Sevgili okuyucular, Türkiye’de para kazanma hırsı ile ters düşen en
önemli ulusal miras, kentlerin 500 yıl içinde birikerek kültürel
varlığını kanıtladığı mimari ve onların oluşturduğu kent dokusu ve kent
içi ve dışı siluetlerdi. 1970’den başlayarak bu mirası yok ettik.
Bu olgu Türkiye’nin uygar ülkeler arasındaki
konumunu olumsuz etkileyen önemli bir cehalet katsayısıdır. Toplumum
kendi tarihini öğrenmek için hiçbir motivasyonu olmadığının kanıtıdır.
Tarihi miras düşmanı eğilim, toplumu ekonomik bunalıma mahkum eden
eğilimlerle örtüşür.
Bu toplumun mimari kültürünün temel yaratıcı
gösterisi Bizans kubbeli mimarisini varyasyonları olan camiler değil,
kent dokusu, evler, konaklar, yalılar ve sahil saraylardır. 17.
yüzyıldan başlayarak Türkiye’nin özellikle batısında ve İstanbul’da
gelişen bir ahşap ve onun yarattığı mimari ortamdır.
Ev, bütün toplumlarda yaşamı doğrudan yansıtan en
temel yapı türüdür. Toplumun sosyal dokusunu, yapı teknolojisini,
halkın kendi evini yaratırken sergilediği estetik duyarlığı, toplumun
ekonomik olanaklarını açıklayan en önemli sosyal, ekonomik ve kültürel
veri birikimi konut yapıları ve onlara bağlı kent mekânlarıdır.
Bugün ikide bir sözü edilen ulusal kültürün en
önemli öğesi ahşap evlerimiz ve kent dokuları idi. Şimdi otomobilli
sokaklarda ve yüksek yapılarda oturanların, yabancı markalar peşinde
koşanların, yapılara, işyerlerine yabancı adlar takanların ulusal kültür ve gelenekden söz etmeleri sahtekârlıktır.
SAFRANBOLU KALDI ELDE
İki üç katlı ahşap ve genelde, dünyanın kagir
konut geleneği ile karşılaştırılınca, küçük boyutlu bu konut mimarisi,
Anadolu’nun pek çok yöresinde, sade, alçak gönüllü, fakat insancıl
boyutları ile, güzel ve etkileyici bir Türk kenti yaratmıştı. Şimdi Safranbolu
dışında örnek gösterecek kentimiz yok. İstanbul bu ahşap mimari
geleneğinin en geç, biraz da yabacı üsluplardan etkilenmiş, fakat daha
büyük ölçekli bir aşamasını temsil eden görkemli bir mimari gelenek ve
kent yaratmıştı.
Dünya uygarlık sıralamasında başta olan bütün
ülkeler bu tarihi mirası ulusal kimliklerinin başlıca imgesi olarak
korumuşlardır.Türkiye’deki insafsız inşaat pazarında yok ettiğimiz bu
konutlar ve kent dokuları geleneksel kültürün en büyük mirasıydı. Bu
mimari ve kent dokusunu örnekleri 1970’lerden ve özellikle 1980’den
sonraki göç dalgalarında yok edilmiştir.
Ulusal kültürün neredeyse tek yaşayan mirasını
yok eden toplum kesiminin, geleneksel kültürden söz etmesi de umut
kırıcı bir cehalet göstergesidir.
Camiler ve diğer anıtsal yapılar milyonlarca
insanın yaşamına ilişkin bilgi vermezler. İnsanlar evlerde yaşar.
Uygarlığının üst düzeyinde çağdaş dönemi temsil eden ülkeler
tarihlerinin maddi mirasını kentleri ile birlikte koruyan Avrupa
ülkeleridir.
İSTANBUL TÜRK KÜLTÜRÜNÜN TACI
Bunu 2700 yıllık tarihine, Doğu Roma
İmparatorluğu’nun merkezi olmasına, Osmanlı kültürünün merkezi ve
imparatorluk merkezi olmasına,ve bütün bunlar kadar önemi olan, ve onu
bir dünya kenti yapan en güzel doğal konuma sahip olmasına borçludur. Bu
sit kenti her yönde kavrayan deniz kolları arasında Osmanlı çağının
ahşap mimarisi ile buluşarak, dünya mimarisinin en görkemli özgün ahşap
mimari üsluplarından birini yaratmıştır.
İstanbul halkının hükümetlerin ve İstanbul
belediyelerinin Türk kültür tarihine en büyük darbeleri bu dünya güzeli
kentin, bugünkü dev aglomera içinde sadece 5000 hektar tutan (Bugünkü
kentin ancak %0.9’u) alanını korumamış, vurdumduymazlıkla yok etmiş
olmalarıdır. Bu akıl almaz bir hoyratlık, cahillik, ulusal
tarihe saygısızlık, idari ve teknik deneyimsizlik ve kent toprağı
üzerinde tarihin en ünlü kenti üzerinden yapılan büyük ve spekülatif bir
plansızlıkdır. Bugün sade mimarlık ve tarihi sit değil, Boğaziçi’nin doğal yeşil örtüsü de büyük ölçüde yok olma yolunda.
SON KURBAN VE BARBARLIK
İstanbul’un cehalet ve açgözlülüğe kurban olan yeşil alanlarının son ve acıklı örneklerinden biri olan Küçüksu-Göksu Mesiresi’nin günümüzdeki tarihi sitlerin yok edilişinin çarpıcı örneklerinden biridir.
Anadoluhisarı’nda 65 yıldır yaşayan bir İstanbul
tarihçisi ve koruma uzmanı olarak, yaşadığım çevrenin yok oluşunun
benim için acı verici bir olay olduğunu tahmin edebilirsiniz. İstanbul
ve ülkenin başına cehalet ve görmemişlikten gelen büyük felaketlerin bir
simgesi olarak Küçüksu- Göksu tarihi mesiresinin yok edilme sürecini
aşağıda özetliyorum. Kargaşa ve çirkinliğini de gözlemleyin.
İstanbul’un en eski, en güzel ve tarih boyunca en çok resimlenen
mesiresi, son on yılda, uygar bir duyarlığın kabul etmesi olanaksız,
çirkin bir kargaşa mekânına dönüştü.
Anadoluhisarı İstanbul’daki ilk Türk egemenliği simgesidir.
Bu küçük kale olağanüstü güzel ve özgün bir ortaçağ yapısıdır. Girişi
de vaktiyle Göksu deresine açılıyordu. Göksu ve Küçüksu derelerinin
çevrelediği bu alan başkentin en büyük ve kente en yakın mesiresiydi. Boğaz’da başka eşi yoktur. Burada Birinci Mahmut bir sahilsaray yaptırmıştı. Yalının büyük bir bahçesi vardı. Orada dikilen ağaçların arasından 250 yıllık bir çınar son zamanlara kadar yaşıyordu.
3. Selim, annesi Mihrişah Sultan
için 1. Mahmut’un sahilsarayı yandıktan sonra, bahçesine güzel bir
çeşme yaptırdı. Bu çeşme mesire yerini güzelleştirmek ve gelen halka
içme suyu sağlamak için inşa edilmişti. Eski yalının suyu olasılıkla bu
çeşmeyi besliyordu. Daha sonra Sultan Abdülmecit yanan
ahşap sahil sarayının yerinde ve çeşmenin karşısında bugünkü kasrı
yaptırdı. Bu alanda Göksu köprüsüne kadar hiç bir yapı yoktu.
HALKIN MESİRE YERİ
Boğaziçi’nin en güzel yeşil alanı
olarak Cumhuriyetten sonra, halk hafta sonları buraya dolardı. Orta
oyunları oynanır, canbaz gösterileri yapılırdı. Sultan Mahmut’un
yalısının bahçesinden kalan büyük ağaçlar altında, deniz kenarında halk
gruplar halinde oturur, yemek yer, çocuklar denize sokulur, boş kalan
çayırlarda top oynanırdı. Mesire’nin özelliklerinden biri kaynayan mısır
kazanlarıydı.
İstanbul yaşamının Avrupalı ressamların
yaptıkları en güzel sahneleri arasında Asya kıyısının dereleri (Les Eaux
Douces de L’Asie) ve bu mesirenin resimleri vardır. Halk buraya
kayıklar, arabalarla gelir, ve piknik yapardı.
FUTBOL SAHASI İLE KIYIM BAŞLADI
Önce yeşil alan içine bir futbol antrenman sahası yapıldı. 1980 yılından sonra askeri hükümet bu büyük yeşil alanın kuzey bölümünü Marmara Üniversitesi’ne verdi. Buraya öğrenci yurtları ve bir futbol stadyomu yapıldı.
Aradan Hisar’a gelen yol genişletildi.
Hisar halkı bu tecavüzleri durdurmak için bir ağaçlandırma kampanyası
yapıp yol kenarına pek çok ağaç dikti. Bugün bunlar da yok edildi.
Kıyılar restoran ve kahvelerle doldu. Günde bir ağaç daha kesilerek, tarihi mesire otopark oldu.
Göksu yılda bir iki ay bile kullanılmayan motor ve yatlar için marina
oldu. Göksu Deresi biribirinin üstüne yığılmış, arabaların zorlukla
girip çıktıkları çirkin otoparklara benziyor. Aralarından bir sandal
geçirmek bile olası değil. Artık Göksu safası, mesiresi yok. Boğaziçi ve
İstanbul’da yok! Planlama ve çağdaş uygarlıkta yok!
Sevgili okuyucular, Kapitalizmin çıldırmış
ortamında cehalet ve kalabalık tasavvur edilebilecek en kötü yol
arkadaşlarıdır. Topluma kolay gelsin!
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder