Ankara-Batıkent İnönü Mahallesi halkından bir grup, Muhtar Sema Deniz’in organize ile Çanakkale Şehitliklerine 40 kişilik mahalle grubu, 3-5 Haziran 2016 günlerini kapsayan üç gün süren gezilerinde Çanakkale savaşlarının geçtiği yerleri, şehitlikleri gurur ve hüzünle gezdiler.
Çoğunluğunu bayanların oluşturduğu geziye katılanlar,
savaş yerleri ve şehitlikleri gezerken hüzünlendiler, gururlandılar ama
yolda, Ankara’ya gelirken ve giderken
otobüs içinde çok neşeli idiler. Öylesine neşeli halleri vardı ki, otobüsün ara
koridorunda oyun oynayıp halay çekiyorlardı, bazıları, “arka koltukları kaldırın biz
halay çekeceğiz” diyorlardı.
Bu arada, deniz kenarında kaldıkları otelde, gecenin saat ikilerinde gezici bayanlarının
birinin kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılması, ayrı bir üzüntü vermesi
dışında, geziye katılanlar için çok yararlıydı. Bu arada engelli bir bayanın
engelli arabası ile geziye katılası ayrı bir ilgi odağı haline gelmişti; 75
yaşındaki bayan, “ölmeden önce atalarımızın kahramanca savaştıkları yerleri göreyim
dedim” diyordu.
Gezi sırasında rehberimiz Emekli İmam Ahmet İnan
savaşların geçtiği yerlerde ilginç açıklamalarda bulunurken, gezi ekibi
konuşmalardan bazen hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. İmam kökenli
rehberin, konuşmalarında sık sık Osmanlı’dan bahsederken Mustafa Kemal
Atatürk’e yer vermemesi, olayları dini
hurafelerle süslemesi, geziye katılanlar
tarafından eleştiri konusu oldu. En
iyisi biz, rehber İmamın gezi yerlerindeki resimleri ile konuşmalarıyla gezi
anılarını anlatalım.
ÇANAKKALE
BOĞAZI
“-Şu anda
bulunan yerimiz Çanakkale İlinin ilçesi; 1915 yılında bu ilçemiz Maydos kenti
idi, burada Rum vatandaşlar yaşıyorlardı. Birinci Dünya Savaşını Osmanlı
Devleti kazanınca Rumlar buradan gittiler, Bulgaristan’dan, Romanya’dan, Yanya’dan Balkan ülkelerindeki mübadele
muhacirleri buralara yerleştirildi.
Osmanlı
Devleti’nin Avrupa yakasındaki hâkimiyeti MS 1354 yılında Lâpseki’den
Gelibolu’ya, sallarla geçiyorlar, birazını Ece Halil Bey adında bir komutan
fethediyor, onun ismiyle Ece diyarı Abad kelimesi Osmanlıca bir kelime,
yerleşim birim anlamına gelmekte, Abad kelimesini ilave ediyorlar Eceabad
olarak günümüze kadar gelmekte. [1]
Çanakkale
Boğazı 70 km
uzunluğunda, ortalama derinliği 50-60 metre derinlikte, boğazın en derin noktası
Kilitbayır Kalesi’nin önü 106
metre derinlikte. Boğazın en dar yeri yine Kilitbayır Kalesi
ile Çanakkale Çivinlik Kalesi’nin arası 1250 metre . Osmanlı
Devleti boğazın en derin noktasına kalelerini, topçu birliklerini yağmış, bu
milletin namuslarını, bu milletin vatanını onurunu, bu milletin vatanını oradan
müdafaa etmiş.
Boğazda iki
tane akıntı var. Üst akıntı İstanbul Boğazından Çanakkale Boğazına, Çanakkale
Boğazından Ege Denizine doğru akıntı olmakta; alt akıntı ise 10-11 metre derinlikten bu
sefer ters akıntı Ege Denizinden Çanakkale Boğazına, Çanakkale Boğazından
İstanbul Boğazına doğru akıntı olmakta.
Dünyanın
yaratılışı ¾ ü sularla kaplı ¼ ü karalarla kaplı, suların karaları
basmamasındaki sebep de iki tane ters akıntının bütün denizlerde, bütün
okyanuslarda dünyanın yaratıldığından beri devamlı devri daim olduğundan sular
karaları basmamakta. Biz Allahın yarattıklarını görüp ona iman edeceğiz.
Buralar, bu yol
1915 yılında dedelerimizin hareket alanı. Atalarımızın ayak izleri bu yol güzergâhı
üzerinde, onlar buradan savaş giderken, savaştan gelen kolu kopmuş, bacağı
kopmuş yaralı askerler, yaralı askerleri görünce yanındaki asker arkadaşına
diyor ki, “arkadaşım ben de savaşa gidiyorum, biz de savaşa gidiyoruz, benim de
başıma böyle bir hal gelirse, benim anam babam çoluk çucuğum her şeyim sana
emanet, gözün arkada kalmasın sen onlara iyi bak” diyerek
kavilleştikleri, sözleştikleri yerin güzergâhı üzerindeyiz.
Bu gün sizlerle
önce deniz savaşlarının yapıldığı alanı, ondan sonra seyyar hastane
şehitliklerini, ondan sonra kara savaşlarının yapıldığı alanları sırasıyla
sizlerle ziyaret edeceğiz.
Osmanlı
Devleti’nin Birinci Dünya Savaşında en ağır yaralıların tedavi edildiği
Ağderesi Seyyar Hastanesi hemen şu sağ
taraf. Hastaneye gelip de tedavi edilemeden 5 bin atamız şu çalılıkların
bulunduğu toplu mezarların içinde yatmakta. Ağderesi Hastanesi, en ağır
yaralıların tedavi edildiği hastanemiz burası. Beş bin şehidimiz var burada.
Burası ziyarete açılmadığı için, burasını sizlerle ziyaret edemeyeceğiz. Sağ
tarafımızda bulunan Değirmin Tabyaları, topçu birliklerimizin bulunduğu yer.
Sol tarafımızda küçük bir iskele var, orası bizim birinci Teymiz mayın
hatlarımızın bulunduğu yer. Buradan karaya doğru on deniz mayın hattında 430
adet deniz mayınımız var. Düşman gemilerinin İstanbul’a gitmemesi için, deniz
mayın hatlarımızın bulunduğu yer burası.
BİTMEYEN
TESTİ-SU DAĞITAN EVLİYA
Sağ tarafta,
Necmettin Halil Onan’ın, “dur yolcu,
bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir” mısralarının
bulunduğu yer. İçine girdiğimiz köy
Kilitbayır köyü (denizin kilidi anlamına gelmekte) Burada Osmanlılardan
kalma iki tane yadigârımız var. Nasuhçu Mehmet Efendi, 23 Nisan 1915 sabahı bu
yoldan Birinci Dünya Savaşına giden 17. Alayın önüne geçiyor. Bölük komutanına
diyor ki, “komutanım askerleriniz çok
susuz, onlara su verebilir miyim”. ?Komutan da, “o zatın elindeki testi üç beş kişiye ancak yeter, sonra biter”
diyor. Çünkü alay 3500 kişi. Senin elindeki testi ancak üç beş kişiye
yeter, bizim alay 3500 kişi” derse
de, dede askerlere su vermeye devam eder. Bakıyorlar ki testideki su bitmiyor. 3500. asker diyor ki, “yahu dede, bizim alay 3500 kişi senin testin küçük bir testi, üç beş
kişiye verdikten sonra bitmesi lazım olan bir testi, sen bir alaya su verdin, 3500 kişiye su verdin hala
suyun bitmedi” deyince, askerin
sırtını sıvazlıyor, askere diyor ki: “Bana
Kilitbayır köyünde Kaşıkçı Mehmet Efendi derler, savaştan sonra beni ziyaret
et, der. Neyse o asker savaştan
bir yıl sonra Kilitbayır köyün geliyor, Kilitbayır köylülerine diyor ki, “Kaşıkçı Mehmet Efendi’nin evi nerede” Köylüler,
“sen onu nereden tanıyorsun” deyince,
asker diyor ki, “biz savaşa giderken
bize birer bardak su verdi, mataralarımız doldurdu”. Kilitbayır köylüleri,
“olamaz” diyorlar, “neden olamaz”, asker diyor ki, “ben onun suyunu içtim, ben onu gördüm” der. Kilitbayır köylüleri de diyor ki, “olamaz, olamaz çünkü Osmanlılar zamanında
yaşamış onun evi yok onun sadece mezarı var” derler, Sonunda onun evliya olduğunu
çözerler.
Bu arada, gezideki bazı arkadaşlar, “bu adam hurafe anlatıyor, böyle şey olur
mu?” diye fısıldaşmaya, söylenmeye
başladılar.
KALEDEN
TABYAYA
Şu gördüğünüz
Kilitbahir Kalesi, 1464 yılında Fatih Sultan Mehmet zamanında yaptırılan
kalemiz. Osmanlı Devleti bu kaleleri karşılıklı yaptırmış, bunun karşısında
Anadolu tarafında ikinci kalesi var. Şu an boğazın en dar noktasından
geçiyoruz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra, o top ustasına
topları döktürdükten sonra Osmanlı Devleti kaleleri bırakmış, şu gördüğünüz
tabyalara geçmiş. Sol tarafımız namazgâh tabyaları. Tabya ne demek, Osmanlı
Devleti, en ağır topların, bir yerden bir yere taşınması mümkün olmayan toplara
ve bulunduğu kamuflajlı yere tabya demiş. Sol tarafımızda namazgâh tabyaları;
neden namazgâh tabyaları demişler buraya, yol üzerinde beş tane tabyamız var.
Askerimiz Cuma ve bayram namazlarını burada kıldıkları için Osmanlı Devleti
buraya “namazgâh tabyaları” demiş. Burada 16 tane topumuzu 32 tane si
denetiminin olduğu en modern tabyaların bulunduğu yer burası. 1870 yılında
Abdülaziz zamanında yaptırılan tabyalarımız, namazgâh tabyaları olarak
değiştirilmiş, namaz kıldıkları için buraya namazgâh tabyaları denilmiş. Öbürü
Anadolu tabyaları, en ağır en uzun toplarımız camların altında. İngiliz
istihbaratı bu silahların burada olduğunu biliyor, boğaza girdiği zaman
burasını hallaç pamuğu gibi toprağın altını üstüne getiriyor. Boğaz komutanı
Cevat Paşa oranın perişan halini görüyor, ağlayarak geliyor ama savaş bu, kimi
kime şikâyet edeceksin, kim kimden hak isteyecek. O yenilmez armadayı yedi
saatin içinde yeniyoruz.
Bu arada engeli, daha doğrusu yürümekte zorlanan
yaşlı bayan sık sık beklenir olunca, bir yakını rehbere, “ne yapalım yaşlı ama ölmeden
önce buraları bir göreyim” dedi.
Şimdi Mecidiye
Tabyalarına geldik, o Seyit Onbaşının 276 kg mermiyi kaldırıp, savaşın
kazanıldığı noktayı sizlerle ziyaret edeceğiz.
Şimdi deniz
savaşlarının yapıldığı alandayız. Düşman şu bizim hizamıza kadar geldi, buradan
aşağı birkaç tane gemisi geçti ama arkadan gemiler gelmeyince geçti sayılmadı,
buradan geriye çekildiler, o yenilmez armadayı yedi saatin içinde 21 tane şehit
58 tane gazi ile Çanakkale deniz savaşlarını kazandık. Ama içimize 26 Marttan
itibaren Almanlar girdi, Almanlarla ittifak kurduk, bir insan değirmeni
kurdular, 260 günde 253 bin ana kuzusunu kara savaşlarında şehit verdik.
Bu gün iki tane
gerçek şehit mezarını göreceksiniz. Onlar nerede acaba onlara ayağımızın
altında mı? Acaba üzerinde mi geziniyoruz, dikildiğim yerde mi, hiç kafamıza
düşünmeyelim. Osmanlı Devleti onlara şöyle yapmış. Toprağın renginde haki
renginde elbise giydirmiş, bir tek elbise giydiriyor, tek tip elbise. Kolu
bacağı kopmuş, askerleri ne kadar haki renkli varsa onları bir mezara
toplamışlar, 25 kişilikten 750 kişilik toplu mezarlar var. Osmanlı devleti çok
güzel bir arşiv yapmış, hangi derenin içine, hangi tepenin üzerine, hangi
ovanın içine yaptıysa, kaç kişiyse yukarıdan aşağıya sıralama yapmış. Ama
onları bize bildirmiyorlar, bilmemelerinin sebebi, içimizde öyle çakallar var
ki dedektör ile onların üzerindeki paraları alıyorlar. (yani mezar soyuyorlar.)
Şimdi iki tane
şehit mezarı arkamızda, 21 tane şehit verdik dedik, 13 tanesi bu arkamızda
Balıkesir’li, şöyle bir sıra asker, ikinci sıra asker, üçüncü sıra asker,
dördüncü sıra asker…
ÖĞRETMEN
TEĞMEN AHMET FEYZULLAH EFENDİ
Hemen şu
arkamızdaki Osmanlı mezarı ise Ahmet Feyzullah Efendi. Matematik ve fizik
alimi, yedek subay olarak görev yaparken, bir ramazan bayramı sabahı
arkadaşlarıyla buradan Namazgah tabyasına Bayram namazını kılmaya gidiyorlar.
Nöbetçiler diyor ki, “komutanım ne gelen
var, ne giden var, iki rekât bayram namazının vacibini kılalım, nöbet
yerlerimize biz koşarak geliriz, siz namaza devam edin” diyor. O da bizden
biri olduğu için asker kökenli olmadığı için, “hadi geçin” diyor. Onlar orada namaz kılarken hiç olmayan şey
oluyor, teknoloji o kadar gelişik değildi. Karşıdan yedi tane düşman zırhlısı
İstanbul’a devam ediyor. İstanbul halkına diyor ki, Osmanlı devleti, Rus
savaşından çekilin bağımsız kalın, İstanbul halkı diyor ki, “sen bizim içişlerimize karışamazsın” ayaklanıyor,
yüz bulamayınca buradan yedi donanma geçiyor iki tanesini batırıyorlar, ama bu
Ahmet Feyzullah Efendi Osmanlı askeri mahkemesinde yargılanıyor. “neden ihtiyari tedbiri bozdun, neden
nöbetçileri namaza götürdün, neden o gemileri İstanbul’a geçirdin görmedin” diye sorgulanır, cezası idam. Sehpayı buraya
kuruyorlar, sehpanın altına da mezarını yapıyorlar. Hani bir atasözümüz var ya,
“kulağına küpe olsun” dercesine onun mezarını da buraya
defnediyorlar. Burdaki iki mezar bunlardan ibaret. Birer fatiha okuyalım.
Gruptan biri ne
kadar çok tabya var, diye sorunca, rehber şöyle dedi, “Osmanlı zaten böyle olmasaydı 650 sene hüküm süremezdi”. Şu
gördüğünüz ortadaki demir topu sabitleme demiridir. Ray sistemi ile çalışır,
ray sistemi ile o tabya içine stoklanan 276 kg ağırlığındaki mermi topun yanına
geliyor, vinç denilen jaraskal ile yukarıya kaldırılıyor. Bu gördüğünüz öbekler
bonet cephanelik anlamına geliyor, raylı vagon sistemiyle mermiler oradan
çıkıyor, topa vinçle sürülüyor. Lozan Barış Antlaşmasıyla bu toplar buradan
söktürülmüş, Anadolu’ya götürülmüş, deniliyor ama Anadolu’da yok o toplardan,
söylemesi biraz zor ama savaştan çıkmışız, tarihin kıymeti bilinmemiş yokluk
bir taraftan, toplar satılmış oluyor. Devlet de biraz göz yummuş. Fakirlik bir
yandan, cahillik bir yandan, o büyüklerimizin hatası, o ortama biz girmeyelim,
girersek akşama kadar mücadele ederiz bir birbirimizle.
Burası Mecidiye
tabyaları, Abdülmecit zamanında yapılmış, hangi padişah zamanında yapılmışsa o
padişahın adıyla anılıyor. Hamidiye tabyaları aşağıda geçtik onları, mesela
Abdulhamit zamanında yapılmış. Şu kapılı pencereli yerlere Fransızca bir kelime
“bonet” diyor, cephanelik anlamın
geliyor.
Kara
savaşlarında mevzi var, çukur var, o çukurun içine giriyor. Karşı taraf sana
top mermisi atıyor, o toptan sakınmak için çocuklar kapılardan içeriye giriyor,
Bunlara hem mızrak, hem mevzi, hem de mermilerin konulduğu yerler. Şu tümsek
toprak Osmanlı Devleti tarafından hem derin toprakla örülürsek, hem de o yiv ve
setten kendi ekseni etrafında dönerek geliyor. Toprağa değdiği zaman 4-5 metre
derinliğinde çukur açıyor, patladığı zaman on ton toprağı ters şemsiye halinde
etrafa dağıtıyor. Mermi taşa değip de, taşa çarpıp da fazla zayiat vermesin
diye bu toprağın üzerine öküz arabalarıyla kazma kürek ile taşımış. Az emek
değil. Boğazdan geçerken burasının bir toplu birliği diyemezsin. Ne zaman top
patlatırsa, ateş çıkarsa o zaman anlaşılır. O kadar gizlemiş, o kadar farklı mimarisi var, denizden bakınca
bir toprak yığını gibi, bir çöplük gibi görünüyor. Mermi taşa çarpıp da fazla
zayiat vermesin diye, Osmanlı devleti öküz arabalarıyla, kazma kürek ile toprak
taşımış bu tabyaların üstünü örtmüş. Boğazdan geçerken bir topçu birliği
diyemezsin, ne zaman top namlusu patlarsa o zaman o kadar gizlemiş, o kadar.
Deniz
savaşlarının yapıldığı alandayız. Bir imanın teknoloji ile çarpıştığı topraklar
üzerindeyiz. Teknoloji ne, 1915 yılında o İngilizlerin 403 adet gemiyle buraya
geldiler. 103 adet gemiyle boğazdan
içeriye girdiler. O 103 adet geminin içinde Royal savaş uçaklarını taşıyan
savaş gemileri vardı. İki tane gemilerin üzerinde monok adlı havaya çıkan hava balonları vardı, 1915 yılındaki
teknolojiden bahsediyorum, 20 nin üzerinde denizaltıları vardı. Osmanlıyı,
Çanakkaleyi bu gün anlamak için, kara savaşlarını anlamak için bu millet neden
bu kadar boşumuş dememeniz için Balkan Savaşlarını hiçbir zaman kafanızdan
çıkarmayın. 1912 Balkan Savaşı, 1913 Balkan Savaşının sonu. Osmanlı ağlayarak
Çatalca’ya kadar gelmiş, elinde avucunda hiçbir şey yok, son gerileme dönemi,
Avrupa’dan para geliyor diye sırtüstü yatmışlar. Hiçbir şeyine bakamamışlar.
İki tane savaş uçağımız var, kontağına bastıkları zaman, başı sıkılıp da
kontağına bastıkları zaman bir tane savaş uçağı çalıştı. Biz deniz savaşlarına
bir deniz uçağı ile girdik. Adamlar 50 tane deniz savaş uçağı ile girdiler.
23geminin üzerinde 20 nin üzerinde deniz altı gemileri vardı. Bizde bir tane
bile denizaltı gemimiz yoktu. Sonradan Almanlar ile getirildi. O savaş
gemilerinin içinde 13 km ye kadar savaş menzili olan silahları var, top
mermileri var. Fransızların ise 9 km ye kadar, bizim Gros marka Almanlardan
borç para ile kredi borcu ile aldığımız o Gros marka topların da menzili 4 km.
Teknoloji dediği bu, kafanızda bir kıyaslayın. Her şeyi bizden üç dört kat
fazla.
Biz o donanmayı
yedi saatin içinde burada yendik. Bir teknoloji ile imanın demek zorundayım.
İman ne oluyor? Buranın tabya komutanı
Yüzbaşı Hilmi Bey, savaştan bir hafta önce askerlerine diyor ki, 11 Mart 1915
sabahı sabah namazını namazgâh ta kılıyor, askerlerine diyor ki, o komutan, “arkadaşlar” diyor, “bu
gün” diyor “savaşa bir hafta var,
sabah namazlarınızı kıldınız, abdestlerinizi bozmayacaksınız; eğer namaz
abdesti bozmaya ihtiyacınız olursa, abdestinizi bozacaksınız ama tekrar
abdestinizi alacaksınız. Herkes namaza abdeste alışmış olarak
gireceksiniz”.İkinci kat bu. Bu baretlerin üzerinde onar kişilik gözetleme
postaları var. Dürbün ile düşman
gemilerini gözetliyor, menzile girdi mi girmedi mi? O gözetleme gruplarının
içinden, sağdan birinci asker görevine devam edecek, ikinci, üçüncü, dördüncü,
beşinci, altıncı asker topun arkasında savaş yapılırken devamlı olarak tekbir
getirecek diyor, ikinci karar bu.
Üçüncü kararı
ise, topçu birliklerinin içinde üniversite mezunu olanlar, o zaman
üniversiteler yoktu medreseler vardı, “medrese
mezunu olup da Kuranı Kerim okuma bilenler topun arkasından devamlı olarak
Yasin süresini okuyarak savaşa gireceğiz. Savaş bitene kadar Yasin süresi
okunacak” diyor.
Arkadaşlar burada yedi
tane topumuz var bizim. Üçüncü topun sabitleme kaması Almanya’dan gelmediği
için en sona koyuyorlar. Topun başında hiçbir asker mermi yok. Çünkü arızalı top, sabitleme demiri olmadığı
için top patladığı zaman, bir ileriye bir geriye itme yaptığı zaman askerleri
çiğner, ezer diye, kaza olur diye orada onu açık bırakıyorlar. Yüzbaşı Hilmi
Bey savaş diyor 18 Mart 1915 sabahı kırbacı indirip savaşı başlattığım zaman 6
tane top ateş ediyordu, yedinci topun başında ne mermi var, ne insan var, ama o
topun da ateş ettiğini gözlerimle seyrettim” diyor. (Rehber hoca biraz
hurafe katıyor) “Arkadaşlar laf olsun
diye anlatmıyorum, Genel Kurmayın arşivlerine girdiğiniz zaman, Çanakkale
Savaşları Genel Kurmayın arşivlerine girdiğiniz zaman bu olayı yine orada
okuyacaksınız. (Veya rahmetli Yüzbaşı Hilmi Bey, o kargaşada öyle görmüş
olabilir) bu olay orada var, onlar
bunları yaşamış. İngilizlerin, Yunanlılar şunu söylüyor. “Biz Osmanlı Devleti İngilizleri yenmeden önce biz onu hep Tanrı
biliyorduk, hep Allah biliyorduk, ama ne zaman Osmanlı yendi biz onun Tanrı
olmadığına inanmadık” diyor. Hep gözlerinde o kadar büyütmüşler. [2]
O Genel Kurmay
Başkanları da şunu söylüyor. Burada bu hadiseler yaşanıyor, onlar bizi
seyrediyor, yaşanıyor. Savaş günlüğüne şunu yazmış, “biz Çanakkale’de Türklere
yenilmedik, biz Çanakkale’de Türklerin Tanrısı Allah’a yenildik” diyor. Bu iki
veciz sözü de hatırlatmak istiyorum. Bunlar burada yaşanan hadiseler.
Düşman bize üç
defa saldırdı savaştan önce. Birinci saldırışı, Ege Uluslar arası kara
sularından geldiler. Orada bizim Seddülbahir Kalesi var tam burunda, Kilitbayır
kalesi gibi. O kalenin içinde on bin ton ağırlığında savaş barutumuz var.
Bombardıman sonucu o barut ateş alınca, büyük bir yangın, büyük bir patlamayla
beş tane subayımızı 81 tane erimizi orada yanarak şehit verdik. Çanakkale ilk
şehitlerini 3 Kasım 1914 yılında Seddülbayır Kalesinde yanarak şehit verdik.
Ondan sonra düşman bize 25 Şubat 1915 sabahı saldırdı, ama o boğazın akıntısı
sert rüzgâr ile birleşince, başarılı olamadılar geriye çekildiler.
BOĞAZDA İLK SAVAŞ
18 Mart 1915
sabahı 103 adet gemiyle Ege uluslar arası kara sularından girdiler, oradaki
topçu birliklerimizi yıkarak, yakarak o çocukları o çocukları çiğneyerek o
boğazdan içeriye girdiler. Tabya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey o topun bulunduğu
yerde bir toplantı yaptı, askerlerine dedi ki, “düşman karşınızda yarım saat sonra, bir saat sonra burasını cehenneme çevirecek, bize
cehennemi yaşatacaklar. Komutanınız olarak benim de kolum kopmuş olabilir,
bacağım kopmuş olabilir, toprağın üzerinde neden benimle ilgilenmiyorsunuz,
neden beni doktora götürmüyorsunuz diye bağırabilirim; sakın arakamda kardeşim
dahi olsa, öz kardeşim dahi olsa şehit ve gazi ile hiç ilgilenmeyeceksin,
kulağın bende gözün düşmanda olacak. Hadi gazanız mübarek olsun” diyor. Kırbacı indiriyor savaşı
başlatıyor. Saat 11,30 saat sabahında savaş başlıyor. Saat 12.30 oluyor bizde
güm sesi yok, neden çünkü onların menzilleri 13 km, bizim menzilimiz 4 km.
İngiliz istihbaratı bunu öğrenmiş, 13 km den ateş ediyor, burasını dövmeye
başlıyor, yakıp yıkmaya başlıyor, o çocuklarda güm sesi yok, menzilimize
gelsin” diye bekliyor. Ondan sonra saat 12 buçuktan bir buçuk oluyor, yine güm
sesi yok. Artık o Hudanın da hesabı meydana çıkıyor.
Degılok adlı
Amiral şunu söylüyor, çok küçük görüyorlar bizi, çok hakir görüyorlar bizi,
zaten Hemilton da savaş günlüklerinde şunu yazmış: “Bizim en büyük suçumuz Osmanlıyı çok küçük görmemiz” diyor.
Degılok adlı amiral de şunu söylüyor, “artık
Hasta Adam Osmanlı sustu bize bir şey yapamıyor, iki saatten beri bombardıman
ediyoruz, güm sesi yok, artık bombardıman edemez”, diyor.
(Gezicilerden bir bayan, “pardon bunları Atatürk mü
yapıyor, Osmanlı mı” diyor, Rehber İmam da, “burası deniz savaşları,
Atatürk’e geleceğiz”.
“Güm sesi yok,
Degilek adlı amiral şunu söylüyor, “Hasta
adam sustu bize bir şey yapamadı iki
saatten beri bombardıman ediyoruz bir top mermisi bile bize gönderemedi güm
sesi yok, amacımıza ulaşalım”. Amaçları ne? Buradan aşağıdaki deniz mayınlarını toplayacaklar, akşam saat beş
çayını Topkapı açıklarında içecekler, gaye ve amaçları o. O gemiler 103 adet
gemi boğazdan çekilmeye başlayınca, kafile halinde çekilmeye başlayınca, neden
çekiliyorlar, araya mayın toplama gemilerini sokacaklar, mayın gemileri
uğraşırken, boğazdaki akıntıyla beraber onun hesabını yapamıyorlar, kıyıya
bombalar düşmeye başlıyor. Buradaki topçu birliklerimiz, düşman menzile girince
ateş etmeye başlıyoruz. Agamemnon adındaki gemi 12 yerinden isabet alıyor, gemi
batmıyor, buradan U dönüşü yapıp Kabatepe Gökçeada ada limanına sığınıyor. O
savaşa giremiyor, Irresistable
(Eksbıll) adındaki gemi baş köprü üstü tarafından yara alıyor, yan yatık
şekilde savaşa devam ediyor. Saat iki doğru en büyük gemileri Bouvet adındaki gemi iki
isabet alıyor büyük bir yangın büyük bir patlamayla, o gemi 650 personeliyle üç
dakika içinde Nüsret mayın gemisinin döşemiş olduğu mayınlara çarparak o gemi
orada batıyor. İngiliz Osmanlının tokadını yanağında ilk defa hissediyor, ilk
defa hissediyor saat ikide. Ondan sonra savaş devam ediyor, saat üçü çeyrek
geçe 15.15 de üçüncü en büyük gemileri İnstebl adındaki gemi isabet alıyor, o
gemide isabet alınca bu boğazın akıntısıyla beraber sürüklenir, Karanlık
limanda Nüsret mayın gemisinin döşemiş olduğu mayınlara çarparak o gemi de
orada batıyor. Ocean gemisi
onu kurtarmaya gidiyor, ama denizin içindesin, suyun içindesin tutunacak dalın,
tutunacak toprağın yok hiçbir şey yapamıyor. 30 tane İngiliz askerini geminin
üzerine alıyor, gerisin geriye U dönüşü yapıp bu topun olduğu yeri bombardıman
etmeye başlıyor. Bir bomba 470 kg ağırlığında, benim boyumda içinde on bin tane
misket var, yiv setten ötürü kendi ekseni etrafında dönerek geliyor, toprağa
burnunu değdirdiği zaman 4 buçuk 5 metre derinliğinde çukur açıyor on ton
toprağı ters şemsiye halinde etrafa dağılıyor. Seyit Onbaşı o toprağın altında
kalıyor. Elini kolunu sallıyor, imdat diye bağıramıyor, ağzına da toprak
gitmiş, “imdat” beni kurtarın diye bağıramıyor. Onun o perişan halini gören
Yüzbaşı Hilmi Bey Seyit’in elinden tutuyor ayağa kaldırıyor. Seyit ayağa
kalkınca bağıra bağıra ağlamağa başlıyor, o şok ile beraber. Diyor ki, “komutanım bize ne oldu”, diyerek o
topun etrafında dönmeye başlıyor. Yüzbaşı Hilmi Bey Seyit’in şoktan
çıkamayacağını anlayınca Seyit’e bir tokat çakıyor. Seyit şoktan çıkamıyor. “komutanım arkadaşlarım nerede onları
göremiyorum, onlar nereye gittiler, onlar neden bize yardım etmiyorlar” diyerek
o topun etrafında dönerek ağlamaya başlıyor. Seyit’in şoktan çıkamayacağını
anlayan Hilmi Bey, Seyit’in eteklerine yapışıyor. “Seyit’im kendine gel bu memleketin namusları, bu memleketin ezanları,
bu milletin bayrağı, bu milletin vatanı üç kişinin elinde kaldı, bu topun
başında üç kişi kaldık, diğer arkadaşların şehit ve gazi oldu toprağın üzerinde
yatıyorlar, Seyit kendine gel, ne yapalım onu düşün Seyit”, diyor. Seyit
kendini toparlıyor, üzerindeki toprakları silkiyor, calaskanın başına gidiyor,
vincin başına gidiyor. O 276 kg mermileri makara sistemiyle havaya kaldıran
sistem bozulmuş, o merminin dehşetiyle bozulmuş, seyit onun bozulduğunu görünce
koşa koşa o mermi çukurunun içine giriyor. Niğde’li Ali Çavuş’a diyor ki, “komutanım bu mermiyi bana buradan
kaldırmaya yardım eder misin” diyor. Ali Çavuş, “Seyit sen o mermiyi oradan kaldıramazsın” diyor; Seyit, “neden komutanım” deyince, Ali Çavuş, Seyit
Onbaşı, “evet komutanım o merminin 276
kg olduğunu biliyorum ama vinç bozulmuş, calaskal bozulmuş, komutanım sen ona
karışma sen bana yardım eder misin”, Ali Çavuş, “evet arkandayım Seyit” diyor.
Seyit, “Ya Allah bismillah” deyip mermiyi dizkapağına kadar kaldırıyor,
yere düşürüyor. Tekrar “ya Allah bismillah” deyip göbek hizasına kaldırıyor, tekrar
mermiyi elinden kaçırıp yere düşürüyor.
Neden mermiyi
yere düşürüyor, burası denize sıfır olduğu için, sabah çiyi yağmur gibi yağar
buralara, mermilerin dışı küf yapmasın diye Osmanlı devleti gres yağı ile
yağladığı için elinden kaçırıyor. Ama bizim gibi küfretmiyor, kıbleye dönüyor,
euzu besmele çekiyor. “Lailahe ilallahi
vallahü aliyil azim yarabbi senin gücünü benden eksik etme, bu milletin
namusları için bu milletin vatanı için bu milletin bayrağı için bu mermiyi
buradan kaldırmaya yardım et yarabbi” diyor. Y Allah bismillah deyip
mermiyi göbek hizasına kadar kaldırıyor, Niğde’li Ali Çavuş’un yardımıyla mermi
Seyit’in sırtına veriliyor. Seyit’in mermiyi sırtına aldığını gören Yüzbaşı
Hilmi Bey, Niğde’li Ali’ye diyor ki: “Ali
tekbir getir, senin getireceğin tekbirler o kâfirin gemisini batırmasına sebep
olsun, Ali tekbir getir” diyor. Ali
tekbir getirmeye başlıyor, Seyit Onbaşı beş tane merdivenden (basamak olsa
gerek) yüksekliğe çıkacak, tekerlekli
top, topun namlusu yukarıda.
Niğde’li Ali
Çavuş savaş günlüklerine şunu yazmış:
Biz onların yanında değildik, ama onların savaş üstünlükleri var, onlar
uhdemize geçtiği zaman onları okuyoruz. Savaş günlüklerine şunu yazmış: “Seyit’in 276 kg altındaki kemikleri
kırılmadı ama kulaklarımla, kemiklerin çatır çatır öttüğünü duydum” diyor.
O mermiyi çıkarıyor, komutanı yüzbaşının yardımıyla topun namlusuna veriyor,
topun namlusuna verildikten sonra Oışın gemisi isabet alıyor. Dümen
tertibatından isabet alan geminin dümeni kilitleniyor. O gemi sürüklene
sürüklene hâkimiyetini kaybediyor, Karanlık Limanda döşenen mayınlara çarparak
akşam saat altıda gemi batıyor. Derobek adındaki amiral şunu söylüyor: “Artık
biz hedefimize ulaşamayacağız, biz İstanbul’a gidemeyeceğiz, Çanakkale
Boğazı’nı geçemeyeceğiz geri dönelim” diyor. Geriye dönmeye başladıkları zaman
U dönüşü yapıp geriye dönmeye başlayınca Boğaz Komutanı Cevat Paşa Çanakkale’de
topçu birliklerinin başında, aynı tabyalar karşıda var. Onların başında, çocuk
gibi tek ayaküstünde “Allah” diyerek zafer işareti vermeye başlıyor. Hemen
tahta teknesine biniyor, Kilitbayır köyüne geliyor. Seyit’i buluyor, “o delikanlıyı bana getirin”
diyor. Seyit’i kucağına bir kere alıyor, iki koluyla sıkıyor, “aslanım seni tebrik ederim, bu milletin
namuslarını, bu milletin ezanlarını, bu milletin vatanının bayrağını sen
kurtardın, şu yanımda gazeteciler var, Seyit, şu mermiyi bir daha kaldır, senin
fotoğrafını çekelim. Senin arkandan gelen nesline, torunlarına seni
ebedileştirelim”, diyor. Seyit, “emredersiniz
komutanım” diyor Seyit. Mermiye sarılıyor ama mermiyi iki parmak yerden
kaldıramıyor. Boğaz Komutanı Cevat Paşa diyor ki, “Seyit nen oldu, be mermiyi sen
kaldırmamış mıydın”. Seyit, “evet
komutanım” diyor. Komutan, “ne oldu
niye kaldırmadın” diyor. Seyit, “batan
Oışın gemisi Karanlık limandan çıkan o savaşı bana tekrar yaşat, tekrar bana
Huda nasip eder, diyor.
Hani bizim bir
atasözümüz var, “kul sıkışmadıkça Hızır
yetişmez ha”. Seyit onu ima etmeye çalışıyor, bir defa kaldırıyor, onu.
Seyit’in sırtında gördüğümüz o mermiler ağaçtan yapılmış mermilerdir. Seyit bir
defa kaldırıyor, ikinciyi kaldıramıyor. Ondan sonra ağaçtan yapılma maket
mermilerdir. Ondan sonra millet dağılınca, komutanlar herkes işine dağılınca,
Yüzbaşı Hilmi Bey, “bu çocuğa ne hediye
vereyim, bu çocuk insan gücünün yapamayacağı işi yaptı buna ne hediye vereyim” diye
düşünüyor. Seyit’in savaştan bir hafta önce Balıkesir’den hanımından mektup gelmiş.
Seyit’in okuması yazmamsı yok, Yüzbaşı, okuduğu için biliyor. Seyit, savaştan
önce, hanımından bir hafta önce mektup geldi ya, senin bir kızın dünyaya geldi
ya, git kızının ismini koy, annen babanla helalleş”.
Seyit: “Hayır komutanım” diyor. “İngiliz’in bu hain hançeri Osmanlının
bağrında iken bana ne ana lazım, ne baba lazım, ne hanım lazım ne de evlat
lazım. Bu İngiliz’in hançerini çıkaralım, Osmanlıyı rahatlatalım, bu işten
kurtulalım, giderim görürüm” diyor. “Nasip
olmazsa öbür dünyada buluşuruz” diyor. Onlar böyle insanlardı.
Yüzbaşı Hilmi
Bey düşünüyor, bu çocuğa nasıl bir hediye vereyim, nasıl memnun edeyim diye
düşünüyor, akşam olduğu zaman askerin karnı aç, bu savaş nasıl aç olur nasıl
gitmez, demeyin çünkü düşman bombardıman ettiği zaman ilk başta yolları, ondan
sonra yerleşim birimlerini, ondan sonra köprüleri yok ediyor, yardım gelmesin
diye. O çocuklar bir gün, iki gün, üç gün ağzına ekmek atmıyorlar. Askerin
karnı aç ama alnı dik. “Karnımız aç
komutanım açlıktan ölüyoruz” demiyorlar. Alnı dik, komutan da onu bildiği
için, Seyit’e iki ekmek veriyor, diğerlerine birer tane veriyor, herkesin gözü
Seyit’in ikinci ekmeğinde, “karnı
doyacak, yine bu sofradan aç kalkacağız” diye hayal ediyorlar. Seyit kendi
vücut diliyle onların vücut dilini okuyor; birinci ekmeği arkadaşlarıyla yiyor,
ikinci ekmeğinde herkese birer yudum olarak dağıtıyor. Tabya Komutanı Yüzbaşı
Hilmi Bey, Seyit kızın için izin verdim
kabul etmedin, iki ekmek verdim onu da yemedin oğlum bana neden bu kadar
dargınsın, neden bu kadar bana kızgınsın, her şeyi ret ediyorsun, neden öyle
yapıyorsun” deyince, komutanım, sen
bizim babamızsın, ben sana darılamam, sen bizim başımızdan yok olursan biz
burada dağılırız, diyor. Biz asana
darılabilir miyiz, ekmeğin burada olmadığını biliyoruz komutanım, ama biz açız
deyip de sizi üzmüyoruz, sizi üzmüyoruz, size itaat ediyoruz, komutanım, öyle
şey olur mu? Kimimize iki ekmek, kimimize kuru ekmek verip de bizi bizden ayırma”
diyor.
Arkadaşlar o
hasta adam Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla bir millet
olduğunu ispat etti. Biz şimdi neyin mücadelesini veriyoruz, dedelerimiz hangi
mücadeleyi vermiş, biz ne yapıyoruz. O ayrı bir muamma. Bu vatanın kıymetini
çocuklarımıza güzel anlatalım. Yoksa bizim imtihanımız biraz uzun sürecek.
Onları güzel anlatalım.
Seyit buradan
Balıkesir İlinin Edremit İlçesinin Havran nahiyesinin Çamlık köyüne gazi olarak
gidiyor sağlam olarak gidiyor. Gururlu delikanlı, gazilik maaşını kabul
etmemiş, almamış, ben onu Allah rızası için, millet için kaldırdım, alamam”
demiş. Memleketine gitmiş, dağda odun kömürü söndürüyor, mangal kömürü.
Mustafa Kemal
Atatürk Balıkesir’e Çanakkale yolun açılışını kazma kürek ile yapılan yolun
açılışına gittiği zaman, “o delikanlıyı
bana bulun” diyor. Balıkesir’e
gittiği zaman, Êdremit kaymakamında bir telaş, bir panik Seyit’i arıyorlar,
dağda odun kesiyormuş, yüzü gözü kömür tozu içinde, Atatürk karşısına çıkacak
fizik yapısı yok. Edremit kaymakamı hemen hamama sokuyor, hamamdan çıkarıyor,
elbiselerini giydiriyor, fakirlik, savaştan çıkmış, yırtık pırtık elbiselerle
Atatürk’ün karşısına çıkaramıyorlar. Edremit kaymakamı, “hemen evime gidin bir takım elbise alın, Seyit’e gelen elbiseyi
giydiriyorlar.”
Atatürk’ün karşısına iri yarı bir delikanlı,
seçme bir delikanlı var, çünkü ağır mermi kaldırdıkları için. Kaymakam da benim
gibi minyon tipliymiş, ceketin kolları kısa kalıyor. Pantolonun paçası kısa
kalıyor. Atatürk’ün karşısına çıktığı zaman, “paşam memleketime hoş geldin, sen
benim misafirimsin, benden bir isteğin, benden bir emrin var mı? Paşam deyince,
Atatürk hafif gülümsüyor. Dişleriyle hafif gülümsüyor. Atatürk’ün karşısında
ağlamaya başlıyor. Atatürk diyor ki, “Seyit neden ağlıyorsun? Oğlum sen ağlanacak
yerde savaşta ağlamadın, burası savaş değil neden ağlıyorsun”.
“Komutanım, o elbisenin bende olmadığını
biliyorsun, neden yaramı kaşıyorsun komutanım?” diyor. Atatürk, “Aslanım gel yanıma otur, yine delikanlısın, Çanakkale’deki delikanlısın
gel yanıma otur, diyor gururla, “o
elbise kısa geliyorsa”, Atatürk’ün o
tahta sandalyeye oturacağı sırada pantolon aşağıdan paçasına kadar açılıyor
(sökülüyor) terden bir kere
yapışıyor. Atatürk şunu söylüyor: “Aslanım sen utanma, Seyit’in ölçüsünü alın, iki takım elbise
yaptırın”. Seyit, “benim ölçümü almayın,
Kaymakamın ölçüsünü alın” alın, diyor.
Atatürk “Maaş bağlayın”
“Bu bana ikinci teklifin ben o mermiyi Allah
rızası için, millet için kaldırdım, ben maaş da istemem, alıp da yiyemem”, diyor. Atatürk “benden bir isteğin var mı oğlum gideceğim”. Acı ama gerçek, Seyit,
Atatürk’e şöyle diyor: “Komutanım her
hafta dağdan iki eşek yükü odun sarıyorum,
Edremit pazarında satıyorum, o odunların parasıyla çoluk çocuğuma elma
portakal alıyorum, ormancılar beni bellediler ceza yazıyor, şunlara bir şey
söyle de bana ceza yazmasın”.
Çağırıyor
ormancıları, “Seyit’e ceza yazmayın bu
orman, ormanları millete teslim eden adam bu adam”. “Ceza yazmayacaksınız” diyor
ama orman müdürü değişene kadar
Seyit rahat ediyor ama Orman müdürü
değişince cezalar yazılmaya başlıyor”. Biz böyle bir milletiz hemen geçmişimizi
unutuveriyoruz.
Her neyse bu
memleket bu şartlar altında kurtarıldı. Bu milletin, bu memleketin bir çakıl
taşını kimselere vermeyelim, elimizden geldiği müddetçe.
Ankara’dan gelen İnönü Mahallesi ekibi, kapıları ve
penceresi kapalı, kapısı kilitli olan tabyanın birisine bakmak istedilerse de,
Rehber İmam Ahmet İnan şunları söyledi: “Eskiden bu tabyaların kapısı açıktı fakat
bizim insanımızın bazıları ne yazık ki zarar veriyorlar; inanın tabyaların
içine büyük-küçük abdestini yapanlar da var, onun için kapattılar”.
Tabyadaki büyük bir topa bakılırken, Rehber Ahmet
İnan şunları söyledi:
“Şu gördünüz
top 1915 yılından kalma topumuz, savaşa giren savaş şahidi. Seyit’in gerçek
mermileri karşıda duvarın dibinde. Bu top Alman Gros marka top, bunlar iki
çeşit, 4 km ye kadar tesirli atış yapabilen, aşağıdaki toplar ise 10 km ye
kadar tesirli atış yapabiliyor. Seyit bu mermileri buradan alıp, beş basamak
yukarıdaki topun yanına götürüyor. Bu topla Oışin gemisini vuruyorlar.
Lozan barış
antlaşmasıyla bunlar buradan sökülmüş attırılmış, Boğazları güya
silahsızlaştırmak için İngilizler tarafından söktürülmüş, Seyit’in topu
özellikle tekrar buraya getirilmiş. Bunlar gemilerle, trenlerle taşınıyor, özel
mazisi olan bunun gibi topları parçalamamışlar, büyük zorluklarla gemilere
yüklenmiş, ya da trenlere yüklenmiş o şekilde götürmüşler, parçalamadan. Bu
özel bir top olduğu için bunu hiç bozmamışlar.
Kara savaşları
yapıldıktan sonra, sonbahar yağmurları başlayınca şehit kemikleri meydana
çıkmış. O kemikler toplanarak sağ
yanımızda havuzlar bölgesi burada seyyar nekahet hastanemiz var. O yoğun
bombardımanda kulak zarları yırtılmış, iltihaplanmış, orta kulak iltihapları ve
yırtılan kulak zarlarının tedavi edildiği nekahethaneler sağ tarafta. Bir de mecruri
hastalıkların tedavi edildiği hastaneler var. Mecruri, savaşta derin siperlerde
bir ay boyunca aç, susuz kaldıkları için aşırır sinirlilik gösterenler burada
tedavi olurlarmış.
BİT PİRE İÇİN
ETUV FIRINLARI
Bir de bizim
burada edüv fırınlarımız var, asker iki denizin ortasında bir sene savaş
yapmış, bir sene boyunca bir defa denize gidip banyo yapamamış, üstleri kokmuş,
bitlenmiş pirelenmişler. O bitli pireli elbiseleri askerler savaş yapılan
yerlerde karınca yuvalarının kıyılarına koymuşlar. O karıncalar bitleri,
pireleri temizlemiş. Ama her yerde karınca yuvası bulmak mümkün olmayabilir.
Onlar ne yapmışlar, onları öküz arabalarına doldurup bu etüv fırınlarının içine
atıp elbiseler yanmamış ama bitler pireler o elbiselerde yanarak elbiseler
temizlenirmiş.
FIRINLAR
AŞEVLERİ
Bir de şu
havuzlar bölgemizde büyük aşevlerimiz, büyük ekmek fırınlarının bulunduğu
yerler. Burada pişen yemekler, burada pişen ekmekler, bu yoldan altı km ileride
kara savaşlarının yapıldığı alana yemekler buradan gidiyor. O zaman böyle
otobüsler, minibüsler, taksiler yok. Öküz arabaları, at arabaları, kağnı
arabaları ile yemekler taşınıyor. Düz asfalt da yok, stabilize yolun içinde bir
sağa bir sola çalkalandıkça yemekler dökülmüş, askerler aç susuz, o çocuklar bu
vatanı o şartlar altında kurtarmışlar.
Sol tarafımızda
deniz mayınlarının bulunduğu yer. Bu deniz mayın hatları boğaza dik olarak
birer buçuk km aralıklarla boğaza dik olarak döşenen deniz mayın hatları sol tarafımızda.
[1]
Abad: 1. şen, bayındır 2.Sonsuz gelecek
zamanlar
[2] Rehber burada atıyor ve bu sözü Osmanlıya
yorumluyor. “Mustafa Kemal İngilizleri
yeninceye kadar biz İngilizleri Tanrı zannediyorduk” Mahatma Gandhi
Yorum Gönder