Cevat Kulaksız
14 Temmuz 1921 günü Ankara’da Milli Eğitim Şurası yapıldığını bugün birçok öğretmen bile bilmez. Bu tarih Sakarya Savaşıöncesidir. Yunan ordusu, Ankara kapılarına dayandığı bir ortamda Eğitim Şurası yapılıyor? Ne anlamlı Şura!
Genç Cumhuriyet kurulduktan sonra da büyük bir eğitim seferberliği başlatılır. 10 milyonluk Türkiye’de okuma yazma oranı yüzde 5’tir. Osmanlı borçlarına rağmen Türkiye hızla kalkınma yolundadır. Bunun da ancak eğitimle olacağı iyi bilinir. Eldeki bütün imkânlar seferber edilir. 1928 sonunda alfabe değiştirilir ve kısa süre içinde büyük mesafe alınır. Okuma yazma oranı artar.
Eğitmenler, okutmanlar, öğretmenler… İlkokul mezunları hatta okuma yazma bilenlerden bile yararlanılmaya çalışılır. At sırtında köylere öğretmenler gönderilir. O günün imkânlarına göre öğretmenlere en iyi maaşlar da verilir. Yeter ki çocuklara okuma yazma öğretilsin diye. Yoksulluktan önce cahilliğe savaş açılır. Aslında hepsi bir arada yürür. Ama eğitim önceliklidir…
264 bin öğretmen görev bekliyor
Bir “Öğretmenler Günü”nü daha yaşıyoruz... Açıklanan rakamlara göre 126 bin öğretmene ihtiyaç var. 264 bin öğretmen ise iş/görev bekliyor. Çalışanlar içinde büyük bir kitle kadrosuz ve sözleşmeli. Sözleşmeliler ise 600- 700 TL maaşla çalıştırılıyor. Çoğu da sigortasız! İşte eğitimin içler acısı durumu! Eskiden geçinemeyen öğretmen limon, tencere- tava satardı. Şimdi iş bile bulamıyor! Yakında ‘öğretmenim’ diyene kız vermeyecekler!
Oysa bırakın 1921 yılındaki eğitim şurasını, 18 Eylül 1920 günü bile Meclis’te eğitimin sorunları tartışılıyordu. Üstelik Kurtuluş Savaşı’mızın en kritik günlerinde. Hem de en ağır sözlerle… O gün kürsüye çıkan Nazillili Hacı Şükrü Bey, İzmir Milletvekili olarak şunları söyler:
'Yedi kafalı cehalet'
“Hele köylüden; çocuklarını okutacağız diye eğitim payı ve eğitimle ilgili zorunlu masraflar adı altında para alıp da aynı para ile yüksekokullarda zenginlerin, ileri gelenlerin, vükelâ çocuklarının okutulması kadar açık bir aldatmacalığın, sarih bir zulmün ve istibdadın, elle tutulur bir eşitsizliğin –bunca sıkıştırmaya ve haram kılmaya rağmen- bizden başka milletlerin birinde benzerini bu dünya aynasında göremiyorum. (…) Hülasa, kötü ahlâk gibi bir piç doğuran ve hasis çıkarlar uğrunda baş tacı olan insanlığı ayakaltında ezen ve sonra da köpek leşi gibi yokluk çukuruna atan mundar ve kokuşmuş yedi kafalı cehaleti; yurdumuzun en ufak köylerinde bile, bir daha girilmeyecek derecede öldürmedikçe bu dünyada var olmamız mümkün değildir.” (Sadi Borak, Atatürkçü ve toplumcu örnek bir din adamı Hacı Süleyman Efendi, Reform Matbaası, İzmir, 1990, s.134- 135)
Atatürk’ün ‘mefkûre arkadaşım’ dediği Hacı Süleyman Efendi’nin o tarihte eğitime verdiği önem! Ya Atatürk ne yapmış? İşte size 1934 yılından bir örnek; Atatürk’ün arkadaşı Kılıç Ali Bey anlatıyor:
Muhasara altında mıyız?
“Bir gece Ankara’da uykumun arasında telefon çaldı. Başyaver: “Derhal seyahate çıkılıyor. Hemen Köşk’e gelmenizi emir buyurdular’ dedi. Saate baktım. Vakit, gece yarısını hayli geçmişti. Hazırlandım, Köşk’e gittim. Meğer o gün Gazi, Kırşehir İdare-i Hususiye muallimlerinden, birkaç aydan beri maaş alamadıklarından dolayı bir şikâyet mektubu almış. Sofrada bulunan alakalı Vekilden muallimlerin niçin birkaç aydır maaş alamadıklarını sormuş. Vekil Bey de: “Havalar kış, belki de onun için postalar işleyememiştir” diye söylemiş.
Gazi, bu cevap üzerine: “Ya! Demek şimdi muhasaradayız, öyle mi? O halde şimdi kalkar, gider, hem yolu açarız, hem de Kırşehir’de muallimlerin dertlerini yakından dinleriz” demiş ve derhal hareket emrini vermiş. Mevsim kış, hava fena halde yağışlı ve soğuktu. Gazi, sofrada davetli bulunanlardan da bazılarını beraberlerine alarak gece yarısından sonra yol açıldı. Hava o kadar puslu idi ki, bir ara yolu kaybettik. Bir köyün kahvesine sığındık. Kahvenin saç sobasını yaktırdık. Isındıktan sonra tekrar yola devam ettik.
Ertesi günü (1 Şubat 1934), Kırşehir hududuna girmiştik. Protokol talimatnamesi gereğince Vali, başında silindir, arkasında frak olduğu halde hududa gelmiş, Gazi’yi karşılıyordu. Bu esnada Gazi’nin otomobili bir tarlaya saplanmış, etrafta yetişen köylüler, otomobili kurtarmaya çalışıyorlardı. Vali de o resmi kılık kıyafetle, çamurlar içinde köylülere, jandarmalara emirler veriyordu. Gazi, Vali’ye, Vali’nin haline baktı, gülerek: “İşte nazari yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç olurlar” diyerek, Vali’nin haline acıdı ve derhal arkasına kalın bir palto giymesini tavsiye ederek zahmetlerinden dolayı kendisine teşekkür etti. Birçok zorluklardan, zahmetlerden sonra nihayet Kırşehir’e girildi. Muallimler çağırılarak hepsi ayrı ayrı dinlendi ve Konya üzerinden Ankara’ya dönüldü.” (Ali Kılıç, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İstanbul, 1955. s.98- 99)
Tabi maaşları da ödenmiş… Acaba Atatürk bugün yaşasaydı ve öğretmenlerin bu halini görseydi ne yapardı? Onu da siz yanıtlayın…(Not: Bu yazıyı Van'da şehit olan genç eğitimcilere adıyorum...)
Ercan Dolapçı / AYDINPOST ercandolapci@mynet.com 24.11.2011
08 Kasım 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr
Yunan ordusu, Anadolu içlerine doğru ilerlemektedir.
1921 yazında Eskişehir’i de ele geçirmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, ordumuzu planlı bir şekilde Sakarya Nehri gerisine çekmektedir.
Temmuz 1921’de Yunan ordusu Eskişehir’den çıkmış, doğuya doğru ilerlemektedir.
Durum çok kritiktir.
Ankara’da herkes huzursuzdur.
Kayseri’ye doğru göç başlamıştır.
23 Ağustos ve 13 Eylül 1921 Sakarya Savaşı’yla yirmi iki gün süren var oluşla yok oluş mücadelesi vardır.
Yarbay Nazım, 14 Temmuz 1921 günü, bir taraftan 1800 m yüksekliğindeki Yumruçal ve Nasuhçal tepelerini savunma hattı olarak hazırlamaktadır ertesi günü şehit olacağını düşünmeden…
Diğer tarafta yurdun dört bir yanından Ankara’ya gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmen bir araya gelmiş, çocuklarımızın daha iyi bir eğitim alması için savaşmaktadır.
Mustafa Kemal, cepheden gelerek kongreyi açmış, öğretmenlerin tek tek elini sıkmış, açış konuşmasını yapmıştır. (Akyüz,1997)
İşte böylesine hassas ve kritik günlerin yaşandığı bir dönemde, barış dönemindeymişçesine 15-21 Temmuz (1921) tarihleri arasında Mustafa Kemal Atatürk, I. Maarif Kongresi’ni toplamıştır.
Türk öğretmen temsilcilerini bir araya getirmiştir.
Kimler yoktur ki bu kongrede; Ziya Gökalp Bey, Köprülü Zade Fuat Bey, kongrenin muharriri Yakup Kadri Bey, Bursa’dan İsmail Hakkı Bey…
Cumhuriyet döneminin eğitimine temel oluşturacak kararları alırlar.
Mustafa Kemal Atatürk, bağımsızlığımızı kazanma mücadelesini verdiğimiz, İstiklâl Savaşı’nın en kritik günlerinde bir yandan cumhuriyetimizi kurma çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan millî eğitim sistemimizin esaslarını belirleme çalışmalarına yönelmiştir.
1921 yılında Ankara’da toplanan 1. Maarif Kongresi’nin eğitim tarihimiz içinde bundan dolayı önemli bir yeri vardır.
Bu kongre; okul ve öğrenci mevcudunu tespit etmek, bu konuda yapılması gereken çalışmaları belirlemek ve eğitime millî bir yön vermek amacıyla toplanmıştır.
Eğitim tarihimizde bir dönemin başlangıcı olarak görülmesi gereken bu kongrede Atatürk, eğitim, bilim ve kültür alanındaki düşüncelerini, yapılacak inkılapların esaslarını, öğretmenler için neler düşündüğünü ve onlardan neler beklediğini anlatan tarihî bir konuşma yapmıştır.
Bu yüzden, 10 Kasım’lar nereden nereye geldiğimizi anlama, bizi bugünlere taşıyan isimsiz, kahraman öğretmenlerimizi, düşünenlerimizi, askerlerimizi, yoktan var olmayı başarmış halkımızı Atatürk’ün nezdinde anma ve onlara şükranlarımızı sunma günüdür.
https://armaganercan.blogspot.com/2010/11/1921den-2010a-1.html
**
Not: Öğretmenler Günü anısına bu yazı bir alıntıdır
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder