Ankara-Batıkent İnönü Mahallesi halkından 40 kişilik mahalle grubu, Muhtar Sema Deniz’in organize ile Çanakkale Şehitliklerine, 3-5 Haziran 2016 günlerini kapsayan üç gün süren gezilerinde Çanakkale savaşlarının geçtiği yerleri, şehitlikleri gezmeleri ile anılara devam ediyoruz.
Çanakkale Savaşlarını imam rehberin anlatımlarıyla
sürdürüyoruz. İmam Rehberimiz Ahmet İnan, savaştaki olayları, kahramanlıkları
gerçek dışı dini hurafelerle süslüyordu.
Yani savaşlar, insan gücünün, bilim ve teknolojinin değil de dini
duygularla savaşın kazanıldığının vurgusunu yapıyordu, rehber imam; bu da
geziye katılanların eleştirilerine neden oluyordu. Onun anlatımlarını bu ikinci
bölümle aktarmaya devam ediyoruz.
YARALI YÜZBAŞI
KEMAL
Birinci
Kerevizdere, İkinci Kerevizdere savaşlarının yapıldığı alanda Cephe Komutanı
Yüzbaşı Kemal göğsünden bir Fransız mermisi giriyor, sırtından çıkıyor. Ağır
yaralı bir şekilde o Yüzbaşı Kemal bu yolan hastaneye getirilirken ayılıyor,
sedyeden başını kaldırıyor iki askerin onu sedyeyle hastaneye götürmekte
olduğunu görüyor. Yüzbaşı Kemal sıhhiye erlerine diyor ki, “beni nereye götürüyorsunuz?” Er, “seni en yakın hastaneye götürüyoruz”. Yaralı
Yüzbaşı Kemal diyor ki, “hayır beni hastaneye götürmeyin”; er,”Komutanım
sen ağır yaralısın, kan kaybettin seni en yakın hastanelerden birine
götüreceğiz” diyor. Yüzbaşı Kemal, “hayır
oğlum beni hastaneye götürmeyin” deyince, askerin biri, “hayır komutanım sen çok kan kaybettin, her
an şehit olabilirsin, seni hastaneye götürmek zorundayız” diyor.
Yüzbaşı Kemal o
silah arkadaşlarına meramını anlatamayınca onlara şunu söylüyor: “Size emrediyorum, beni hastaneye değil,
beni Kerevizdere Savaşlarının yapıldığı alana götürün. Karargâh çadırına
götürün” diyor. O askerler, “emredersin
komutanım” diyerek bu yoldan geriye dönüyorlar. Kerevizdere Savaşlarının
yapıldığı alandan karargâh çadırından içeriye girince, yaralı Yüzbaşı Kemal’in
komutan arkadaşları şu savaş kararını alıyor, “yeterinden fazla zayiat
verdik Birinci Kerevizdere Savaşları’nın yapıldığı alandan siperlerden üç yüz
adım geriye çekilelim, ikinci siperlerden vatanı oradan müdafaa edelim” diye karar alıyorlar. Yaralı Yüzbaşı Kemal
diyor ki,”hayır öyle yapmayın, yanlış
yapıyorsunuz, savaşın yapıldığı birinci siperlerden bir adım geriye
atmayacaksınız”, diyor. Onun komutan arkadaşları şunu söylüyorlar:”Komutanım, yeterinden fazla zayiat verdik
300 metre geriye çekilelim, savaşı 300 metre geriden kabullenelim” deyince
Yüzbaşı Kemal, komutan arkadaşlarına meram anlatamayacağını anlayınca onlara şu
uyarıda bulunuyor, O yaralı taşıyan
sıhhiye erlerine diyor ki, “evladım, sen
ezan okumasını bilir misin”, er de “bilirim
komutanım” deyince, Yüzbaşı, “yüksek sesle bir ezan oku” diyor. Asker
ezan okumaya başlıyor. Komutanlar ezana saygısından susuyorlar. Ezan bittikten
sonra o yaralı Yüzbaşı Kemal şunu söylüyor, “arkadaşlar, bu topraklar üzerinde minarelerden okunan ezanların
susmasını ister misiniz?” Komutan arkadaşları şunu söylüyor, “hâşâ öyle şey olur mu? Biz de minarelerden
ezanlar dinmesin diye u topraklar üzerinde mücadele ediyoruz”, deyince,
Yüzbaşı Kemal, “ o zaman siperlerden geriye bir adım
atmayacaksınız”. Yüzbaşı Kemal, “şu karşıdaki gönderlerde dalgalanmakta olan
Osmanlı Bayrağının yerinde başka bir Fransız, İngiliz bayrağının sallanmasını
ister misiniz?” Yanındaki komutanlar, “hâşâ
komutanım öyle şey olur mu? Biz de onun için mücadele veriyoruz”. Yüzbaşı Kemal, “o zaman siperlerden bir adım geriye atmayacaksınız”. O yaralı
Yüzbaşı Kemal şöyle karar aldırtıyor, “Birinci
Kerevizdere kara savaşlarının yapıldığı alandan bir adım geriye adım
atılmayacak, son neferine kadar, vatan müdafaasına devam edilecek” diye
karar aldırtıyor. Ondan sonra imzasını atıyor, o sıhhiye erlerine diyor ki, “artık bani en yakın hastanelerden birine
götürebilirsiniz, tedavi ettirebilirsiniz”, diyor. Yüzbaşı Kemal bu yoldan
giderken hastaneye varmadan yolda kan kaybından şehit oluyor.
Arkadaşlar
burada savaşan dedelerimiz, burada savaşan atalarımız, “gönderden bayraklar
inmesin, bu vatan işgal edilmesin” diye bu topraklar üzerinde hiç canının
hesabını yapmamış, “beni hastaneye
değil, beni karargâh çadırına götürün” diyen askerlerle savaşıldı,
kurtarıldı, kazanıldı.
Biz kara
savaşlarında 260 günde 253 bin ana kuzusunu şehit verdik. 253 bin ana kuzusunun
içinden 90 bin tanesi bulaşıcı hastalıklardan şehit verildi. Bu bulaşıcı
hastalıklara sebebiyet neydi?
KARASİNEK,
BİT, PİREDEN ASKER BİZARDI
Birinci Dünya
Savaşında akşam olduğu zaman beyaz bayraklar sallanıyor, bu ne demek, bu
ateşkes ilan edildi demek. Herkes toprağın üzerinde yatmakta olan şehit ve
gazisini alıyor, şehit olanlar toplu mezara, yaralılar ise hastanelere
götürülüyor. Ama kendini medeni sanan o İngiliz, kendini medeni sanan o
Fransız, o toprağın üzerinde yatmakta olan ölüsünü hiç almamış. Savaş 25 Nisan
1915 sabahı başlamış, o 25 Nisan sıcaklarını kafanızda tasavvur edin, 25 Mayıs
bir ay, 25 Haziran iki ay, 25 Temmuz üç ay, 25 Ağustos dört ay içinde o
cesetler o toprağın üzerinde kokmuş, her taraf leş gibi kokmaya başlamış. O karasinekler
larvalarını, kurtçuklarını o cesetlerin üzerine bırakmış, çoğalmış, yüzlerce
milyonlarca karasinek askerlerin yüzünde gözünde.
Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kuzey cephesinde savaşan birçok soru var, o cephede Yarbay Cemil
Conk adında Mustafa Kemal Atatürk’ün bir doktoru var. Savaş günlüklerine şunu
yazmış:
“O karasinekler İngilizlerden daha hain
idiler. Cephenin içinde oturduğumuz yerde her dakika ağzınızdan burnunuzdan,
kulağınızdan içeriye girmeye çalışıyor. Cephenin içinde on dakika oturduğumuz
yerde bize şekerleme uyku yaptırmıyorlar. Ya kulağınızdan, ya burnunuzda, ya
ağzınızdan içeriye girmeye çalışıyorlar. İşte bu karasinekler enfeksiyonu yayan
çok önemli bir unsurdur”.
Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kuzey cephesindeki o Cemil Conk adındaki Yarbay doktoru şunu
söylüyor:
“-Bir asker bir bardak suyu içebilmek için
cebinde tülbendi varsa, cebinde mendili varsa o bardağın üzerine mendili
kapatıp, testiden suyu süzerek o asker o suyu içiyor. Ama cebinde tülbendi
yoksa testiden suyu direk dökerse yüzlerce, binlerce karasinek o bardağın içine
giriyor karasinekler su içiyor, asker su içemiyor. Cephede bir de bu bit,
pire, karasinek sıkıntısı var. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cemil Conk adlı yarbay
doktoru şunu söylüyor, ikinci örneğinde:
“-Bir asker elindeki bir yudum ekmeği yemek
için o karasinekleri ne kadar kovalarsa kovalasın o lokmayla üç beş tane
karasineği çiğneyip yutmak zorunda”. Böylece cephede bir de karasinek
sıkıntısı var. O çocuklar bu şartlar altında vatanı müdafaa etmişler, tam
olarak vatanın emanetini bizim omuzlarımıza yüklemişler.
HEP SON
NEFESLERİNDE “ANAM” DEDİLER.
Anadolu’dan
genç kadınlarımız, genç kızlarımız Birinci dünya savaşına gelmişler, gönüllü
olarak gelmişler, hiç aylık istememişler, yaralı askerlere çorbalarını
içirmişler, onların yaralarını temizlemişler, o Cemil Conk adlı yarbay doktorun
muayenehanesinde Hüseyin Halide adlı bir hasta bakıcı var. O hastabakıcıya
gazeteciler, İstanbul’da soruyorlar, savaştan sonra. “Hüseyin Halide Hanım sen onların yanındaydın, son nefesinde onların yanındaydın,
onlar neyi istediler, kimin yanında olmasını istediler” diye soruyor. Hüseyin Halide adındaki
kadın, “İster İngiliz askeri olsun,
İster Fransız askeri olsun, İsterse Türk askeri olsun son nefesinde hep “anam”
dediler, “analarını yanında istediler”, diyor. O kadın hadiseyi bu
şekilde anlatıyor.
NAMLU UCUNDAN
YAPILAN YÜZÜKLER
Bu
kadınlara savaştan sonra devlet verecek bir şey bulamamış, o kadınlar maaşı
kabul etmemişler. Parayı kabul etmemişler, askerler, komutanlar Mustafa
Kemal Atatürk komutasındaki askerler, şunu düşünüyorlar, “İngiliz silahlarının ucunda, namlusunda sarı bir maden var, o madeni
sökelim, İstanbul’da sarraflara onu verelim, İstanbul’daki sarraflar cihadiye
adında, o kadınlara birer tane yüzük yapsın, onlara yüzük hediye edelim”,
diyorlar. Kadınlar o isteğe bağlı olarak toplanıyorlar, o kadınlar bir toplantı
yapıyorlar, o hemşire kadınlar toplantıda şunu diyorlar:
“-Devlet bize hediye verecekmiş, kimse
hediyeyi almasın, ya da o hediyeleri alalım, bir kişi toplasın, tekrar devletimize
teslim edelim. Çünkü devlet savaştan çıktı, bizim öyle bir hediye almamız doğru
değil, onları tekrar devlete iade edelim, o devlet kendine silah alsın,
yetimini, öksüzünü o büyütsün, o parayı o kullansın”. Sonra Cihadiye
adlı yüzükler yapılıyor, o yüzükler yapıldıktan sonra burada
dağıtılıyor, kadınlar tekrar kendi aralarında o yüzükleri topluyorlar,
komutanlara teslim ediyorlar. İşte bu vatan bu birlik ve beraberlik içinde
kurtarıldı. Osmanlıya, İngilizler “Hasta
Adam diyorlar; o hasta adam hemşiresiyle, sağlıkçısıyla, askeriyle bir
bütün bir birlik içinde oldu. Millet olduğunu, ulus olduğunu ispat eyledi.
Şimdi Şahindere
Seyyar Askeri hastanesini gezeceğiz. Dedelerimiz orda nasıl tedavi edilmişler,
hangi hastalıklardan kaç şehit vermişiz, hangi ilacı bulmuşlar, hangi ilaçları
bulamamışlar onları anlatacağım size. Burası Güney cephesi, sağ tarafımız kuzey
cephesi. Mustafa Kemal Atatürk’ün cephesi Kuzey cephesi, bu taraf Almanların
cephesi, burada bizim Weber Paşa adlı merkez komutanımız vardı. Weber Paşa
devamlı olarak “hucum” emrini veriyor. Hucum emrini verdiği zaman M.K. Atatürk
ve cemiyeti Kuzey Cephesinden Güney Cephesine savaş raporlarını almaya geldiği
zaman o Weber Paşa’ya diyorlar ki, “bize toprak lazım değil, biz toprak
almayacağız, onlar bizim topraklarımızı almaya geliyorlar, sen hep neden hücum
emrini veriyorsun da, askerimizi milletimizi neden kırdırıyorsun, diye Weber
Paşa’yı sıkıştırıyor. En sonunda Weber Paşa’yı açığa alıyorlar. Onun yerine
Mustafa Kemal Atatürk’ün hocası 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın oğlan kardeşi
Şerif Paşa’yı göreve getiriyorlar. Ondan sonra Şerif Paşa görevinin başına
geçince zayiatımız biraz azalıyor.
Şahindere
Seyyar Hastane Şehitliği. Bir km ilerisi kara savaşlarının yapıldığı yer.
Yaralılar buraya sedye ile getiriliyor, yaralıların tedavi edildiği, yaraların
sarıldığı yer burası. Çünkü cephenin gerisi burası, hastaneyi cephenin içine
yapamazsın, orda bir tane var, İngilizler bombardıman etti o namussuz İngiliz
askerleri, 20 bin yaralı askerimizi orada şehit etti. Hastane olduğunu bile
bile yaptı bunu. Onun için hastaneleri geri yaptılar, çadırların içinde çadır
hastaneleri.
Seyyar hastane
diyoruz, çadırdan yapılma bina olarak yapılma yok. Çünkü savaş bu, savaşın ne
zaman çıkacağı bilinmez. Allah bize o günleri bir daha yaşatmasın. Ne zaman
çıkacağı, şu saatte, şu günde diye bir şey yok. Onun için büyük çadırdan
yapılma çadır hastaneleri; burası seyyar hastanemizin bulunduğu yer.
ASKERLER
HASTALIKTAN KIRILIYOR
Osmanlı devleti
bu hastanelerin altına, hasta durağı yapmış, nasıl büyükşehirlerde belediye
otobüs durakları varsa, hastane durağı yapmış. Hastanede tedavi edilemeyecek
şekildeki ağır yarlılar, sedyenin üzerinde kısa durağına indiriliyor. Kısa
durağında bırakılıyor. Cepheden gelen ambülânslar, öküz arabası, at arabası,
kağnı arabası o hasta durağından geçerken hastayı alıyor, arabanın içine
koyuyor, Eceabat’a gidiyor. Sonra sabahleyin kahvaltı yaptığınız yere gidiyor.
Ondan sonra Eceabat’tan 5 km ileride Akbaş şehitliği var. Akbaş şehitliğinde
Osmanlı Devletinin üç tane hastane gemisi var. Şirketi Hayriye gemileri iki
tane 60 ve 61 nolu gemi, üçüncü gemi ise Gülnihal adındaki gemilere
dolduruluyor, Çanakkale Devlet Hastanesi, Tekirdağı, Çorlu, Silivri İstanbul
Devlet hastanelerine dağıtılıyor. Hastaların taşımacılığı böylece gemilerle
yapılıyor. Taşımacılık burada, dört hastalıktan bin şehit verdik dedik. Dizanteri, tifo, veba, kolera, bu dört
hastalıktan 90 bin şehit verdik. En
fazla şehidi dizanteri hastalığından verdik. Halk arasında ishal
bilinen hastalıktan en fazla şehit verdik. Asker ishale yakalanıyor, neden
yakalanıyor, o karasinekleri hiç aklınızdan çıkarmayın; enfeksiyonu yayan o
karasinekler.
Asker hastalığa
yakalanıyor, başındaki komutanı diyor ki, oğlum sen rahatsızsın, senin sevkini
yapayım, hastaneye göndereyim. O asker diyor ki, komutanım beni vatanımdan ayırma, beni hastaneye götürme, bu ishal
gelir geçer, sen ona kulak asma” diyor, görevine devam ediyor. Vatan
müdafaasına devam ediyor. Ama ishal devam ede ede kanlı ishale çevirirse,
hastaneye geliyor. Burası Şahindere Askeri Hastanesi, hastanemizde ishali
giderecek ilacımız yok, Anadolu’dan ve Trakya’dan gelen askerler annesinden,
babasından, dedesinden, ninesinden duymuşlar. Killi toprağı su ile karıştırıp
ishal olan hastaya içirirsen ishalini keser” diye, sirke şişelerinin içinde o
killi toprağı bulmuşlar, askerlere içirmişler ama tedavi edebilmişler mi?
Hayır, yüzde bir dahi başarılı olamamışlar. En fazla şehidi dizanteri
hastalığından veriyoruz. En fazla şehit verdiğimiz ikinci hastalık ise,
iskorpit hastalığı, ağızda yaralar oluşmuş, damakta alt ve üst damakta yaralar
oluşmuş, diş çekilmeleri başlamış. Zaten yedikleri kuru ekmek, taze ekmek diye
bir şey yok. Asker o kuru ekmeği ısırdığı zaman diş ya kırılıyor, ya yayılıyor.
O damağına battığı zaman o kuru ekmek, yanlışlıkla battığı zaman acısından
çıkarıyor çamın dibine bırakıyor yiyemiyor. O 70 kilo, 80 kilo gelen o Anadolu
delikanlıları 40 kiloya kadar zayıf, halsiz, mecalsiz bir şekilde bu çam
ağaçlarının içinde gezerken, canının sıkıntısına, stresinden gezerken, çam
ağacından altındaki otları çiğnemeye başlıyor. Doktorlar akşam sabah bakıyor
onların ağızlardaki yaralarına iyileşme görünce o askerlere diyor ki,”oğlum siz ne yapıyorsunuz, ağız yaralarında
iyileşme var”, askerler de, “komutanım bir şey yapmıyoruz” diyorlar. Komutan,
“siz ne yiyorsunuz, ne içiyorsunuz” deyince askerler şunları
söylediler: “Biz bir işe yaramadığımız
için, çam ağacının altındaki otları çiğniyoruz”.
Doktor merak
ettiği için, askerlere, “otları bana
gösterin” diyor. Doktor kasaturasıyla o otları biçiyor, karavanada kaynatıp
gargara yoluyla o askerleri tedavi etmeye çalışıyor. Olan meşakkati
görüyorsunuz.
BAĞIRTA
BAĞIRTA AMELİYAT
Üçüncü en çok
şehit verdiğimiz hastalık değil bu, bu melanet, biz iki denizin arasındayız;
Saroz körfezinden havaya kalkan hava balonları, dürbün ile bakıyor, hangi
tepenin üzerinde, hangi derenin içinde, hangi ovanın içinden kimlerin savaşa
geldiğini görünce koordinatlarını veriyor orayı savaş uçakları bombardıman
ediyor. Bombardıman bittikten sonra bir de askerini hastaneye götürmesin,
zayiat fazla olsun diye İngilizler dört ayaklı çivi atıyor, nasıl atarsa bir
ayağı hep havada, ucuna da zehir sürmüş, otun, sapın içine atıyor onu. Asker gece
karanlıkta ihtiyaç için dereye veyahut da askeri hastaneye götürmek için yola
çıkıp da fark etmeden o çivinin üzerine basarsa, o ayaktan hiç hayır gelmiyor,
ucuna zehir sürmüş, bir tuzak, o ayaktan hiç haber gelmiyor. Çivi battığı zaman
çiviyi de çıkarsalar, çivi battığı zaman o ayak aşağıdan yukarıya doğru
kızarmaya başlıyor, onun arkasından morarma başlıyor, onun arkasından kuruma
başlıyor, bunun adı kangren, o ayağın kesilmesi lazım. Hastanemizde ishali
giderecek hapımız yok, iskorpit hastalığını giderecek hapımız yok, ağrı kesici
hapımız hiç yok, burası çok büyük hastane olduğu için burada sıvı morfinimiz
var, ama sıvı morfini damardan vuracak yetişkin doktorumuz yok. O askere sıvı
morfini ağızdan veriyorlar, gerisin geriye istifra ediyor, morfini dışarıya
çıkarıyor, o morfini dışarıya çıkarmaması için iskorpit adında ikinci hapın
verilmesi lazım, o hap da burada yok, onu da veremiyorlar. Kalp atışlarını
hızlandırıcı, istifrayı kesici o da burada yok.
ANESTESİZ
AMALİYATİ HASTA DİŞİNİ KIRMASIN DİYE AĞZINA KEÇE
Onları nasıl
ameliyat etmişler, dört parmak genişliğinde apak dediğimiz keçe dar uzun
kesiyor, ameliyat olacak askeri yere yatırıyorlar. Doktor diyor ki : “Oğlum yere yat” asker yatıyor yere, “oğlum ağzını aç”, doktor, askerin dişi
kırılmasın diye ince üç parmak genişliğinde kavak ağacından tahta yapıyor, ince
uzun, keçenin orta yerine koyuyor, keçeyi ikiye katlıyor, askere diyor ki,”oğlum ağzını aç”, asker açıyor, o keçeyi ağzının sonuna kadar
depiyor, o keçeyi tahta ile ağzının sonuna kadar depiyor, askere diyor ki, “aslanım şimdi ısır”, asker o keçeyi
ısırıyor. Sağlam bacağına bir asker oturuyor, iki omzuna iki asker oturuyor,
doktor eline testereyi alıyor, o bacağı bağırta bağırta ameliyat ediyor. Eğer
bugün bir dişimizi, bir bacağımızı ameliyatımızı duymadan rahat bir şekilde
tedavi ediliyorsak, o çocukları düşünelim bu gün. Onlar o ıstırapları o acıları
çekmişler. Eğer çekmeselerdi, “bana ne
yav, ne yaparlarsa yapsınlar” deyip çekip gitselerdi, bu gün biz bu
topraklar üzerinde olamazdık, her şeyimizi onlara borçluyuz. Onlar buralarda
öyle acılar içinde ameliyat olmuşlar.
DÜŞMAN HAVADAN
BALONLA GÖZETLERDİ
Dördüncü en
fazla şehit verdiğimiz yer, dördüncü unsur ise, o balonlar havaya kalkıyor; en
fazla bize melaneti yapan o balonlar. En fazla zayiat verdiğimiz dördüncü şey
ise şu karın bölgesinden yaralanan askerin bu hastanelerde hiç tedavi edilme
imkânı yok. Neden?
DOKTOR BABA
YARALI OĞLUNA YARDIM EDEMİYOR
,1915 yılında kan nakli yok, organ nakli
zaten dün çıktı. Kan nakli yok, karın bölgesinden yaralanan asker, iki tane
mermi girip çıksın arkasından, o bağırsaklar önüne akıveriyor. İkinci fetva ile
Cihad-ı ekber adında ikinci fetva ile 16 yaşından 20 yaşına kadar çocuklar
buraya getiriliyor, o16 yaşındaki gençlerden, lise öğrencilerinden bir tanesi
karın bölgesinden yaralanmış sedyenin üzerinde bağırsakları kucağında,
burasının doktoru Balıkesir’li Salih Dörtbudak. Hastayı o doktorun yanı başına
koyuyorlar, doktor bakıyor, askerin yüzüne “sen öleceksin” demiyor o an ona. “Ben buna gerekeni yaptım, bu hastayı buradan alın karşıdaki tarlanın
kıyısına bırakıverin” diyor. Bu ne demek, o hasta orada kan kaybede kaybede
ölümünü bekleyecek, ecelini bekleyecek, ama bir dakika sonra, ama bir saat
sonra. O hasta oraya gidiyor, o çocuk hastaneden çıkıp da stabilize yoldan
tarlanın kıyısına giderken o çocuk, “baba
baba baba” diye üç defa sesleniyor.
Doktor da babadır, memleketinde bir kızı bir oğlu vardır, bir kere “ahh diyor, kader acaba bana mı güldü, o
kara yüzünü bana mı gösterdi” diye bir kere doğruyor, kendi kendine
düşünüyor, benim oğlum 16 -17 yaşında, askerlik çağında bu değildir, bu
değildi” diyor. İnim inim inleyen o askerlerin tedavisiyle ilgilenirken, o
çocuk sedyesinin üzerinde nefesini toparlıyor, “baba ben senin oğlunum, baba sen beni niçin tanımadın, baba sen beni
nasıl tanımazsın, ben senin oğlunum”, diyor. “O hastayı bana getirin” diyor, o hastayı doktorun önüne
koyuyorlar. Yüzündeki, gözündeki kanı siliyor, öz evladı olduğunu tanıyor, öz
evladına diyor ki, “oğlum 16-17 yaşında
liseye giden bir öğrencisin, sen bir çocuksun, bu savaşta ne işin var”. Çocuk
da, “baba senin haberin yok, padişah
ikinci bir “cıhad ı ekber” adı
altında emir çıkardı, 16 yaşından 20 yaşına kadar hepimizi topladılar
getirdiler, baba ben de geldim, ama yaralandım, baba sen doktorsun, beni
kurtar” diyor. Ama babanın yapabileceği bir şey yok, baba, “oğlum ben sana gerekeni yaptım, tedavini
yaptım, sen ölmeyeceksin, ama bana hakkını helal et evlat” diyor. Çocuk bağıra bağıra ağlamaya başlıyor,
doktor soruyor, “ neden ağlıyorsun
oğlum?” Çocuk, “baba benden helallik
istedin ben ölecek miyim, benden helallik istedin ölecek miyim ondan ağlıyorum”
diyor. Çocuk, “bana torpil
yapmayacak mısın, beni kurtarmayacak mısın” diyor. Çocuk damardan giriyor, ama babanın
yapabileceği bir şey yok, çünkü kan o zamanlar kan nakli yok, kan
nakledilemiyor.
O sıradaki
sıhhiye erlerine diyor ki, “evladım,
bunu buradan alın, bu benim canım, bu benim kanım, bu benim her şeyim, bunu
buradan alın elim ayağım titremeye başladı, takatim kesildi, düşüp bayılacağım,
sıradaki vatan evlatlarına bakamayacağım, görevimi yapamayacağım alın bunu
buradan” diyor. “Ama onu tarlanın
içindeki sıcağa bırakmayın, onu şu çam ağacın altındaki yaralı askerleri biraz
sıkıştırın da babadan oğla torpil olsun, o çam ağacının altında gölgede kalsın
babadan oğla torpil olsun” diyor.
Bu gün 1915
yılında babaların evlatlarına faydalı olamadığı topraklar üzerindeyiz. Vatan bu
şartlar altında kurtarıldı.
…………………………………
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder