencelerden geçmiş bir örgütün bunlara şak şak yapacağını düşünüyorlardı. Veya 12 Mart Muhtırasına direnerek dalga dalga büyüyen bir “Karaoğlan” efsanesiyle büyümüş milletvekillerinin bir darbenin partiyi büyüteceğine veya bir fırsat yaratacağına inanacağını sanıyorlardı.
Biz sahicimizden kazandık çünkü biz CHP sinin her zaman darbelerden zarar gördüğünü ve her zaman darbelerin karşısında, demokrasinin yanında olduğunu söylerken sahiciydik. Tüm çelişkilerimize, tüm çok sesliliğimize, tüm tutarsızlığımıza oradan bir kişinin söylediği bir söz, saçma lafın, bir tuhaf benzetmenin bir çuval inciri berbat ettiğini bilmemize rağmen biz o gece samimiydik. Gerçekçiydik, doğrudan birden kazandık. Onlar büyük bir planın tıkır tıkır işlettikleri halde, kendi attıkları yalana kendileri inandıklarından bizimle ilgili aldandılar.
Biz o gün eğer bütün milletvekillerimizi Ankara’da toplayıp Meclise gitmeseydik, kapalı Meclisi açmasaydık, o gün demokrasiye onlardan fazla sahip çıkmamış olsaydık eğer, bu gün bütün planı OHAl i ilan ederken yapacakları konuşma belliydi aslında. Çok da meşru olurdu. Milletimizle birlikte biz, çünkü bütün darbeler iktidarlara yapılır. Bunun hiçbir tartışılacak tarafı yok. O ülkenin kamuoyu ve dünya kamuoyu döner muhalefete bakar. Bu konuda ne söylüyor diye.
Milletimizle biz darbeyi püskürtürken bu Meclisin başta ana muhalefet partisi darbecilerle enfekte olmuştu, darbecilerle işbirliği yaptı. Bu Meclis artık yasa yapamaz, bu Meclis bir an önce seçimleri yenilemelidir. O güne kadar ilan ettiğiniz OHAL ile Meclis yerine yasayı biz yapacağız ve günü geldiğinde de, bu darbecilerle kirlenmiş, enfekte olmuş Meclisi temizleyip yenisini kuracağız.
Hesabın bu kısmı tutmadı, ama 1 Temmuz günü ilan edilen OHAL bunlara yasa yapma yetkisini verdi. Tarihin en büyük siyasi nankörlüğüdür. Ama sonuçta bu OHAL e karşı teslim alınmış olan o Anayasa Mahkemesindeki (AYM) iki tane üye batmadı onlara. Veya iki tane üye ile AYM den çıkaracakları kararlar değişmezdi aslında. O iki üyeye yaptıkları enselerinde kedi yavrusu gibi tutup da hapse koyabilme hali ve o günkü atmosfer AYM sinin üzerinde, işte biraz önce üstadımızın hocamızın ifade ettiği “ben orasına bakmam ben bunu demem” deyip kendisini ve anayasayı inkâr eden ve kendisini ilga eden o kararı getirdi. O kararı verir iken şüphesiz mahkeme pozisyonunda değildiler. Kendilerince bir idari işler yapıyorlardı ama yaptıkları idari işlemde verdikleri kararın gerekçesi birilerini mahkeme olmaktan çıkarıyordu.
Bu AYMA sine güvenilir mi? Güvenilmez mi? Aslında tartışmak lazım, hani tartışmayı entelektüel anlamda söylüyorum. Bu anayasa mahkemesine başvurup da kaybetmek yerine, başvurmayıp da, bu kadar ki ezberi bozuk bir adım mı atmak lazım, falan. Ama ben her şeye rağmen bir ana muhalefet partisine, AYM ne başvurmayla ilgili bilenin bir hak değil, bir görev-ödev olduğunun altını çizmek isterim. Bu bir haksa, bence kullanmamak lazımdır. Lanet olsun demek lazım, madem halka gidiyoruz, sizi ama buradan tarihi bir görev var ve bu görev bir partiye verilmişse, herkes başvura bilmezken en önde başvurmak değil ama kimse başvuramıyorken başvurmamak son derece ağır, son derce saçma. AYM de aslında bu değişiklik AYM ne başvurmamak 19 ncu maddeyi yazmak olur. O da AYM si kaldırılmıştır. Bu kadar net Anayasa ihlallerinin olduğu bir yerde bu başvurunun yapılması şüphesiz, biz her şeye rağmen çok derece gerekli ve tarihe karşı bir sorumluluktur. Tarihe karşı alacakları kararın hukuksuzluğunu göz göre göre açık oylar ve 2010 kararına da bir atıf yapalım.
Burada diyor ki, ikinci turda olduğunu ne bileyim?
GİZLİ OLMASI GEREKEN OYLAMADA BAKANLAR BİLE OY GÖSTEREREK KULLANDI
Kesintisiz dijital kamera kaydı koyuyoruz. Dijital kamera kaydını benim kameranın önünde ve resmi el tutanakları ile eş zamanlı, Tarım Bakanı Faruk Çelik oyunu açık olarak kullandı, Sağlık Bakanı Recep Akdağ oyunu göstererek kullandı diyelim. Gerek 90-100 tane bir partinin grup başkan vekili ağzından hem tutanağa, hem kamera kaydına eş zamanlı geçen ve tutanak da saat olduğunun dikkatinizi çekerim. Aynı zamanda pulları veren ve seçim güvenliğinden sorumlu kâtip üyelerin, tutanağa şerh düşüyorlar, “bulundukları yerlerde 8-9 ve son maddede pul verdiğim üç kişiden en az iki tanesi oyun açık ve birine göstererek kullandı” diye. İkinci turda olduğu, sonuca etki edecek kadar oldu diyorlar ki rakam burada en az 10 dur, son oylama için. 339 la geçti, 10 değilse yüz tane yapmışız kimse girmiyor içeriye, bunları önüne koyacağız. Bunu ret etme şerefini de o AYM sinin üyelerine bırakmak gerekir, diye düşünüyoruz.
Bunun devamında yine 15 Temmuzdan devam ederek OHAL den devam ederek konuşalım. Aslında 15 Temmuz bir psikolojik atmosferi yükseltti. Biz o gece daha darbe başarısız olmamışken sığınakta bir bildiri kaleme aldık. Bildirinin içine CHP si olarak ben ordaydım ve genel başkanla da temas ederek iki yeni parlamenter sistemi vurgusu yaptık ve o gece sığınakta herkese şunu sorduk. Bu gece ne güçlendi? Herkesin söylediği bir şey vardı. “Kutuplaşma azaldı, ortaklaşma arttı ve parlamenter sistem güçlendi. Çünkü parlamento hiç ortada yokken geldi kendini hedef yaptı. Dokuz tane F-16 bombası geldi, skorskiler indiler kalktılar Meclis ele geçirmeye çalıştılar, bilmem ne oldu. Ama Meclis kendine sahip çıktı. Ve bakarsınız 10 Ekim günü gelene kadar, bir tek şey var. Daha sonra 11 Ekim anlayacağımız şekilde bir fiili durumun içine kararname yetkisi de sokuluyor. OHAL ilan edilmiş. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanıyor. Olağanüstü hal kararnamesi kararnameleri yayınlıyorlar. BU OHAL kararnameleri AYM si tarafından “ben denetleyemem” diye tamamen hukukun denetimine çıkarılıyor. OHAL süresiyle sınırlı olma hali, bu süreden de sonra denetlemedikleri için geçerli olabileceği ve OHAL yetkilerinin de üstünde yetki kullanabilme imkânlarını defakte olarak tanıyor ve bu sırada, ama bir şey var, kimsenin ağzından başkanlık lafı çıkmıyor. Çıkmaz çünkü çıkamaz. Cumhurbaşkanı, Başbakan bir AKP li başkanlık dese, derler ki, “memleket ne halde bunlar ne istiyor kendilerine” derler. Onun için bunun dışarıdan bir yerden gelmesi lazım. 3 Kasım 2002 seçimini kime söylettilerse ona söylettiler. Hangi mekanizmayla söylettiklerini sizin takdirlerinize bırakıyorum. Bir gün bir Yörük çadırında oturuyorduk, Bursa’nın bir ilçesinde Devlet Bahçeli, iktidar ortağı olduğu vatandaşa acı reçeteyi içirmiş. Ancak bir yıl sonra nimetlerinin görülmeye başlanacağı, ama yüzde 1500 lerden gecelik faizler yüzde 40 lara 50 lere inmiş, yüzde yüz otuzlarda yünde 38 lere inmiş. Bir sene sonra yavaş yavaş göstergeler şu olacak bu olacak, tuttu bir Yörük çadırında dedi ki:
“ 3 Kasım günü seçim yapılmalıdır. O Yörük çadırında o tarihi verdi. Vediği tarihten sonra, kendi bütün uyarılara rağmen, rahmetli Ecevit’in de yaptığı, başta Ecevit’i bütün koalisyon ortakları baraj altında kaldı ve bir buçuk yıllık bir parti tek başına iktidar oldu. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi, ben. İçeriye gireceğim, Abdullah Gül’ü seçtireceğim, ondan sonra oradaki tavrı ve devamında ne zaman sıkışsa artık kendi kendine diyor “bize koltuk değneği diyenler, yedek lastik” diyenler ama hangi mahkûmiyetten, hangi mecburiyetten, hangi mahcubiyetten bunu yaptırıyorlar bunu bilmiyoruz. Ama bir şekilde bu adama birileri bunu yaptırıyor ve bu sefer de 10 Ekim günü tuttu dedi ki “fiili durumu kitaba yazmamız” diye ve bunun üzerinden gelişen bir süreci yaşıyoruz.
KOMİSYONDA KAVGALAR
Şimdi bizim kampanyanın önceden başlatılması meselesi şöyle bir güvenlik açığı yaratıyordu. Şunu bilmenizi isterim, “hayır” kampanyasının nasıl yürütüleceği, komisyondan geçerse devamında ne olacağı günlerde, yani şimdi işte bu siyasi analistler, sosyal psikoloji uzmanları, bununla ilgili çalışması gereken ekiplerin bir süredir çalıştığını bilmenizi isterim. Ama şöyle bir şey de yapmamak gerekiyordu, hala da bazı şeyleri yapmamamız gerekiyordu. Mesela, şunu yapmamak lazımdı: Bu komisyondan çabucak geçer, üç günde geçer” dediler. Kavga dövüş direnildi, mücadele edildi. Müzakereler bilmem neler, karşı tarafın getirdiği. On günde geçti. Ama üç gün önce “noktasına virgülüne dokundurmayız” diyorlardı. Onuncu gün üç maddesini çekerek ve birbirleriyle bir sürü çelişki yaşayarak ve eskisi kadar uyum içinde olmadıkları görünerek geçti.
Bu sıra da şöyle de bir şey oldu, ondan başladım. O komisyondaki kavga, komisyondaki itirazlar, komisyondaki yayınlar mıknatıs gibi kamuoyu ilgisi çekti orda. Belki de algıda seçicilik, ilgilenmesi gerekenler ilgilendi, ama sonuçta bizim elimizde, şu anda komisyon ve genel kurul aşamasının sonunda meseleyi Halk TV den, sosyal medyadan oradan buradan izlemiş bir anayasa konusunda böyle ciddi şekilde bilinçlendirilmiş o mücadeleyi sahaya taşımak isteyen bir ordu var şu anada elimizde. O görünüyor, bunu sahaya gitmiş ve gelmiş bütün arkadaşlar anlatıyorlar. Bizimkiler bilgili, AKP liler çok bilgisiz, bu önemli bir avantaj. Ama mesela komisyondan kolay geçmesi, gidip de vatandaşa bu ülkenin, onlar “beka sorunu” diye anlatacaklar. Biz de “rejim meselesi 23 Nisan 1920 deki veya 23 Nisan 1920 de, kendisine bir mekân, 21 de metin, 23 de hukuk ve kendisine devlet bulmuş olan bir anlayış, “bu bir rejim, bu rejimi değiştiriyorlar” anlatırken, adam sana sorarlar, “yav bu rejim değişiyordu da, komisyonda altı kişiyle mırmır iki günde nasıl geçirirsiniz”. Veya genel kuruldaki sen benden istediğin fedakârlığı niye yapmadın. O genel kurulda biz o kürsüye sahip çıktık, geldiler üç yüz kişiyle vandalca kürsüyü söktüler. Ama o kürsü salt yapmaya çalıştıkları taslağın veya tasarının, teklifin doğrusunu söyleyelim, teklifin beşinci maddesinde zaten halkın kürsüsünü söküp saraya taşımak değil miydi bu adamların, onun görünür olması bence kıymetliydi. 133 milletvekilinin sahada çalışması kıymetli ama 133 milletvekilini milletvekili yapan genel kurulu salonudur. Ben çizildikleri ilk günden itibaren, grup başkan vekili olduğum andan itibaren 25 ve 26 ncı dönem milletvekillerine sürekli bunu anlatıyorum.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ BAHANE AMAÇ LAİK TC Nİ YIKMAK
İlk önce bulunduğunu yerin etkisini önemini bilmeniz lazım, burada etkisizleştiriyorsanız, burada hiçleştiriliyorsanız, bu da ötekileştiriyor yok sayılıyorsanız da, ne oluyorsa olsun, bunu göstermekte size dair bir şey. Bir futbolcu hakir satılmışsa, karşı taraf faullü oynuyorsa, bilmem ne yapıyorsa maça çıkmamak grigonun görev, onun görevi aldığı faulü göstermek, onun görevi uğradığı haksızlığı göstermek. Onun görevi önce tribünde sonra ülke genelinde bu adamın ciddi şekilde “hakkını yediler, bunun karşısında bir adalet var, eşitlik halini bildiği için hakemi satın almış. Hakemi satın aldığı içi hata yapa yapa, döve döve bunu yapmaya çalışıyor. Belki de bu güne kadar üretemediğimiz biraz haklılığın ve bu güne kadar üretemediğimiz bir tırnak içinde söylüyorum, doğru kelime olabilir, “bir mağduriyetin” çünkü bu güne kadar hep birileri çoğunlukla olmayan mağduriyetleri pazarlaya pazarlaya arkalarına koca koca kitleleri yığmayı başardılar. Meseleyi böyle düşünüyorum. Tabi meselenin teorik ayağı çok önemli. Korkut Hoca’nın çok sayıda hocanın katıldığı birkaç tane toplantı yaptık. Önemli olan siyasetçinin diline çevirebilmek, mesela biz o hocalardan öğrendik, bu gün anayasa tartışırken, Mecliste bu işte bir bilgi kirliliği, bir yol kirliliği, bir hedef kirliliği vardır demeyi.
Bilgi kirliliği, “darbe anayasasını değiştiriyoruz” neresini değiştiriyorsunuz, zaten 134 maddesi 180 farklı şekilde değiştirilmiş, bir darbe anayasasını. Bir yol kirliliği var. Anayasa yaparken herkes konuşacak; kim konuşacak, akademi konuşacak, akademisyenler konuşacak, hukukçular konuşacak, toplumun tüm kesimleri konuşacak, aydınlar konuşacak, kadınlar konuşacak, dezavantajlı gruplar konuşacak ve mevcuttan daha iyi ve daha özgürlükçü, daha denetlenebilir bir sistem kuruyor olacaksın. Oysa bu gün ne yapıyorsunuz yol kirliliği mevcut, “durumu fiili durumu anayasaya yazıyoruz”. Ki Böyle bir yol yöntem olmaz. Bir de hedef kirliliği var, daha iyiye, daha gelişmişe, daha demokrasiye, daha özgürlükçü, daha kişiye daha kayırana, daha kollayana yürümek varken, siz bir adama bir koltuk ve bir lidere bir diktatörlük tanımlamak için hedefinizde bu var. Bunları biz söyledik, ama bunu halkın diline çevirirken bir kademeye daha ihtiyaç var. Onun arasında hep birlikte ve bol bol konuşmak lazım, o açıdan öyle biz bize toplantıların da böyle bir faydası var.
ATATÜRKE VERİLMEMİŞ YETKİ İLE İHANET EDİYORLAR
Bir gün akademisyenlerle yaptığımız toplantıda “bunu halka nasıl anlatacağız” diye anlatırken, herkes kendi tecrübelerinden bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Orada ortaklaştıklarımız hep beraber konuştuk, işte örneğin bu ülkede yüzde 85 kendine hala daha Atatürkçü olarak tanımlanıyor. Atatürk’ün talep etmediği ve Atatürk’e verilmemiş yetkilerin talep edilmesi tutuyor. Bakın buna karşı söyleyecek sözleri yok. Bu bir rejim tartışmasıdır. Her sabah açın televizyonu Binali Yıldırım çapaklarını temizlemeden, “ bu rejim tartışması değil, rejim tartışması 23 Nisan 1923 de bitti. BU bir hükümet sistemi tartışmasıdır. Veya hükümet sisteminde küçük değişiklikler yapıyoruz”, diye söylemek zorunda kalıyorlar. Meselenin bu tarafları kuvvetli, halkın bize verdiği emaneti ve bu saraydan meclise taşıdığımız emaneti bu gün Meclisten saraya verip halkın emanetine ihanet ediyorlar. Bu önemli bir saptama, ama daha da yerelleştirmenin yollarını bulmamız lazım hep beraber, oturarak ve kaş yaparken göz çıkarmayarak.
Cumhurbaşkanı ne diyor mesela her gün, “efendim biz yürütmeyiz, yasama bize ayak bağı oluyor” diyor. Dedim ki bir gün, Manisa’da şimdi birkaç tane proje var. Bir tanesi bizim Yırca’daki zeytinliklerin kesilmesi, acele kamulaştırma kararıydı. Bir tanesi İzmir İstanbul otobanı, bizim Manisa yolu İstanbul yolu arsalardan geçiyor. Yine Ankara yolundaki arsalarda acayip kamulaştırmaların yapıldığı bir başka proje var. Bunlarla ilgili dedim ki, şimdi Yırcalı köylüye geliyorlar dedim ya da bir sabah bir kalkıyorsun acele kamulaştırma kararı. Aman yetişin, günün birinde avukatları bir taraftan, bizim bulduğumuz avukatlar bir taraftan acele kamulaştırma kararına dava açalım, öbür tarafta yürütmeyi durdurma kararı alıyoruz hepinize, şimdi dedim başkanlığa “evet” deyin sabahın köründe gelecek tarlanıza. Ondan sonra diyeceksin ki “kurtar beni mahkeme” mahkeme falan yok, hukuk artık başkana ayak bağı olmayacak.
Ertesi günden itibaren bizim Manisa’nın bütün ilçelerinden önce bizim ilçe teşkilatları aradı. Sonra ne biçim şey söylemişler gittiğimiz her yerde, “bizim tarlalarda dozer girecekmiş ve mahkeme buna engel olamayacakmış”.
YUNUS EMRENİN DEDİĞİ YILLARDAYIZ
Şimdi bir korkuyu büyüteceksek yerel gölgelerden büyütmek lazımdır. Elbette laikliğin elden gittiği vurgusu halen de kıymetli bir vurgu. Amma bununla mobilize ettiğimiz kişilerin gidip başka korkuları başka tehlikeleri, başka gerçekleri dikkat çekiyor olabilmesi lazım. Tartışmayı doğru bir yerden tarif etmek için, bunun için şöyle bir şey var, geçen vitamin şiir okudum ben, şimdi burada da okuyacağım, Ataol Behramoğlu’ndan, şiirin ismi “Yunus Gibi”
“YUNUS GİBİ”
“Kıran vurdu memleketi
Zalimler hakan olmuştur,
Yedikleri yoksul eti,
İçtikleri kan olmuştur”.
Kula kul etmeyenin
Vicdanını satmayanın
Haram lokma yutmayanın,
Mekânı zindan olmuştur.
Yalan dolan yazıp çizen,
Kudretliye övgü dizen
Dün dinsizim diye gezen
Bu gün Müslüman olmuştur.
Haramisi soyguncusu,
Uğursuzu vurguncusu,
Cellad ruhlusu soysuzu
Bakan sadrazam olmuştur.
Korkan varsa konuşmaya,
Anlam yükleyip susmaya
Gerek kalmadı korkmaya
Çünkü korkulan olmuştur.
Sesime kulak ver gülüm,
Tutsaklığa yeğdir ölüm,
Nerde varsa böyle zulüm,
Çaresi isyan olmuştur. Yunus Emre’den adapte eden Ataol Behramoğlu
“Şimdi 70 günlük referandum süreci var. Ben söylemiştim de şu buraya bu buraya geliyordu da, bilmem ne oldu. Ama şöyle yüklenmeyeceğim korkmaya çünkü korkulan olmuştur. Geçmişte hepimizin haklılıkları var. Ama çaresi isyan olmuştur” diyor ya. Bunu sadece klasik isyan anlamında görmemek lazımdır. Mesela İsyan eder gibi, Referandum propagandası yapmak çok kıymetli bir şey. Burada meseleyi bir rejim tartışması olduğuna inanıp, ben seçim zamanı ben arkadaşlarıma şunu söylüyorum: Sabah kalktığında kendin inanmıyorsan önce eşini anneni, kardeşini inandıramazsın; eşini, annesini, kardeşini inandıramayanın Gittiği köydeki, belki bize ilk kez oy verecek vatandaşı inandırma ihtimali yoktur. Bu yüzden bizim hepimizin bu 70 gün boyunca bir isyan modunda mücadele etmemiz lazımdır. Dilimizle isyanı söylemeden, karşımızda isyanı hissettirmeden ama isyan edenlerin çok ilke ihtiyacı yok. İsyan edenlerin sabah, öğlen mükemmel bir kahvaltı yapmaları veya öğlen karnını doyurmuş olmaya ihtiyacın yok. İsyan inancıyla, isyan moduyla propaganda yapabilecek inanca sahip olabilecek inanca sahip olmak lazımdır.
REFERANDUMDA HEPİMİZ “HAYIR” DİYECEĞİZ.
Bu yüzden ben komisyonda ortaya koyduğumuz bir anlayışın karşı tarafın gözüne saldığı korkuyu ve bizim taraftaki inancı yaşamış birisi olarak şunu söylüyorum. Çok inanarak da söylüyorum bunu, bu seçim herhangi bir seçim değil. Bundan önce AKP onlar diyor altı, on bir seçim kazandık, biz sadece altı tane kaybetmişiz ama şöyle bir şey var. Bundan önceki seçimlerin her biri normal seçimlerdi. Muhtar seçiyorsanız oyları sayarlar, milletvekili seçerken sayarlar, belediye başkanı seçiyorsanız oyları sayarlar ve çok çıkan kazanır. Bu seçimde ben oyların sayılmayacağına, daha doğrusu son gece yapılacak sayımın teferruattan ibaret kalacağına inanıyorum. Bu sefer oylar tartılacak, eğer rejimi oyluyorsanız iki kefeli bir terazi var. Bu iki kefeli teraziye iki tarafta inancını ve yüreğini koyacak. Rakibimizi küçümsemeyelim. Onların bir kurucu genel başkanları var, o genel başkan söylediğinde hava alanına kefen giyip koşturuyorlar. Yezid’e yaptılar bunu. Kot pantolon üstüne kefen çekip seninle yatacak kadar inanmış adamlar, o söyledi diye her şeyi yapabilirler ve onlar reislerine başkomutanlık unvanı vermek istiyorlar. Bu kefe ağır bir kefe, şimdi karar ereceğimiz durum şu. Bizim de bir kurucu genel başkanımız var. Gerçek bir başkomutan ve onun çağırdığında Atatürk hava limanında kot üstüne kefen giyip giden soytarılarından farklı olarak, bizim Çanakkale’de, Anafartalar’da buyurdun dört bir tarafında o çağırdı diye kefensiz yatanlarımız var. Biz onların torunlarıyız.
Referandumu bu inanmışlık, bu adanmışlık düzeyine çekebilirseniz bu sefer karşılaştırmalar başlar. Mesela şeyi hatırlarlar. 2010 referandumunda da bu günkü Adalet Bakanı bütün inanmışlığıyla, bütün adamlığıyla yapılanın doğru olduğunu söylüyordu ve onun paydaşları vardı, ortakları vardı. Mesela MHP yarım ağızla “hayır” diyor, ama kampanya yapmıyordu. HDP o günkü bileşenlerinin yarısı boykotçuydu, yani ekmeğine yağ sürüyorlardı Erdoğan’ın ve ekibinin, öbür yarısı da “yetmez ama evet” diyordu. AKP nin bu iki büyük güçten daha büyük ortağı vardı. O da Fetullah Gülen Efendi idi. O günlerde bir tek bu günkü Feto ya Fetö diyen Kamer Genç vardı, onu kürsüde tartakladıktan sonra meydanlara koştular ve dediler ki, “ölüleri bile kaldırın gelin oy kullansın”, bu, “bu kadar hayırlı bir iştir”. Va yaptığı balkon konuşmasında bu günün yeniden inanmış ve adanmışları, ama o günün aldanmışları Pensilvanya’ya teşekkür ediyorlardı. Bağımsız ülkücüler dedikleri iradelerini bağımsızlaştırmış, bu günkü işbirlikçi ülkücülerin o günkü görünen yüzüne teşekkür ediyorlardı. Kuzey Iraklara selam yolluyorlardı, karşılarında bir tek biz “hayır” diyorduk. Bu gün bu referandum meydanına çıkarken onların o günkü inanmış ve aldatılmışla irdelenmişken siz ilk kez bunların karşısına o gün biz karşı çıkmamıza rağmen, Meclise bomba atacak bombayı, obüsü yüklüyordunuz diyebilecek bir güce sahipsiziniz. Bütün orduyu, bütün adalet sistemini yürümekte olan siyasi davalar üzerinden bütün orduyu ele geçirecek emeklisine, Ergenekon bir kısım çalışanına çalışanlarının tümüne balyoz, gençlerinin mesleki namuslarına casus, kişisel namuslarına fuhuş lekesini sürecek kadar vicdansızlaşmış bir takım siyasi davaların organizasyonunu o gün 12 Eylül 2010 da yapıyorlardı.
Biz bu güne kadar hiç aldanmadık, hiç kimseyi de aldatmadık. Biz onların her gün her şeyde aldanmış olan kurucu genel başkanlarına ve sözde başkomutanlarına karşı hiç aldanmamş, hiç aldatmamış o söyledi diye öldüğümüz ve onun Gençliğe hitabesini okuduğumuzda bu adam bunu 2016 yılının Aralık ayında yazsa bu kadar isabetli yazamadı diyecek kadar ileriyi gören bir liderimiz var. Meseleyi bir rejim tartışmasına onlar ve biz de, onlar sabah ezanında kalkarken, onlardan yarım saat erken kalkıp kahvaltıyı yapıp gazeteyi okuyup yola düşecek motivasyona kavuşabiliyorsak ve onlar inançları uğrunda 30 ramazan aç durabilirken, o seçimde oylar sayılırken kumanya gelmedi diye orayı terk etmiyorsak başka bir motivasyonumuz var.
Sahada gördüğüm, inandığım ve herkesi inandırmak için bir şeyden bahsedeceğim. Geçen sefer yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Aysel vardı, 3990 da Pegasusutan bilet bulmuş Bodrum’a tatile gitmiş, oy kullanmaya gel deyince “aa gidemeyeceğim valla 3990 a bilet aldım, bir hafta tatilim var diyen Aysel. O Aysel’i bu sefer gitme kardeşim oy kullanmaya dediğinde önce Pegasusa bakacak kaç fiyat olursa olsun. Olmadı koşacak Bodrum’da var mı bilet diyecek. Bütün otobüsler doluysa o parmak arsı terlikleriyle yola çıkıp otostop çekebilecek kadar motivasyonu var bu sefer Aysel’in.
Zehra Teyze var ya romatizmam var diye inmemişti o merdivenlerden oy kullanmaya gitmemişti. Bu sefer Gazi ilkokulunun üçüncü katına emekliye emekliye çıkmazsa namussuzum, yeter ki onları inandırın”.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder