Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş, kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçiş devrimle olur.
Yurdumuzda da hilâfet ve saltanat toplumundan cumhuriyet toplumuna geçiş devrimle gerçekleşmiştir.
1923 Devrimi, tarihimizin önemli bir dönüm noktası, bir kilometre taşıdır.
İkinci cumhuriyetçiler, işbirlikçi neoliberaller, siyasal İslamcılar ve etnik bölücüler Mustafa Kemal’i ulusal kurtuluşçu, antiemperyalist saymasalar da o, tüm dünyanın örnek aldığı yüce bir devrimcidir. Hem de teori ve pratiği en güzel bir biçimde kaynaştırıp bütünleştirerek yaşama geçiren bir devrim ustasıdır.
Sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşlarını yeryüzünde başlatan ilk komutandır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 10 Ekim 1962 günü, Robert Koleji Mühendislik Mektebi, Öğrenci Birliğinde şu konuşmayı yapmıştı:
“…Etrafı bir demir çemberle kuşatılmış viran ve perişan bir ülkede, yüzyıllardan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen yılgın ve avare bir sürünün arasında, içeriden dışarıdan, sövüle sayıla, itile kakıla ve o yara, o milli gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak sürünmek, sürünmek… İşte bizim neslin dünya realitelerine ilk temasından olgunluk çağına ayak basıncaya kadar geçirdiği ömür bu olmuştur.
Bu aşağılanmayı, ezikliği yüreğinin derinliklerinde duyan Mustafa Kemal, daha öğrencilik yıllarında kurtuluş yollarını aramaya başladı. Planlar yaptı. Askerlik yaşamında, “Dışarının zorbalığına, içerinin zilletine karşı isyan bayrağını” “ya istiklal, ya ölüm” parolası ile birlikte açtı. Bu inançla yola çıktı. Onun tek hedefi ülkesini bağımsızlığa kavuşturmaktı. “Bağımsızlık benim karakterimdir” demişti.
Atatürk de bu nesildendi ve dışarının zorbalığına, içerinin zilletine (aşağılanma) karşılık isyan bayrağını açtığı güne kadar bu acı hayat şartları içinde didinerek, çırpınarak yaşamıştır…”
Onun ölümünden sonra, ona en büyük ihanet, dış politikada yapıldı. Mandacılık hastalığından kendilerini kurtaramayan Batı hayranı işbirlikçiler, bağımsızlığımızdan ödünler vererek, ülkeyi adım adım yarı bağımlı bir duruma getirdiler. Atatürk’ün başı dik, onurlu, “İstiklal-i Tam” (tam bağımsız) politikasını terk ettiler.
Bunun ilk belirtileri İnönü döneminde ortaya çıktı. Atatürk’ün etkin görev vermediği, kızağa çektiği kişiler “İade-i itibar” (itibar iadesi), “uzlaşma, kaynaşma” bahanesi ile (bugün olduğu gibi) önemli mevkilere getirildi. Örneğin, İstiklal Mahkemesinin hakkında mahkûmiyet kararı bulunan Rauf Orbay 22 Ekim 1939’daki ara seçimlerde milletvekili yapıldı. Ama Mustafa Kemal’in yakın çevresinden olan Cevat Abbas Gürer, Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Naşit Hakkı Uluğ ve birçoklarına ise hiç görev verilmedi. O sıralar el üstünde tutulan Amerikan yanlısı Halide Edip Adıvar ve Ali Fuat Cebesoy’un Bayar’larla, Menderes’lerle birlikte DP listesinden Meclise girmeleri ise gerçekleri tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Bu değişimle birlikte, Atatürk’ün, gözünün bebeği gibi koruduğu bağımsızlık ilkesi yara aldı. 12 Temmuz 1947 yılında ilk Türk Amerikan ikili antlaşması yapıldı. Bu antlaşma çerçevesinde ABD, Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başladı. 1951 yılından sonra bu ilişkiler “Ortak Savunma Programı” adı altında yürütüldü. Daha sonra da DP, CHP oyları ile ülkemiz NATO’ya katıldı. Böylece Türkiye ”Küçük Amerika(!)” sürecine girmiş oldu.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk ölünceye dek Batılı ittifaklardan uzak durmuştu.
Bu yeni siyasal ilişkilerden sonra emperyalizme teslimiyetçilik dönemi yeniden hortladı ve Atatürk’ün “Kendi gücüne dayanarak kalkınmayı gerçekleştirme” yöntemi bir kenara atıldı. Gidiş o gidiş…
1950’lerden günümüze değin siyasal iktidarlar “emperyalizm” sözcüğünü ağızlarına almadılar. Onunla dostça geçindiler. Sanki ülkemizde bir “Kurtuluş Savaşı” hiç yaşanmamıştı. Sanki Batılı emperyalistler yurdumuzu hiç işgal etmemişlerdi.
Yeni dış politikanın rüzgârıyla Menderes hükümeti, Cezayir’in “bağımsızlık mücadelesine bile karşı çıkmış, ABD’nin yanında Kore Savaşına katılmıştı. Daha sonraları ise bu emperyalizm yanlısı tavırları nedeni ile Türkiye, (Bugün olduğu gibi)Üçüncü Dünya ülkeleri arasında değer yitirmiş, Kıbrıs sorununda onu yalnız bırakmışlardı.
Bu siyasal işbirlikçi gelenek, AKP döneminde tüm hızıyla sürdürüldü. İktidar ABD’nin Irak, Afganistan, Libya işgallerini alkışladı. Onun “stratejik ortağı” oldu. Atatürk’ün “mazlum ülkelerle dayanışma” politikasını terk etti.
Bugün, dış politikamız tümüyle ABD, AB yanlısı politik bir çizgide yürütülmektedir. Siyasal bağımsızlığımız ipotek altına alınmıştır. Yönetim acz içerisindedir, çaresizdir. Kapalı kapılar arkasında terörist çapulcularla ülkeyi bölme planları yapmaktadır.
1950’lerde başlayan bu karşı devrim süreci, günümüzde de tüm hızıyla sürmektedir. Yine o yıllardan ülkemize miras kalan emperyalizme hizmet, işbirlikçilik, AKP iktidarında, emir kulluğuna, kurşun askerliğe dönüşmüştür. Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi, ipin ucu emperyalizmin eline geçmiştir.
Şu artık tartışılmaz bir gerçektir ki, böyle kozmopolit, yoz ortamlarda ihanet ustası hainler, yalakalar, işbirlikçiler hızla çoğalırlar. Yerli ve yabancı efendilerine hizmet etmek, yaranmak, köşe kapmak, kese doldurmak için çeşitli soytarılıklar yaparlar. Ulusal liderlere ve kültürel değerlere saldırırlar. Çağ açmış, çağ kapamış, insanlığa hizmet etmiş öncüleri kötülerler, küçümserler, yargılamaya kalkarlar.
Kimdir bunlar?
Bunlar, Atatürk’ten rahatsız olanlardır… Yani,
a-Din devleti kurmak isteyenler, b-Emperyalistler, c-Etnik bölücüler, d-Emperyalizmin gönüllü savunucuları neoliberaller, liboşlar, İkinci Cumhuriyetçiler…
İçinde yaşadığımız bugünkü ihanet ortamında, Atatürk’ün tırnağı bile olamayacak iki paralık kişiler onu şimdi “diktatörlükle” suçluyorlar. Türkiye Cumhuriyetine saldırıyorlar. Şeriatçılara arka çıkıyorlar.
Bunlar, kökleri Özal’lı yıllara değin uzanan yeni yetme bir işbirlikçi liberal aydın sürüsüdür. “Neoliberal” ya da “liboş” diye adlandırdığımız bu yeni takım, AKP’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra iyice etkin bir konuma geçti… Basında, televizyonlarda, toplantılarda, siyasi kuruluşlarda çok sık görülmeye başladılar. O kadar çoğaldılar ki hangi yana baksan, hangi taşı kaldırsan altından bu yeni mandacılar çıkıyor. Soygundan, talandan pay almak isteyen politikacı, iş adamı, gazeteci, profesör ve solcu eskisi bu takımın içerisine demir attı.
Bunların arasında 1960’lı – 70’li yılların “keskin devrimcileri” de var.
Yol göstericileri, kılavuzları ise emperyalizmin tescilli teorisyenleri… Fuller’ler, Eric Edelman’lar… vb.
Recep Tayyip Erdoğan’dan icazetli (onaylı), demokrasi, özgürlük âşıklarına (!) şimdi soruyorum: “Yüzyılın en büyük nitelikli dolandırıcılık” davası olarak Alman basınının tüm dünyaya tanıttığı “Deniz Feneri”nin sanıkları 3 ay gibi kısa bir sürede serbest bırakılırken; delilsiz, kanıtsız, suçsuz günahsız kişilerin 4 yıldan beri, dört duvar arasında alıkonulması diktatörlüğün, faşizmin Allah’ı değil midir?
Peki, Deniz Feneri savcılarının görevden uzaklaştırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ya Hükümetin aylardan beri TBMM’sini saf dışı ederek, ülkeyi kararnamelerle yönetmesini…
Ey demokrasi ve özgürlük tutkunları (!), ey Atatürk’ün yeminli düşmanları, neden bu konularda tek sözcük söylemiyorsunuz? Neden söyleyemiyorsunuz.
Nereye kaçtı diliniz?
Sizin demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet (!) duygularınız Atatürk’e gelince mi şahlanıyor ancak?
Ali Eralp
Yorum Gönder