11 ünlü gazeteci Balbay için buluştu
Medya temsilcileri uzun tutukluluk süresinin cezalandırmaya ve itibarsızlaştırmaya dönüştüğü görüşünde birleşti Meslektaşları Balbay için buluştu
Can Dündar: Bu devlet, Balbay’dan da özür dileyecek elbet
Reha Muhtar: Sevgili Mustafa’m
Altemur Kılıç: Dertleşmeye hasretim Mustafa
Deniz Zeyrek: Hedef İtibarsızlaştırıp Unutturmak
Emin Çölaşan: Olacak Şey Değil
Faruk Bildirici: “Ama”yı Burada Sevmedim
Metehan Demir: Mustafa Okul Çıkışında Bekliyorum
Muharrem Sarıkaya: Hicaz
Serkan Demirtaş: Adalet Dağıtmayan Hukuk Ne İşe Yarar? Yavuz Donat: Seni Seviyorum Arkadaşım
Gazeteciler, Silivri’de 1000 gündür özgürlük bekleyen gazetemiz yazarı Mustafa Balbay için buluştu. Balbay’ın gazeteci arkadaşları geçen 1000 günü “Uzun tutukluluk cezalandırmaya ve itibarsızlaştırmaya dönüştü” diye değerlendirdi. Meslektaşlarının Balbay için kaleme aldıkları özel yazılar şöyle:
Bu devlet, Balbay’dan da özür dileyecek elbet
Can Dündar / Milliyet Yazarı
Önceki yılbaşı beraberdik komşumuz Balbay’larla…
Bizim evde Nebil’le (Özgentürk) kollarını tavana değdirircesine ve dizleriyle zemini döve döve zeybek oynamışlardı.
Sonra o Temmuz sabahı, evinin arandığı haberini alınca koşarak gitmiştik kapısına…
4 sivil polis eşliğinde çıkarken gülümsemiş ve “Gocunacak bir şeyim yok. Ne yaptığım ortada” demişti.
Arkasından da bilgisayarı kucakta çıkarılmıştı evden; suç ortağı olarak…
Küçük kızına “Bilgisayara virüs girmiş, amcalar onu temizleyecekler” denmişti.
Birçok örnekte aslında bilgisayara virüsü “amcalar”ın yerleştirdiğini sonradan öğrenecektik.
Kızı onsuz büyürken Balbay, “Silivri Toplama Kampı” adını verdiği “Zulümhane”sinde 1000 günü doldurdu.
Bu mesleğin şanındandır, davalar, iftiralar, suikastlar, mahpusluklar…
Yine çoğu örnekte dünün mahpusları bugünün kahramanları oldular.
İyi biliyoruz ki, yarın “Balbay çıkacak/ yine yazacak”.
Kızına, eşine, kalemine sarılacak, yine dostlarla buluştuğunda diziyle toprağı döve döve zeybek oynayacak.
Ve muhtemelen gün gelecek, bu devlet Balbay’dan ve bunca yıl tutukluluk zulmüyle cezalandırdığı “fikir suçluları”ndan da özür dileyecek. Af isteyecek.
Can Yücel ustanın 12 Mart sonrası, af öncesi kaleme aldığı dizeleriyle bitirelim:
“Amaaaa.
Biz onları,
Biz onları affetmeyeceğiz azizim.”
Çiğdem Toker / Akşam Ankara Temsilcisi
Fakat Bin Gün
“Fakat bin gün bu. Dile kolay. Nasıl olur?” diyenin gönlü rahat olsun.
Balbay enseyi karartmaz.
Sadece enseyi değil, “sol memenin altındaki cevahiri” de. O kadar yani.
Cezaevinde(n) yazdığı kitapların yanında; Ankara gazeteciliği sokaklarındaki o eski hukuk, bunu böyle söyletiyor.
Ve yine o eski hukuk, şu cümleyi de hatırlatıyor: Balbay’ın ruhu, pür iyimserlik, coşku ve heyecandan mürekkeptir.
Ağaçlarla ahbaplığı mesela. Her gün; sağından solundan kıyısından kenarından görmeden geçtiğimiz; kimi, on yılların tanıklığıyla yorgun, kimi gökyüzüne kendisini resmetmiş; çınarın,meşe palamudunun, ak akasyanın; hasılı cümle Ankara ağacının isimlerini böyle tek tek nasıl bilir; onlarla laflar, yapraklarla sohbetini okurla nasıl paylaşır; şaşarsınız.
Sonra; siyaset yazılarından, okuyana yaşama sevinci sızdıran o mütebessim kelimeler…
Memleketin “havasına suyuna, taşına toprağına” kötümserliği koyultacak bunca hadise mebzul miktarda saçılmışken O; bu kötümserliği dağıtabilen onca iyi hikayeyi, şiir dizesini, meselleri hangi ara biriktirmiştir?
O inançla diyorum; Balbay bin gün geçse de “karartmamıştır.”
“Fakat bin gün bu, dile kolay. Nasıl olur?” diyenin gönlü rahat olmasın bir yandan da…
“Sen şundan dolayı suçlusun, cezan budur” demeden, bir insanı, her sıfatından bağımsız bir insanı, bin gün çocuklarından uzakta tutabilen bir sistem kimsenin gönlünü rahat ettirmemeli.
Ondan.
Altemur Kılıç / Yeniçağ Yazarı
Mustafa Balbay.
Gazeteci yazar – 21. Yüzyılda. Cumhuriyet Türkiyesi’nde. 1000 gündür, yani üç yıla yakın. Silivri’de mahpus. Neden? “Farkında mısınız Cumhuriyet Tehlikede” diye yazdığı için. “Bin” gün… Dile kolay… 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra ben Yassıada’da dokuz ay yattım diye acılarımı bir şey sanmıştım… Adalet ayaklar altında. Hem senin hem Özkan ve orada mahpus meslektaşlarımız ve komutanlar için! Sen dışarıdayken yazılarından esinlenir seninle telefonda dertleşirdik ve olacakları o zaman tahmin ederdik. Dertleşmeye hasretim Mustafa. Türkiye artık bildiğimiz gibi değil. Başbakan davaların “fikri savcısı olmakla” övünüyor… Suriye Başkanı Beşar Esad’ı zalim olmakla suçluyor “Sen de gideceksin” diyor… Evet Esad da gidecek, Erdoğan da gidecek ama nice Mustafalarda sonra. Suriye’de Esad zalimse insanlar böyle zulüm görüyorlarsa Erdoğan nedir? Fransız Devrimi’nin–istibdadın ve zulmün simgesi Bastille zindanı yıkılmış, içinde yıllardır yatan aydınlar kurtulmuştu. Umarım Silivri’nin, Hasdal’ın yıkılması yakındır. “İçeridekiler” muhakkak bir gün aklanacaklar. Ancak Balbay’a Özkan’a diğerlerine kaybettikleri günleri kim geri verecek, ailelerine acıların bedelini kim ödeyecek, vebal kimin, kimlerin omuzlarında? “Devlet” adına kim “Pardon” diyecek, özür dileyecek? Ben gene de bugünün Türkiye’sinde bu adalete inanmıyorsam da ilahi adalete inanıyorum. Dünya zalimlere kalmıyor!
Reha Muhtar / Vatan Yazarı
Sevgili Mustafa’m
Utku aradı (Çakırözer) beni önceki gün…
“Abi” dedi, “Biliyorsun Mustafa’nın tutukluluğunun 1000. günü geliyor… Birkaç satır yazmak istersen sayfalarımız açık…”
Hayat ne ilginç Mustafa’m…
Utku Ateş Hattı’nı yaparken benim yanıma geldiğinde yirmi yaşında falandı…
Bizim seninle İzmir’de ilk tanıştığımız yaşlarda…
Şimdi o senin Cumhuriyet’teki görevini yapmakta…
Sen ise tutuklusun…
Benden yazı istemekte, senin tutukluluğun hakkında…
Dün içerden yazdığın 1000. gün yazısını bir daha okudum…
“1000 yaklaşırken kendime sordum” demişsin…
“Günleri boşa geçirmedin değil mi?..
Gönül rahatlığıyla ‘hayır’ dedim, ‘boşa geçirmedin.’
İkinci bir üniversite desem abartmış olmam…
İçim kanatlarla dolu…
Belki de dışarıda binlerce kanat var diye düşündüğümden…
Bütün engellere inat…
Zamana inat…
Hiç kapanmamalı…
İnsanın içindeki kanat…”
Yaşam bize hep bir şeyler öğreneceğimiz mecralar çıkartıyor…
O mecralarda “hayatın öğretmek istediğini öğrenmeyenler”, “vermek istediğini almayanlar” , hayatla kavga ediyorlar…
Oysa sen hayatla kavga etmiyorsun Mustafa’m…
Hayatın bu mecrada öğrettiklerinin bitmesini bekliyorsun…
Ne mutlu sana ki içindeki kanatlar ölmüyorlar…
Ne mutlu sana ki o duvarlar arasında ikinci üniversiteyi okumakta olduğunun bilincindesin…
Ne kadar zenginleştin, ne kadar bilgeleştin, kim bilir…
Hasretle ruhu zenginleşmiş ve bilgeleşmiş Mustafa’nın yolunu gözlemekteyim…
Güzel günlerinde buluşmak üzere kardeş…
Deniz Zeyrek / Radikal Ankara Temsilcisi
Hedef İtibarsızlaştırıp Unutturmak
En temel insan hakkı yaşam hakkıdır. Bunu “özgürlük” hakkı izler. Evrensel hukuk, yaşam hakkını kutsal sayar, özgürlük hakkının kısıtlanabilmesi için ise çok önemli, somut gerekçeler arar. Basın özgürlüğü de halkın haber alma, gerçeği bilme ve eleştiri hakkıyla paralel düşünüldüğünde, modern dünyada en az yaşam ve özgürlük hakları kadar önem kazanır. Demokrasiler geliştikçe, basın özgürlüğünün sınırları da genişler, basın özgürlüğünün sınırları genişledikçe de demokrasinin kalitesi artar. Ne yazık ki, Türkiye’de son dönemde basın özgürlüğü sınırları ve dolayısıyla demokrasinin kalitesi konusunda sıkıntılı günler yaşanıyor. Temel görevleri haber yapmak olan gazeteciler, birbirinden ilginç ve tartışmalı yargı süreçleriyle haber konusu oluyor. Mesleki yaşamlarını her türlü derin devletle mücadele ile geçiren gazeteciler mücadele ettikleri derin devletin parçası olmakla suçlanıyor. Yargı gibi demokrasinin en yaşamsal araçları ile yürütülen bu uzun süreç, ne yazık ki gerçeğin ortaya çıkarılma süreci olmaktan çıkıp, uzun tutukluluk süreleriyle “cezalandırma”, “itibarsızlaştırma”, “gündemden düşürülme” sürecine dönüşüyor. Balbay’ın dört duvar arasında geçirdiği 1000 gün, Türkiye’nin kronolojik tarihi açısından kısa, demokrasi tarihi açısından çok uzun bir zaman aralığıdır. Özgürlük dileklerimle…
Emin Çölaşan – Sözcü Yazarı
‘Olacak Şey Değil’
Cezaevi parmaklıkları arkasında 1000 gün… Tek kişilik bir hücrede yağlı yemekleri muslukta ve çamaşırları leğende yıkayarak, kitap okuyarak, idman yaparak, sadece cezaevi görevlilerini görerek geçirilen koskoca 1000 gün. Bunu başka türlü anlatmak gerekirse, tek başına, kilitli kapıların arkasında, yapayalnız yatılan 1000 gece. İnanılır gibi değil. Peki ama Mustafa Balbay’ın suçu ne? Adam mı öldürmüş, ırz düşmanı mı, gençleri zehirleyen bir uyuşturucu satıcısı mı, silah kaçakçısı mı, terörist mi? Savcılık iddianamesine bakarsanız, o bir terörist! Ama benim tanıdığım Mustafa öyle değil. Onu çok iyi tanıyorum ve bunları bilerek söylüyorum. Sanırım 1998 yılı idi. NTV’de “Kapalı Kapılar Ardında” isimli bir program yapıyorduk. Salı geceleri yayınlanan ve büyük ilgi yaratan bu programda üç gazeteci vardık. Yavuz Donat, Mustafa ve ben. Yavuz ılımlı gider, biz Mustafa ile patır kütür konuşurduk. 2002 yılında AKP iktidar olunca, NTV yönetimi korkmaya başladı ve bizim programı yayından kaldırmak zorunda kaldı. Ben gazeteci olarak baskıyı ve birilerinin nasıl korkmaya başladığını ilk kez orada hissettim. 2004 yılında Mustafa Balbay’la ikimiz, bu kez ART’de program yapmaya başladık. “Ankara Rüzgarı” programında Pazar sabahları saat 11’de canlı yayında iktidara fena halde vurur ve yine milyonlar tarafından izlenirdik. Övünmek gibi olmasın, çok iyi programdı. Bunları niçin anlatıyorum?.. Çünkü Mustafa benim yakın dostumdu. Birlikte güler, eğlenir, gerektiğinde dedikodu yapar, ama en ciddi ve en özel konuları bile içtenlikle konuşurduk. Aramızda sonsuz bir güven ilişkisi vardı. Ergenekon’dan gözaltına alındığında çok şaşırmıştım. Düşünüyordum: Eğer Mustafa Balbay bir örgüt üyesi, terörist, darbeci vesaire olsaydı, bana mutlaka bir şey fısıldar, “Abi istersen gel katıl bize” derdi. Aramızda o boyutta yakınlık vardı. Neyse ki ilk gözaltı kısa sürdü…Ve biz programa devam ettik. Mart 2009’da onu yine aldılar ve bu kez tutukladılar. Gidiş o gidiş… 1000 gün! Benim tanıdığım Mustafa Balbay zaten terörist olamazdı. İstese de olamazdı. Mutlu bir yuvası, iki çocuğu vardı. Bir şey daha söyleyeyim…Gerek NTV ve gerekse ART’de yapacağımız her canlı yayın öncesinde Nazilli’de yaşayan annesini ve babasını arar, hatırlarını sorardı. Ailesine böyle düşkündü. Böyle bir adam kendini ve ailesini riske atıp gizli örgütlere (!) üye olur mu, darbeciliğe (!) soyunur mu? Şimdi bu soruları tersine çevirip sormak gerekir: Suçu kanıtlanmamış bir gazetecinin 1000 gün boyunca tutuklu bırakılması hangi adalet anlayışına, hangi hukuka sığar? Mustafa Balbay olayı, Ergenekon, Balyoz ve ötekilerle birlikte Türk adalet tarihine geçecek kara bir olaydır.
Faruk Bildirici / Hürriyet Okur Temsilcisi
“Ama”yı Burada Sevmedim
“Ama” sözcüğünü oldum olası çok severim. Heptenci tutumlara bir isyan bayrağı gibi gelir “ama” bana. “Ama” deyince üzerinde durduğunuz olgunun ya da sorunun öbür yanını da göz ardı etmediğinizi gösterirsiniz. Gazeteciliğe de çok yakıştığını düşünürüm “ama” nın. Ne de olsa taraftarlığa yer olmayan bir meslektir gazetecilik. Muhalif duruş, eleştirel bakış, olmazsa olmazıdır mesleğimizin. Yazık ki, asaletine hayran olduğum o güzelim “ama” sözcüğünün “hapisteki gazeteciler” sorunundan sözedilirken de kullanıldığını gördüm geçenlerde. Bunca gazetecinin hapse atılmasına karşı çıkanlara “etik” hatırlatılıyor, gazeteciliğin geçmişinde etik sorunlar olduğu vurgulanıyordu. Doğru, bu ülkenin gazetecilik geçmişinde (ve günümüzde tabii) etik dışı işler var! Gazeteci arkadaşlarımızın hapse atılmasını, yüzlerce gün hücrelerde tutulmalarını konuşurken “Ama onlar da etik dışı işler yaptılar” diyorsak, o meslektaşlarımızın hapse atılmasına teorik destek kazandırma çabası içine girmişiz demektir. Zira etik sorunlar, meslek örgütleri ve meslektaşlar arasında konuşulur; mahkemelerde değil. Biz gazetecilere düşen, “ama o”, “ama bu”, “ama şöyle”, “ama böyle” demeden hapisteki bütün gazeteci arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını desteklemektir. Selam olsun elindeki kalemi, dilindeki kelamı yüzünden hapislere düşürülenlere…
Metehan Demir / Hürriyet Ankara Temsilcisi
Mustafa Okul Çıkışında Bekliyorum
Bugün sevgili Mustafa Balbay’ın, bir mesleki başarısının yıl dönümünü ya da meslekte 40. yılını kutlamasına dair düşüncelerimi yazmayı tercih ederdim. Mustafa Balbay mesleğimizde çok başarılıdır ve 40. yılını da alnının akıyla, nice ödüllerle ileride kutlayacaktır. O nedenle böyle bir temennim de mutlaka ileride gerçek olacaktır. Ama şimdi maalesef biz bugünü konuşuyoruz. Bugünü değil aslında 1000 günü konuşuyoruz. Doğrudur, yargıda olan bir sürece kimsenin müdahalesi, etkisi söz konusu bile olamaz. Ama masumiyet karinesi gibi yüce ve saygı duyulması gereken bir hukuki tanımlama da yine yargının daima dayandığı ana noktalardandır. Yani yargı bağımsız derken, ona kimse etki edemez derken bu Mustafa Balbay’ın ya da benzer durumdaki herhangi bir kişinin hakkındaki iddialar ya da suçluluğu ispat edilene kadar yargısız infaz edilebileceği anlamına gelmez. Suçludur anlamına gelmez. Bu onun bin ya da binlerce gün Türkiye’nin en azılı şüphelisiymiş gibi karşıt örnekleri varken hapislerde çürütülmesi anlamına gelmez. Bugün burada gösterdiğimiz tepki bir gazetecilik dayanışması anlamına da gelmez. Bu herhangi bir kurum, kuruluş ya da yapıya karşı isyan anlamına da gelmez. Bunun üzerinden spekülasyonlar yaratıp hayali düşmanlıklarla, demagojik saldırılara da gerek yok. Durum gayet net. Bana göre yeni doğan çocuğunu ve 11 yaşındaki o şeker kızını çok özlediğinden dolayı evine kaçma şüphesinden başka bir yere kaçma şüphesi bulunmayan, daha fazla ağlamamak için delilleri mi yoksa kontrolden çıkan özlemini mi karartacağı konusunda ikileme düştüğüm sevgili Balbay, 1000 gündür orada. Kaçma şüphesi, delilleri karartma deniyor, bilmiyorum ama hiçte sanmıyorum. Derbi maçı yapmıyoruz. “Ama şunlar tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi” deyip, Balbay ve diğerleri de salıverilsin kolaycılığına kaçmayacağım. Ama şunu isteyeceğim; “Ey yüce yargının mensupları; o hapishanelere Allah kimseyi düşürmesin. Tabii ki suçlu varsa o da en ağır şekilde cezasını çeksin ama o cezaevinde suçsuz olduğuna inanıpta bir dakika geçirmenin yıllar gibi geleceğine de eminim. Balbay veya diğerlerinin, kim olursa olsun suçlu olup olmadığına siz karar vereceksiniz. Bu kararı verirken yargının empati yeteneği olabileceğini de gösterin. Balbay’ın da diğerlerinin de delilleri karartabileceğinden şüphelenip, insanların geleceklerini, hayatlarını karartmayın.” Sevgili Balbay, seninle çocukları okuldan çıktıklarında aynı saatte çok beraber almıştık. Okul yine aynı saatte dağılıyor, bir değişiklik yok. Kızını çıkarken yine görüyorum. Merak etme. Seni en kısa zamanda çıkışta bekliyorum.
Muharrem Sarıkaya / Habertürk Ankara Temsilcisi
Hicaz
1990’ların ortalarında bir yaz günüydü…Resmi heyet geziye Medine’yi de eklenmiş, kutsal mekânların ziyaretine geniş zaman ayrılmıştı. O dönemde ulaşılması kolay olmayan bu coğrafyada bulunmanın hazını yaşıyorduk. Zaten kalabalık olan heyette kimse bir diğerinin ne yaptığıyla da çok ilgili değildi. Biraz sıcağın etkisi, biraz da haber kaygısı içinde olmamanın verdiği rehavetle hareket edildi. Belki bundan kaynaklansa gerek, diğer gezilerde yaşandığının aksine kimse yanındaki diğer gazeteci arkadaşının “haber atlatıp atlatmadığını” kollama kaygısına düşmedi. Yüzlerce kişiyle dev salonda verilen akşam yemeğinde de yokluğu fark edilmedi. Otele dönüş için otobüslere binildiğinde “nerede?” sorusuna yanıt bulunmayınca kıyamet koptu. Bizlerden sorumlu rehberi bir telaş sardı: “İçinizden biri yok…” Listeden yoklama yapıldığında görüldü ki gerçekten yok… Yemek salonu bir daha dolaşıldı, sağa sola bakıldı. Sabah saatlerinden beri otobüste olup olmadığı sorgulandı. Birileri “buradaydı” dedi, bazıları “anımsamadığını” söyledi. Rehberin, “Bulmadan şuradan şuraya bir adım attırmak” ısrarı zor kırıldı. Sağa sola haber salındı, bulmanın olanağı yoktu. Başına bir iş gelmiş olacağından şüphe edildi; birileri “bir şey olmaz, çıkar gelir” deyip yatıştırmaya çalıştı. Gün ağrırken yan odanın kapısı çarptığında kaybolmadığını anladım. Sabah otobüse bindiğinde ise işitmediği laf kalmadı. Yanıma oturdu “neredeydin, herkes çok kaygılandı” dedim. Umursamaz ses tonuyla neşe dolu yanıtladı: “Bir araba kiralayıp Hicaz tren istasyonuna gittim…” Heyecanlıydı… Tren istasyonunun yanındaki Hamidiye Camisi’ne de uğradığını söyledi. Sonra hüzünlendi: “Kötü durumdalar; çökmek üzereler. Çok fotoğraf çektim, dönünce dizi yazı yaparım…” Yaptı da…Dikkatleri tarihi binalara çekti. Arapçadaki karşıtı “Engel, bariyer” anlamına gelen Hicaz’ın restorasyonunun önündeki engelleri kaldırmasını başardı. O gün engelleri kaldırdığı kalemiyle bugün kendisi bariyerlerin ardında kaldı. Oysa bilmiyorlar ki Mustafa Balbay’ı bıraksalar başka engelleri kaldırmak için ya Hicaz’a ya Fizan’a gider… Ya da her sabah Rönesans Parkı’nda koşuyor bulursunuz…
Serkan Demirtaş / Hürriyet Daily News Ankara Temsilcisi
Adalet Dağıtmayan Hukuk Ne İşe Yarar?
Türkiye’de hukuk maalesef adalet dağıtmıyor. Ne etkin bir ceza yargılaması sistemine sahip ne de hükümet etkisinden uzak tarafsız bir yargıya… Bunu sadece biz değil, uluslararası bağımsız bir kuruluş olan Dünya Adalet Projesi de söylüyor. Projenin 2011 Hukukun Üstünlüğü Dizini’ne göre Türkiye, Etkin Ceza Adaleti kategorisinde 66 ülke arasında 48. sırada bulunuyor. Bu kategoriyi oluşturan faktörler ise suçların etkin soruşturulup zamanında hüküm verilmesi; ceza yargılaması sisteminin tarafsız olması ve hükümet etkisine açık olmaması ile sistemin sanığın hukuki usullere uygun (due process of law) olarak yargılanması olarak sıralanıyor. Türkçeye “uygun hukuksal usul” olarak çevrilebilecek olan “due process of law” kavramı, belki de Türk yargı sisteminde eksikliğini en fazla hissettiğimiz evrensel hukuk ilkelerinden biridir. Yargılama usulleri açısından anayasal garantileri tanımlayan bu ilke, “hukuki esas ve usullere uyulmadan hiçbir kimsenin hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkından mahrum bırakılamayacağını” da kapsar. Umudumuz, Türk yargıçlarının da bir gün evrensel ilkeleri anlayacak noktaya gelmeleri ve artık “peşin cezaya” dönüşmüş uzun tutukluluk uygulamalarına son vermeleridir. Hürriyet; değil 1000 gün, bir gün için bile insanın en değerli hakkıdır… Bir gazeteci, bir yazar ve bir milletvekili olarak toplumsal gelişime katkı yapmaya çalışan Mustafa Balbay’ın –ve diğer “hukuk mağdurlarının”– hürriyetine kavuşması hukuki olduğu kadar vicdani de bir zorunluluktur.
Yavuz Donat / Sabah Gazetesi
“Seni Seviyorum Arkadaşım”
İster sayıyla yazalım, ister rakamla… Bin gün… Çok uzun… İster “tutukluluk cezaya dönüştü” diyelim, ister başka şey söyleyelim. Ne taraftan bakarsak bakalım… Bin günün aşılması “güç.” Sevgili eşi, canından çok sevdiği çocukları onu özlediler, biliyoruz… Okurları, gazetesi de özledi…Biliyoruz. Eski arkadaşımız,eskimeyen dostumuz… Biz de çok özledik. Bir an önce aramıza dönmesini bekliyoruz.
Fırat Kozok/Cumhuriyet
Can Dündar: Bu devlet, Balbay’dan da özür dileyecek elbet
Reha Muhtar: Sevgili Mustafa’m
Altemur Kılıç: Dertleşmeye hasretim Mustafa
Deniz Zeyrek: Hedef İtibarsızlaştırıp Unutturmak
Emin Çölaşan: Olacak Şey Değil
Faruk Bildirici: “Ama”yı Burada Sevmedim
Metehan Demir: Mustafa Okul Çıkışında Bekliyorum
Muharrem Sarıkaya: Hicaz
Serkan Demirtaş: Adalet Dağıtmayan Hukuk Ne İşe Yarar? Yavuz Donat: Seni Seviyorum Arkadaşım
Gazeteciler, Silivri’de 1000 gündür özgürlük bekleyen gazetemiz yazarı Mustafa Balbay için buluştu. Balbay’ın gazeteci arkadaşları geçen 1000 günü “Uzun tutukluluk cezalandırmaya ve itibarsızlaştırmaya dönüştü” diye değerlendirdi. Meslektaşlarının Balbay için kaleme aldıkları özel yazılar şöyle:
Bu devlet, Balbay’dan da özür dileyecek elbet
Can Dündar / Milliyet Yazarı
Önceki yılbaşı beraberdik komşumuz Balbay’larla…
Bizim evde Nebil’le (Özgentürk) kollarını tavana değdirircesine ve dizleriyle zemini döve döve zeybek oynamışlardı.
Sonra o Temmuz sabahı, evinin arandığı haberini alınca koşarak gitmiştik kapısına…
4 sivil polis eşliğinde çıkarken gülümsemiş ve “Gocunacak bir şeyim yok. Ne yaptığım ortada” demişti.
Arkasından da bilgisayarı kucakta çıkarılmıştı evden; suç ortağı olarak…
Küçük kızına “Bilgisayara virüs girmiş, amcalar onu temizleyecekler” denmişti.
Birçok örnekte aslında bilgisayara virüsü “amcalar”ın yerleştirdiğini sonradan öğrenecektik.
Kızı onsuz büyürken Balbay, “Silivri Toplama Kampı” adını verdiği “Zulümhane”sinde 1000 günü doldurdu.
Bu mesleğin şanındandır, davalar, iftiralar, suikastlar, mahpusluklar…
Yine çoğu örnekte dünün mahpusları bugünün kahramanları oldular.
İyi biliyoruz ki, yarın “Balbay çıkacak/ yine yazacak”.
Kızına, eşine, kalemine sarılacak, yine dostlarla buluştuğunda diziyle toprağı döve döve zeybek oynayacak.
Ve muhtemelen gün gelecek, bu devlet Balbay’dan ve bunca yıl tutukluluk zulmüyle cezalandırdığı “fikir suçluları”ndan da özür dileyecek. Af isteyecek.
Can Yücel ustanın 12 Mart sonrası, af öncesi kaleme aldığı dizeleriyle bitirelim:
“Amaaaa.
Biz onları,
Biz onları affetmeyeceğiz azizim.”
Çiğdem Toker / Akşam Ankara Temsilcisi
Fakat Bin Gün
“Fakat bin gün bu. Dile kolay. Nasıl olur?” diyenin gönlü rahat olsun.
Balbay enseyi karartmaz.
Sadece enseyi değil, “sol memenin altındaki cevahiri” de. O kadar yani.
Cezaevinde(n) yazdığı kitapların yanında; Ankara gazeteciliği sokaklarındaki o eski hukuk, bunu böyle söyletiyor.
Ve yine o eski hukuk, şu cümleyi de hatırlatıyor: Balbay’ın ruhu, pür iyimserlik, coşku ve heyecandan mürekkeptir.
Ağaçlarla ahbaplığı mesela. Her gün; sağından solundan kıyısından kenarından görmeden geçtiğimiz; kimi, on yılların tanıklığıyla yorgun, kimi gökyüzüne kendisini resmetmiş; çınarın,meşe palamudunun, ak akasyanın; hasılı cümle Ankara ağacının isimlerini böyle tek tek nasıl bilir; onlarla laflar, yapraklarla sohbetini okurla nasıl paylaşır; şaşarsınız.
Sonra; siyaset yazılarından, okuyana yaşama sevinci sızdıran o mütebessim kelimeler…
Memleketin “havasına suyuna, taşına toprağına” kötümserliği koyultacak bunca hadise mebzul miktarda saçılmışken O; bu kötümserliği dağıtabilen onca iyi hikayeyi, şiir dizesini, meselleri hangi ara biriktirmiştir?
O inançla diyorum; Balbay bin gün geçse de “karartmamıştır.”
“Fakat bin gün bu, dile kolay. Nasıl olur?” diyenin gönlü rahat olmasın bir yandan da…
“Sen şundan dolayı suçlusun, cezan budur” demeden, bir insanı, her sıfatından bağımsız bir insanı, bin gün çocuklarından uzakta tutabilen bir sistem kimsenin gönlünü rahat ettirmemeli.
Ondan.
Altemur Kılıç / Yeniçağ Yazarı
Mustafa Balbay.
Gazeteci yazar – 21. Yüzyılda. Cumhuriyet Türkiyesi’nde. 1000 gündür, yani üç yıla yakın. Silivri’de mahpus. Neden? “Farkında mısınız Cumhuriyet Tehlikede” diye yazdığı için. “Bin” gün… Dile kolay… 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra ben Yassıada’da dokuz ay yattım diye acılarımı bir şey sanmıştım… Adalet ayaklar altında. Hem senin hem Özkan ve orada mahpus meslektaşlarımız ve komutanlar için! Sen dışarıdayken yazılarından esinlenir seninle telefonda dertleşirdik ve olacakları o zaman tahmin ederdik. Dertleşmeye hasretim Mustafa. Türkiye artık bildiğimiz gibi değil. Başbakan davaların “fikri savcısı olmakla” övünüyor… Suriye Başkanı Beşar Esad’ı zalim olmakla suçluyor “Sen de gideceksin” diyor… Evet Esad da gidecek, Erdoğan da gidecek ama nice Mustafalarda sonra. Suriye’de Esad zalimse insanlar böyle zulüm görüyorlarsa Erdoğan nedir? Fransız Devrimi’nin–istibdadın ve zulmün simgesi Bastille zindanı yıkılmış, içinde yıllardır yatan aydınlar kurtulmuştu. Umarım Silivri’nin, Hasdal’ın yıkılması yakındır. “İçeridekiler” muhakkak bir gün aklanacaklar. Ancak Balbay’a Özkan’a diğerlerine kaybettikleri günleri kim geri verecek, ailelerine acıların bedelini kim ödeyecek, vebal kimin, kimlerin omuzlarında? “Devlet” adına kim “Pardon” diyecek, özür dileyecek? Ben gene de bugünün Türkiye’sinde bu adalete inanmıyorsam da ilahi adalete inanıyorum. Dünya zalimlere kalmıyor!
Reha Muhtar / Vatan Yazarı
Sevgili Mustafa’m
Utku aradı (Çakırözer) beni önceki gün…
“Abi” dedi, “Biliyorsun Mustafa’nın tutukluluğunun 1000. günü geliyor… Birkaç satır yazmak istersen sayfalarımız açık…”
Hayat ne ilginç Mustafa’m…
Utku Ateş Hattı’nı yaparken benim yanıma geldiğinde yirmi yaşında falandı…
Bizim seninle İzmir’de ilk tanıştığımız yaşlarda…
Şimdi o senin Cumhuriyet’teki görevini yapmakta…
Sen ise tutuklusun…
Benden yazı istemekte, senin tutukluluğun hakkında…
Dün içerden yazdığın 1000. gün yazısını bir daha okudum…
“1000 yaklaşırken kendime sordum” demişsin…
“Günleri boşa geçirmedin değil mi?..
Gönül rahatlığıyla ‘hayır’ dedim, ‘boşa geçirmedin.’
İkinci bir üniversite desem abartmış olmam…
İçim kanatlarla dolu…
Belki de dışarıda binlerce kanat var diye düşündüğümden…
Bütün engellere inat…
Zamana inat…
Hiç kapanmamalı…
İnsanın içindeki kanat…”
Yaşam bize hep bir şeyler öğreneceğimiz mecralar çıkartıyor…
O mecralarda “hayatın öğretmek istediğini öğrenmeyenler”, “vermek istediğini almayanlar” , hayatla kavga ediyorlar…
Oysa sen hayatla kavga etmiyorsun Mustafa’m…
Hayatın bu mecrada öğrettiklerinin bitmesini bekliyorsun…
Ne mutlu sana ki içindeki kanatlar ölmüyorlar…
Ne mutlu sana ki o duvarlar arasında ikinci üniversiteyi okumakta olduğunun bilincindesin…
Ne kadar zenginleştin, ne kadar bilgeleştin, kim bilir…
Hasretle ruhu zenginleşmiş ve bilgeleşmiş Mustafa’nın yolunu gözlemekteyim…
Güzel günlerinde buluşmak üzere kardeş…
Deniz Zeyrek / Radikal Ankara Temsilcisi
Hedef İtibarsızlaştırıp Unutturmak
En temel insan hakkı yaşam hakkıdır. Bunu “özgürlük” hakkı izler. Evrensel hukuk, yaşam hakkını kutsal sayar, özgürlük hakkının kısıtlanabilmesi için ise çok önemli, somut gerekçeler arar. Basın özgürlüğü de halkın haber alma, gerçeği bilme ve eleştiri hakkıyla paralel düşünüldüğünde, modern dünyada en az yaşam ve özgürlük hakları kadar önem kazanır. Demokrasiler geliştikçe, basın özgürlüğünün sınırları da genişler, basın özgürlüğünün sınırları genişledikçe de demokrasinin kalitesi artar. Ne yazık ki, Türkiye’de son dönemde basın özgürlüğü sınırları ve dolayısıyla demokrasinin kalitesi konusunda sıkıntılı günler yaşanıyor. Temel görevleri haber yapmak olan gazeteciler, birbirinden ilginç ve tartışmalı yargı süreçleriyle haber konusu oluyor. Mesleki yaşamlarını her türlü derin devletle mücadele ile geçiren gazeteciler mücadele ettikleri derin devletin parçası olmakla suçlanıyor. Yargı gibi demokrasinin en yaşamsal araçları ile yürütülen bu uzun süreç, ne yazık ki gerçeğin ortaya çıkarılma süreci olmaktan çıkıp, uzun tutukluluk süreleriyle “cezalandırma”, “itibarsızlaştırma”, “gündemden düşürülme” sürecine dönüşüyor. Balbay’ın dört duvar arasında geçirdiği 1000 gün, Türkiye’nin kronolojik tarihi açısından kısa, demokrasi tarihi açısından çok uzun bir zaman aralığıdır. Özgürlük dileklerimle…
Emin Çölaşan – Sözcü Yazarı
‘Olacak Şey Değil’
Cezaevi parmaklıkları arkasında 1000 gün… Tek kişilik bir hücrede yağlı yemekleri muslukta ve çamaşırları leğende yıkayarak, kitap okuyarak, idman yaparak, sadece cezaevi görevlilerini görerek geçirilen koskoca 1000 gün. Bunu başka türlü anlatmak gerekirse, tek başına, kilitli kapıların arkasında, yapayalnız yatılan 1000 gece. İnanılır gibi değil. Peki ama Mustafa Balbay’ın suçu ne? Adam mı öldürmüş, ırz düşmanı mı, gençleri zehirleyen bir uyuşturucu satıcısı mı, silah kaçakçısı mı, terörist mi? Savcılık iddianamesine bakarsanız, o bir terörist! Ama benim tanıdığım Mustafa öyle değil. Onu çok iyi tanıyorum ve bunları bilerek söylüyorum. Sanırım 1998 yılı idi. NTV’de “Kapalı Kapılar Ardında” isimli bir program yapıyorduk. Salı geceleri yayınlanan ve büyük ilgi yaratan bu programda üç gazeteci vardık. Yavuz Donat, Mustafa ve ben. Yavuz ılımlı gider, biz Mustafa ile patır kütür konuşurduk. 2002 yılında AKP iktidar olunca, NTV yönetimi korkmaya başladı ve bizim programı yayından kaldırmak zorunda kaldı. Ben gazeteci olarak baskıyı ve birilerinin nasıl korkmaya başladığını ilk kez orada hissettim. 2004 yılında Mustafa Balbay’la ikimiz, bu kez ART’de program yapmaya başladık. “Ankara Rüzgarı” programında Pazar sabahları saat 11’de canlı yayında iktidara fena halde vurur ve yine milyonlar tarafından izlenirdik. Övünmek gibi olmasın, çok iyi programdı. Bunları niçin anlatıyorum?.. Çünkü Mustafa benim yakın dostumdu. Birlikte güler, eğlenir, gerektiğinde dedikodu yapar, ama en ciddi ve en özel konuları bile içtenlikle konuşurduk. Aramızda sonsuz bir güven ilişkisi vardı. Ergenekon’dan gözaltına alındığında çok şaşırmıştım. Düşünüyordum: Eğer Mustafa Balbay bir örgüt üyesi, terörist, darbeci vesaire olsaydı, bana mutlaka bir şey fısıldar, “Abi istersen gel katıl bize” derdi. Aramızda o boyutta yakınlık vardı. Neyse ki ilk gözaltı kısa sürdü…Ve biz programa devam ettik. Mart 2009’da onu yine aldılar ve bu kez tutukladılar. Gidiş o gidiş… 1000 gün! Benim tanıdığım Mustafa Balbay zaten terörist olamazdı. İstese de olamazdı. Mutlu bir yuvası, iki çocuğu vardı. Bir şey daha söyleyeyim…Gerek NTV ve gerekse ART’de yapacağımız her canlı yayın öncesinde Nazilli’de yaşayan annesini ve babasını arar, hatırlarını sorardı. Ailesine böyle düşkündü. Böyle bir adam kendini ve ailesini riske atıp gizli örgütlere (!) üye olur mu, darbeciliğe (!) soyunur mu? Şimdi bu soruları tersine çevirip sormak gerekir: Suçu kanıtlanmamış bir gazetecinin 1000 gün boyunca tutuklu bırakılması hangi adalet anlayışına, hangi hukuka sığar? Mustafa Balbay olayı, Ergenekon, Balyoz ve ötekilerle birlikte Türk adalet tarihine geçecek kara bir olaydır.
Faruk Bildirici / Hürriyet Okur Temsilcisi
“Ama”yı Burada Sevmedim
“Ama” sözcüğünü oldum olası çok severim. Heptenci tutumlara bir isyan bayrağı gibi gelir “ama” bana. “Ama” deyince üzerinde durduğunuz olgunun ya da sorunun öbür yanını da göz ardı etmediğinizi gösterirsiniz. Gazeteciliğe de çok yakıştığını düşünürüm “ama” nın. Ne de olsa taraftarlığa yer olmayan bir meslektir gazetecilik. Muhalif duruş, eleştirel bakış, olmazsa olmazıdır mesleğimizin. Yazık ki, asaletine hayran olduğum o güzelim “ama” sözcüğünün “hapisteki gazeteciler” sorunundan sözedilirken de kullanıldığını gördüm geçenlerde. Bunca gazetecinin hapse atılmasına karşı çıkanlara “etik” hatırlatılıyor, gazeteciliğin geçmişinde etik sorunlar olduğu vurgulanıyordu. Doğru, bu ülkenin gazetecilik geçmişinde (ve günümüzde tabii) etik dışı işler var! Gazeteci arkadaşlarımızın hapse atılmasını, yüzlerce gün hücrelerde tutulmalarını konuşurken “Ama onlar da etik dışı işler yaptılar” diyorsak, o meslektaşlarımızın hapse atılmasına teorik destek kazandırma çabası içine girmişiz demektir. Zira etik sorunlar, meslek örgütleri ve meslektaşlar arasında konuşulur; mahkemelerde değil. Biz gazetecilere düşen, “ama o”, “ama bu”, “ama şöyle”, “ama böyle” demeden hapisteki bütün gazeteci arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını desteklemektir. Selam olsun elindeki kalemi, dilindeki kelamı yüzünden hapislere düşürülenlere…
Metehan Demir / Hürriyet Ankara Temsilcisi
Mustafa Okul Çıkışında Bekliyorum
Bugün sevgili Mustafa Balbay’ın, bir mesleki başarısının yıl dönümünü ya da meslekte 40. yılını kutlamasına dair düşüncelerimi yazmayı tercih ederdim. Mustafa Balbay mesleğimizde çok başarılıdır ve 40. yılını da alnının akıyla, nice ödüllerle ileride kutlayacaktır. O nedenle böyle bir temennim de mutlaka ileride gerçek olacaktır. Ama şimdi maalesef biz bugünü konuşuyoruz. Bugünü değil aslında 1000 günü konuşuyoruz. Doğrudur, yargıda olan bir sürece kimsenin müdahalesi, etkisi söz konusu bile olamaz. Ama masumiyet karinesi gibi yüce ve saygı duyulması gereken bir hukuki tanımlama da yine yargının daima dayandığı ana noktalardandır. Yani yargı bağımsız derken, ona kimse etki edemez derken bu Mustafa Balbay’ın ya da benzer durumdaki herhangi bir kişinin hakkındaki iddialar ya da suçluluğu ispat edilene kadar yargısız infaz edilebileceği anlamına gelmez. Suçludur anlamına gelmez. Bu onun bin ya da binlerce gün Türkiye’nin en azılı şüphelisiymiş gibi karşıt örnekleri varken hapislerde çürütülmesi anlamına gelmez. Bugün burada gösterdiğimiz tepki bir gazetecilik dayanışması anlamına da gelmez. Bu herhangi bir kurum, kuruluş ya da yapıya karşı isyan anlamına da gelmez. Bunun üzerinden spekülasyonlar yaratıp hayali düşmanlıklarla, demagojik saldırılara da gerek yok. Durum gayet net. Bana göre yeni doğan çocuğunu ve 11 yaşındaki o şeker kızını çok özlediğinden dolayı evine kaçma şüphesinden başka bir yere kaçma şüphesi bulunmayan, daha fazla ağlamamak için delilleri mi yoksa kontrolden çıkan özlemini mi karartacağı konusunda ikileme düştüğüm sevgili Balbay, 1000 gündür orada. Kaçma şüphesi, delilleri karartma deniyor, bilmiyorum ama hiçte sanmıyorum. Derbi maçı yapmıyoruz. “Ama şunlar tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi” deyip, Balbay ve diğerleri de salıverilsin kolaycılığına kaçmayacağım. Ama şunu isteyeceğim; “Ey yüce yargının mensupları; o hapishanelere Allah kimseyi düşürmesin. Tabii ki suçlu varsa o da en ağır şekilde cezasını çeksin ama o cezaevinde suçsuz olduğuna inanıpta bir dakika geçirmenin yıllar gibi geleceğine de eminim. Balbay veya diğerlerinin, kim olursa olsun suçlu olup olmadığına siz karar vereceksiniz. Bu kararı verirken yargının empati yeteneği olabileceğini de gösterin. Balbay’ın da diğerlerinin de delilleri karartabileceğinden şüphelenip, insanların geleceklerini, hayatlarını karartmayın.” Sevgili Balbay, seninle çocukları okuldan çıktıklarında aynı saatte çok beraber almıştık. Okul yine aynı saatte dağılıyor, bir değişiklik yok. Kızını çıkarken yine görüyorum. Merak etme. Seni en kısa zamanda çıkışta bekliyorum.
Muharrem Sarıkaya / Habertürk Ankara Temsilcisi
Hicaz
1990’ların ortalarında bir yaz günüydü…Resmi heyet geziye Medine’yi de eklenmiş, kutsal mekânların ziyaretine geniş zaman ayrılmıştı. O dönemde ulaşılması kolay olmayan bu coğrafyada bulunmanın hazını yaşıyorduk. Zaten kalabalık olan heyette kimse bir diğerinin ne yaptığıyla da çok ilgili değildi. Biraz sıcağın etkisi, biraz da haber kaygısı içinde olmamanın verdiği rehavetle hareket edildi. Belki bundan kaynaklansa gerek, diğer gezilerde yaşandığının aksine kimse yanındaki diğer gazeteci arkadaşının “haber atlatıp atlatmadığını” kollama kaygısına düşmedi. Yüzlerce kişiyle dev salonda verilen akşam yemeğinde de yokluğu fark edilmedi. Otele dönüş için otobüslere binildiğinde “nerede?” sorusuna yanıt bulunmayınca kıyamet koptu. Bizlerden sorumlu rehberi bir telaş sardı: “İçinizden biri yok…” Listeden yoklama yapıldığında görüldü ki gerçekten yok… Yemek salonu bir daha dolaşıldı, sağa sola bakıldı. Sabah saatlerinden beri otobüste olup olmadığı sorgulandı. Birileri “buradaydı” dedi, bazıları “anımsamadığını” söyledi. Rehberin, “Bulmadan şuradan şuraya bir adım attırmak” ısrarı zor kırıldı. Sağa sola haber salındı, bulmanın olanağı yoktu. Başına bir iş gelmiş olacağından şüphe edildi; birileri “bir şey olmaz, çıkar gelir” deyip yatıştırmaya çalıştı. Gün ağrırken yan odanın kapısı çarptığında kaybolmadığını anladım. Sabah otobüse bindiğinde ise işitmediği laf kalmadı. Yanıma oturdu “neredeydin, herkes çok kaygılandı” dedim. Umursamaz ses tonuyla neşe dolu yanıtladı: “Bir araba kiralayıp Hicaz tren istasyonuna gittim…” Heyecanlıydı… Tren istasyonunun yanındaki Hamidiye Camisi’ne de uğradığını söyledi. Sonra hüzünlendi: “Kötü durumdalar; çökmek üzereler. Çok fotoğraf çektim, dönünce dizi yazı yaparım…” Yaptı da…Dikkatleri tarihi binalara çekti. Arapçadaki karşıtı “Engel, bariyer” anlamına gelen Hicaz’ın restorasyonunun önündeki engelleri kaldırmasını başardı. O gün engelleri kaldırdığı kalemiyle bugün kendisi bariyerlerin ardında kaldı. Oysa bilmiyorlar ki Mustafa Balbay’ı bıraksalar başka engelleri kaldırmak için ya Hicaz’a ya Fizan’a gider… Ya da her sabah Rönesans Parkı’nda koşuyor bulursunuz…
Serkan Demirtaş / Hürriyet Daily News Ankara Temsilcisi
Adalet Dağıtmayan Hukuk Ne İşe Yarar?
Türkiye’de hukuk maalesef adalet dağıtmıyor. Ne etkin bir ceza yargılaması sistemine sahip ne de hükümet etkisinden uzak tarafsız bir yargıya… Bunu sadece biz değil, uluslararası bağımsız bir kuruluş olan Dünya Adalet Projesi de söylüyor. Projenin 2011 Hukukun Üstünlüğü Dizini’ne göre Türkiye, Etkin Ceza Adaleti kategorisinde 66 ülke arasında 48. sırada bulunuyor. Bu kategoriyi oluşturan faktörler ise suçların etkin soruşturulup zamanında hüküm verilmesi; ceza yargılaması sisteminin tarafsız olması ve hükümet etkisine açık olmaması ile sistemin sanığın hukuki usullere uygun (due process of law) olarak yargılanması olarak sıralanıyor. Türkçeye “uygun hukuksal usul” olarak çevrilebilecek olan “due process of law” kavramı, belki de Türk yargı sisteminde eksikliğini en fazla hissettiğimiz evrensel hukuk ilkelerinden biridir. Yargılama usulleri açısından anayasal garantileri tanımlayan bu ilke, “hukuki esas ve usullere uyulmadan hiçbir kimsenin hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkından mahrum bırakılamayacağını” da kapsar. Umudumuz, Türk yargıçlarının da bir gün evrensel ilkeleri anlayacak noktaya gelmeleri ve artık “peşin cezaya” dönüşmüş uzun tutukluluk uygulamalarına son vermeleridir. Hürriyet; değil 1000 gün, bir gün için bile insanın en değerli hakkıdır… Bir gazeteci, bir yazar ve bir milletvekili olarak toplumsal gelişime katkı yapmaya çalışan Mustafa Balbay’ın –ve diğer “hukuk mağdurlarının”– hürriyetine kavuşması hukuki olduğu kadar vicdani de bir zorunluluktur.
Yavuz Donat / Sabah Gazetesi
“Seni Seviyorum Arkadaşım”
İster sayıyla yazalım, ister rakamla… Bin gün… Çok uzun… İster “tutukluluk cezaya dönüştü” diyelim, ister başka şey söyleyelim. Ne taraftan bakarsak bakalım… Bin günün aşılması “güç.” Sevgili eşi, canından çok sevdiği çocukları onu özlediler, biliyoruz… Okurları, gazetesi de özledi…Biliyoruz. Eski arkadaşımız,eskimeyen dostumuz… Biz de çok özledik. Bir an önce aramıza dönmesini bekliyoruz.
Fırat Kozok/Cumhuriyet