Ulusal Eğitim Derneğinin destek ve katkılarıyla, Prof. Dr.
Sina Akşin [i]
tarafından “Cumhuriyetimiz Yıkılırken”
konulu bir konferans verildi. Derneğin salonundaki konferansa, dernek
üyeleri, emekli öğretmenler, eğitimci profesörler, öteki emekliler katıldılar.
İnternet gazetesinde böylesine uzun metni okuma sıkıntısını
da göz önüne alarak, bu konuşmanın dört duvar arasında kalmasına gönlümüz razı
olmadığından, sizinle paylaşmak istedik; nihayet kâğıt harcamıyorduk.
Ayrıca, Atatürk ve devrimlerine karşı yıkıcı tavır içinde
olan iktidarların 1950 den beri bu konuda olumsuz eylemlerine karşı paylaşmanın
isabetli olacağını düşündük. Bu süreçte AKP-RTE iktidarının devletin bütün
olanaklarını kullanarak, muhalefetin sesini kısarak, propaganda, vaatleri ve
dini kullanıp, istismar ederek iktidara tekrar geldiği şu günlerde, bu
konuşmanın yararlı olacağını düşündük. Bu konuşma metnini uzun emek verip
banttan çözerek okuyucumuza sunmak istedik. Amacımız karşıdevrimin ilerleme
nedenleri ve sürecini halka, okuyucuya sunmaktır. Çünkü karşıdevrim kazandıkça,
ülkemiz geriye doğru sürüklenecektir; bunun acı örneklerini Osmanlı’nın son 400
yılında yaşayarak, bilime ilgisiz kalarak geri kaldık, yaşadık, kaybettik.
Bu konferansta, karşıdevrimi hazırlayan sebeplere de yer
veren Prof. Dr. Sina Akşin, Türklerin tarihinden başlayarak, tarihsel
gelişmeler yanında Osmanlının yıkılış nedenleri, sonuçlarına ve Cumhuriyet
Devrimlerine yapılan karşı devrime değinen konuşmasını şöyle sürdürdü:
“-Türklerin tarihine kadar
uzanacağım, bu konuda çok değişik rivayetler var. Sümerlerin Türk oluşu, Mağara
yazıtları gibi birçok görüşler var. Bu görüşler maalesef bir senteze
kavuşmamış. Sümerler Türk diyoruz, ama Sümerler zamanla asimile olmuşlar. Sonra
Etrüskler karışmış gitmiş; düz bir çizgi arıyorsak eğer, fazla geri
gidemiyoruz. M.Ö. 220 de Türklerin ilk yurdu karşımıza çıkıyor, Türklerin ilk
yurdu, Çin’in kuzeyi, Çin’in kuzeyinde Hunlar ortaya çıkıyor ve Hunların
varlığını bize Çinliler anlatıyor. Çünkü Hunların yazısı yok, Hunların devlet
olduğu şüpheli, devlet değil, göçebe hayvancı bir topluluk. Göçebe ve hayvancı
bir topluluğun da devletçi bir toplum olması mümkün değil. Çin kaynaklarına
göre Hunların çıkışı M.Ö.220. o arada uygarlıklar çıkmış, yok olmuşlar,
İskender İmparatorluğu bitmiş ve Roma Tarihi’nin belli bir noktası. Türklerin
tarihini M.Ö. 220 Hunlarla başlatacaksak geç bir tarih ve uygarlık düzeyi de
düşük çünkü göçebe hayvancı, atalarımız. Onun için birtakım kitapların yazdığı
gibi, aman aman bir durumları yok, fakat çok dinamik adamlar, atalarımız.
Nerden alıyoruz, çünkü orda durmuyorlar. Hunlar var, ondan sonra Göktürkler var,
göç etmeye başlıyorlar. Mesela ilginç bir şey, Moğollar aynı bölgede
yaşıyorlar, onlar öyle kalıyorlar orda, hala ordalar. Bizim atalarımız, şimdi
Türk falan kalmamış, Çin’in kuzeyinde. Yakutlar var galiba küçük, küçük
gruplar. Esas itibariyle Türklerin hemen hemen hepsi, Batıya göç etmişler. İlk
durak Singsang bölgesi, şimdi Sincan bölgesi. Tabi Çin’in kuzeyinde yazı
başlıyor Göktürklerle, Hunlardan sonra gelenler Göktürkler, onların yazısı var.
Uygarlık bakımından bir ilerleme var. Uygurlar ise anlı şanlı devlet, fakat
hala göçebe hayvancı bir devletti. Orda da fazla durmuyorlar. Gerçi şimdi hala
Çin’de Sincan bölgesinde soydaşlarımız var. Çoğunluk Orta Asya dediğimiz
bölgeye gidiyor. Orta Asya, şimdiki Türkî Cumhuriyetlerinin bulunduğu bölge,
Hazar Denizi’nin doğusunda yer alır. Burada çöller de var, tarım toprakları da
var. Tarıma geçiş başlıyor, hala göçebe hayvancı, Gazneliler, Karahanlılar
kuruluyor. Müslüman oluyor Türkler ve sonra bir hareketlenme daha oluyor,
Selçuklu Devleti kuruluyor. Bir hareketlenme daha oluyor ve bu sefer Anadolu’ya
ve Rumeli’ye geliyorlar. Anadolu ve Rumeli Türklerin üçüncü yurdu oluyor.
Buranın özelliği hiçbir yerinde çöl yok. Ne Anadolu’nun ne Rumeli’nin hiçbir
yerinde çöl yok, tarıma elverişli. Burada tarıma geçiş hızlanıyor ve ilk tarım
devleti kuruluyor. İlk tarım devleti, köylü devleti kuruluyor. Bu da Osmanlı
Devleti. Demek ki Osmanlı Devleti böylece sosyal devrimi gösteriyor. Atalarımız
çok dinamik adamlar, yerlerinde duramıyorlar, bu sosyal devrimi başarmış
olmaları büyük bir başarı. Fakat tabi yeterli değil, çünkü Avrupa’nın
ortalarına kadar ilerlemiş atalarımız. Bu ilerleyiş Atilla’nın ya da Cengiz
Han’ın imparatorlukları gibi değil. Bu bölgede yani Anadolu ve Rumeli’de bir
yerleşme başlıyor. Mesela Bulgaristan aynı zamanda bir Türk yurdu oluyor,
Yunanistan oradaki Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar yerine göre orda kalıyor.
Onların yaşamasına, kültürlerini, dinlerini, dillerini, izin işlerini güçlerini
sürdürmesine izin veriliyor. Aynı zamanda da Türk yurdu oluyor, ortak yurdu
oluyor. Ortak yurt modeli var. Burada da Ermeniler var, Rumlar var, daha başka
topluluklar ama esas itibariyle, birlikte yaşama modeli uygulanıyor. Türklerle
yerli Rumlar, Bulgarlar, Sırplar birlikte yaşıyor, böyle bir düzen kuruluyor.
Fakat Avrupa’da yeni bir sosyal
devrim başlıyor. Rönesans la birlikte 1200 lerden ama 1300 lerden sonra Avrupa’da
yeni bir düzen başlıyor. Bu düzen mevcut feodal köylü düzenini bir kenara
itiyor. Eski düzen, feodal düzen eski dünyacı, öbür dünya için yaşıyor herkes
Orta Çağ dediğimiz şey, öbür dünya için yaşıyor. Hâlbuki bu yeni düzende bu
dünya için, insanlar dünya için yaşamaya başlıyorlar. Bu bir sosyal devrim yani
göçebe-hayvancılıktan köye feodalizme geçiş nasıl bir sosyal devrimse,
Avrupalıların başardığı da bir sosyal devrim. Bunun değişik yönleri var. Bir
yönüyle mesela kapitalizmin doğuşu, bir yönüyle aydınlanma, bir yönüyle hukuk
devleti ve ufak ufak demokrasiye gidiş başlıyor.
Fakat bizim atalarımız, Osmanlı
atalarımız maalesef bun ayak uydurmuyorlar. Bunun değişik şeyleri var, değişik
görünüşleri var. Mesela matbaanın alınması, matbaa 1450 de Gutenberg’in
matbaası malum. O matbaa Türkiye’ye geliyor, İstanbul’a geliyor, İstanbul’da
şakır şakır matbaalar çalışıyor. Kimin matbaası Yahudilerin matbaası,
Yahudilerin matbaası 1493 de İstanbul’da matbaa çalışmaya başlıyor. Ondan sonra
Ermeniler 1567 de onların matbaası kuruluyor ve nihayet Rumlar 1627 de matbaayı
kuruyorlar. Bizimkiler hiç oralı değil,
bunu görüyorlar, kitaba halı muamelesi yapılıyor. Halıda biliyorsunuz elle
dokuma, makine halısına göre makbuldür, makine halısı ucuzdur, makbul değildir.
Bunlar kitap, elle yazılacak ki
makbul olsun ve ilgilenmiyorlar, bilmediklerinden değil, ilgilenmedikleri için
matbaayı almıyorlar. Ne zamana kadar ta 1729 kadar, bu Müteferrika matbaası, o
da ilginç, 17 kitap basıyor, sonra da kapanıyor. İlgi yok, ancak 1784 de, “bizim bir matbaamız vardı” diye
düşünüyorlar. İstanbul’da Selimiye’de İbrahim Müteferrika’nın matbaası
duruyormuş. Kapıları açıyorlar, tozunu alıyorlar, yağlıyorlar, tekrar işletmeye
başlıyorlar. 1784 bu gecikme 334 yıl.
1450 den bu tarafa 334 yıl bu gecikme, bu korkunç bir şey, bu fecaat. (Türk
Ulusu, bilim ve kültürümüze yansıyan bu aralığı günümüzde bile kapatamamıştır)
OSMANLIDA EĞİTİM SİSTEMİ FECİATTİ
Başka bir fecaat eğitim sistemi, eğitim sistemi
dediğimiz Osmanlıda, Müslümanlar bakımından; mahalle mektebi, imam işleri,
mahalledeki imamın okulu güya. Aslında beş aşağı beş yukarı o okullar Kuran
kursu. Bunlar son derece verimsiz, çünkü sınıflar son derece karışık çünkü
dayakla mayakla çömelmiş vaziyette çocuklar. İşe yaramaz bir şey, bir kurum
adeta. Oradan çıkan çocuk Kuran okuyabiliyor ancak. Anlamını bilmiyor, eski
yazı ile yazılmış Türkçeyi de okuyamıyor, sadece Arapça okuyabiliyor. Kuran da
özel olarak yazılmıştır, estreli östreli, durum bu.
Bire de medrese var, bir zamanlar medrese güya yüksek tahsil
okullarıydı. Bir zamanlar medresede matematik, astronomi, tıp okutulurmuş.
Ahret bakımından “Cennete gitmek için
işe yaramaz bu bilgiler” tıp mıp onları da atıyorlar. Medreseler sadece
din bilimleri fıkıh, hadis falan öğretiyorlar. Sadece din bilimleri ve Arapça
eğitimi yapılıyor. Hâlbuki bu Türkler Arapça bilmiyor. Şimdi ODTÜ sine
giderseniz öğrenci olarak, İngilizce bilmiyorsunuz veya az biliyorsunuz, orda
bir hazırlık sınıfı var. Orda İngilizce gösteriyorlar. Medresede Arapça
göstermek diye bir şey yok. Sadece ezber, o da işe yaramaz kurum.
Ulema nasıl yetişiyor? Ulema
aileleri var. Bunlar hanedan kurmuşlar, padişahlık gibi. Orda kendi çocuklarını
doğru dürüst eğitim veriyorlar. Kadılar, Şeyhülislamlar, Kazaskerler bunlar
ailelerin içindeki eğitimle yetişiyor.
SADECE ÖBÜR DÜNYA İÇİN
Sarayda canavar gibi bir eğitim
var. Enderun mektebinde, orda Türkçe öğretiyorlar (bunlar Türk olmayan
çocuklar), orda Arapça, Farsça öğretiyorlar; tarih öğretiyorlar, savaş ilmi
nasıl savaş yapılır, bütün her şeyi öğretiyorlar. Onlar iyi yetişiyorlar. Onlar
aileler, ulema içinde yetişiyor, sarayda kendi personelini hizmet içi eğitim
yapıyor. Ama kitle “homo ahreti kus”, bunu ben uydurdu, yani öbür dünyanın
adamı. Çağrı Erhan’a sormuştum, 2007 genel seçiminden sonra, yahu nasıl oldu
seçimler diye, Çağrı Erhan, Siyasal Bilgiler Fakültesinde profesör bu çocuk, o
sırada DP nin genel başkan yardımcısı, Hüsamettin Cindoruk’un genel başkan
olduğu DP nin genel başkan yardımcısı dedi ki: Çok çalıştık, bütün kahvelere gittik,
insanlarla temas kurduk. Anlatıyorduk, dedi, bak mazotun fiyatı kaç şu,
gübrenin fiyatı kaç şu, peki sizin buğdaya, sizin fındığa ne veriyorlar şu;
durum belli, yediğin kazığın farkında, fakat bunlara diyorlarmış ki, bütün bu
konuşmalar bittikten sonra, “siz dindar
bir cumhurbaşkanına niye oy vermediniz? Abdullah Gül’e oy vermemiş, şeyden
Demokrat Partililer. Orda iş bitiyordu, dedi. Halkı aydınlatamıyoruz, halka
öğretemiyoruz falan filan. Halk her şeyi biliyor, ama ilgili değil, öbür dünya
için yaşıyor. Onun için önemli olan oy verirken sevap işlemek. Ben nasıl sevap
işlerim, en dindar parti hangisi? Ona oy veriyor, bütün umudu Cennete gidecek
orda hurilerle ebedi saadet yaşayacak, bu Orta Çağ insanı. Onun için ben buna
homo ahiretukus dedim. Homo ekonomikus var, yani iktisat kafasıyla yaşayan
insanlar. Homo politikus var siyasi düşüncelerle davranan adam, bizimkiler homo
ahretikus.
Viyana kapılarına kadar dayanmışlar, yan gelip yatmışlar,
Osmanlı atalarımız hiç ilgilenmemişler, dünyadaki gelişmeleri, ne oluyor ne
bitiyor hiç ilgilenmemişler. Taa sonraları ll. Mahmut çıkıyor, Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa ile mücadeleleri vardı, savaşlar yapılıyor, onunla aşık
atabilmek için, “nasıl aşık atabilirim
bu adamla” diyor. Diyorlar ki, “o
yüksek okullara kuruyor, harbiye kuruyor, matbaa kuruyor, öğrencileri Avrupa’ya
gönderiyor, aman bunları yapalım, başka türlü bu adamın üstesinden gelemeyeceğiz”
diye başlıyor. 1827 de Tıp Fakültesi kuruluyor, fakat Tıp Fakültesine
öğrenci yok, doğru dürüst bir eğitim olmadığı için, önce şehir
çocuklarını topluyorlar, onlara bir ilköğretim yapılıyor, sonra onlar yetişince
onlara bir ortaöğretim yapılıyor. Ondan sonra tıp eğitimine sıra geliyor.
Mesela Harbiye-Harbokulu 1834 de kuruluyor. İlk mezunu üç yıl sonra vermesi
lazım, 1837 değil 1838 de ilk mezunun verebiliyor ancak. Çünkü çocukları
topluyorlar onlara ilköğretim orta öğretim veriliyor, ondan sonra harbokulu
eğitime başlıyor. Tabi bu büyük ıslahatçı, nedeni ne olursa olsun ll. Mahmut
büyük ıslahatçı ve Rusya’daki Petro’ya benziyor. Petro, Rusya’da muazzam
ilerlemeler yaptı. Bizim Petro’muz ll. Mahmut. Ne yazık ki arada yüz yıl fark
var. Petro 18. Yüzyılın başı, bizim ll. Mahmut 19. Yüzyılın başı, arada yüz yıl
fark var. Yani gelişme bakımından Ruslar bizden yüz yıl ileri. Böyle bir şey
düşünülebilir.
Demek ki Osmanlı atalarımız dünyadan habersiz uzun bir
zaman, feci bir şey, bunun bedelini çok ağır ödüyoruz. Bunu nasıl ödüyoruz,
bikere Rumeli elden gidiyor. Şunu şöyleyim, Avrupalıların bize bir bakışı var,
şöyle düşünüyorlar: “Anadolu ve
Rumeli Hıristiyan topraklarıdır, buraya barbar Türkler gelmişler canım Anadolu
ve Rumeli’yi işgal etmişler”, diye kafalarına koymuşlar. Bunlar
çok sabırlı adamlar, ama kafalarına koymuşlar, “bu Türkleri buradan söküp atacağız”.
Osmanlının birlikte yaşama düzeni var ya Rumlarla,
Bulgarlarla, Sırplarla, Ermenilerle birlikte yaşıyoruz ve onlara saygı
gösteriyoruz, onların kültürlerine, dillerine her şeyine saygı gösteriyoruz. Bu
Osmanlının parçalanmasını çok kolaylaştırıyor. Avrupalılar etnosantrik, yani
etnisiteyle bozmuşlar. Akılları fikirleri sen nesin? Mesela Aziz Sancar’a
soruyor, “sen nesin” diyor. “Ben
Türküm” deyince “aaa falan”
oluyor. Bekliyor ki, Güneydoğu’da, “Kürt”,
“Arap” desin, bilmem ne desin. Buna çok meraklılar, Avrupa hep etnik
gruplara göre kurulmuştur. İngiltere nasıl bir ülkedir, İngilizlerin oturduğu
bir ülke, Fransa Fransızların oturduğu bir ülke, İspanya İspanyolların oturduğu
bir ülke, Almanya Almanların oturduğu bir ülke. Irkçı oldukları için kafaları
böyle çalışıyor. Etnosantik oldukları için böyle çalışıyorlar. Onun için
Osmanlı Devleti’ni kabul etmiyor, “ne
demek Osmanlı? Osmanlı bir özel isim. Affedersiniz sizin padişahınız nece dili
konuşuyor”, Türkçe konuşuyor. “Haa siz
Türkiyelisiniz yav” diyor. “Siz
Türksünüz, ülkeniz de Türkiye” diyor. Metinde Osmanlı diye geçiyor,
Türkiye diye tercüme ediyorlar.
Onların özelliği öyle, mesela Hitler olayı etnosantrizmin uç
noktasına vardırılması yoksa Hepsi Yahudi düşmanı, hâlbuki nasıl Yahudi düşmanı
oluyorlar, insan şaşırıyor, çünkü Hıristiyanların mukaddes kitabı, beşte dördü
(4/5) Tevrat’tan ibaret. Yani Tevrat artı İncil, İncil dedikleri de İsa’nın birkaç
fraksiyonda biyografileri, İsa şöyle yapmış böyle yapmış, bunu dört kişi
yazmış, Tevrat ikisini birleştirince Hıristiyanların mukaddes kitabı oluyor.
Buna rağmen adamlar Yahudi düşmanı. İsa Yahudi idi, Hıristiyanlığı aslında o
kurmadı, Aziz Pavlos kurdu Antakya’da, kapıları açtı, aslında bir Yahudi
mezhebi olarak ortaya çıktı ve kapıları açtı, “erkeklerin sünnet olması gerekemez” dedi. Sonra kadınlara
bir miktar özgürlük tanıyorlar, itilmiş kakılmışların dini diye popüler oluyor,
yayılıyor. Tevrat’ta Yahudiler seçilmiş insanlardır. Allah tarafından seçilmiş,
sevgili kullarımsın demiş. Sünnet oluyorlar ki başkalarına benzemeyelim, diye.
Müslümanların sünnet olması onları isyan ettiriyor, “bize özgü” diye.
Kısaca, kafalarına koymuşlar, “biz bu Türkleri kovacağız, Hıristiyanlığın topraklarından kovacağız,
defedeceğiz” kafaya koymuşlar. Ama bizimkiler çok iyimserler, bunun hiç
farkında değiller. Hz. İsa da peygamberdir, Hz. Musa da peygamberdir, ama
bizimki ahır zaman peygamberi öyle bir üstünlüğü var, oysa üstünlüğü falan yok,
İbrahim’in kurduğu tek Tanrılı din. Hak dini demişiz, Hz İsa demişiz, müthiş
bir saygı besliyoruz Hıristiyanlarla Yahudilere, sanıyoruz ki onlar da bizi
böyle görüyorlar. Aynı kulübün tek tanrılı bir üyesi olarak görüyorlar. Alakası
yok onlar Müslümanlığı Budizm falan gibi alakasız bir din olarak kabul
ediyorlar, “ha bunun bir de Tanrısı var,
Allah var” diyorlar. Ve de kızıyorlar, “Yahudiliğe
ve Hıristiyanlığa benzer tarafı olduğu için, bizi taklit ediyorlar” diye de
kızıyorlar.
Türklerin Rumeli’den kovulması iki savaşla oluyor, esas
itibariyle. Daha önce ucun ucun başlamış, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı (93
Harbi) sonunda büyük ölçüde elden çıkıyor Rumeli, 1912 de de Balkan Savaşı ile.
Kurulan etnik devletler yani Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’ın ilk
talepleri, buradan Müslümanlar defolsunlar ve dolayısıyla Türklerin Rumeli’den
kovulması son derece kanlı, son derece acılı bir olay. Biz nasıl bir Ankaralı,
İstanbullu isek, Türklerin pek çoğu Selanikliydi, Manastırlıydı, Atatürk mesela
Selanikli, arkadaşların pek çoğu Rumelili vatanları, bunu bizim hafızamız biraz
zayıf, unutuyoruz. “Elveda Rumeli”
diye bir dizi çıkınca böyle bir ilgi canlanması oluyor, neye karşı. Unutmuşuz
gitmişiz. “Çok sempatik bir Rum dostum
var” diyor, falanca Bulgar iyidir” falan diyor, onlar bana nasıl bakıyor,
pek farkında değiliz. O da şöyle düşünüyor, mesela bir Amerikalı ile
evleniyorsunuz, arada da bir âşık oluyor o da size âşık oluyor, siz şöyle
düşünüyorsunuz, ben nasıl Amerika’ya saygım varsa, onun da var, yok, o bitek
sizi görüyor. “yoksa Türkler hödük insanlar” bilmem ne. “boktan bir millet”
böyle düşünüyor o evlendiğiniz Amerikalı kadın veya erkek neyse işte. Bu
bilinçsizlik Silivri’ye düşen komutanlarda da var, onlar yıllarca NATO da alt
takke ver külah Amerikalılarla, İngilizlerle, kokteyllerde, kurslarda çok güzel
dostluklar kurmuşlar, sonunda şaşırıyorlar, bu şaşkınlığı en iyi dile getiren
Kemal Gürüz oldu, eski YÖK başkanı,”ben
niye Silivri de’yim, ben Amerikancıyım” dedi. “Ben Amerikancıyım” diye şaştı kaldı. Basında çıktı, “ben Amerikancıyım ne arıyorum Silivri’de,
diye. Hâlbuki farkında değil, makbul bir Amerikancı değil. Onlar gerici
Amerikancı istiyorlar. Türkiye’nin canına okumak için bir koz olarak kullanıyor
onu. Bir ilişki olarak kullanıyor. Orta Çağ homo ahiretikusun yanında
emperyalistler var, emperyalistler bayılıyorlar onlara.
Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda yani
ll. Mahmud’un radikal ıslahatçılık yapmaya başladığı sırada Osmanlı Devleti’nin
durumu büsbütün kötü idi ve büsbütün kötüleşiyor. 1838 İngiliz ticaret
antlaşması vardır.
1838 ANTLAŞMASI İLE OSMANLI BAĞIMSIZLIĞINI YİTİRDİ
Burada kapitülasyonların özetinde birtakım
ayrıcalıklar tanınmıştır. Diyebiliriz ki Osmanlı Devleti bağımsızlığını büyük
ölçüde yitirdi, bu antlaşmaya 1838, iktisadi iflas diyorum ben buna. Osmanlının
iktisadi iflası 1838; sonra Nizip Savaşı kaybediliyor, Harbokulu kurulmuş, ama
daha yeni, ancak 14 yıl sonra mezun vermeye başlıyor. Nizip Savaşı da
kaybediliyor, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır ordusu, Osmanlı ordusunu yenilgiye
uğratıyor. Bu da askeri iflas, yani ordusu beş para etmez bir devlet durumunda
artık Osmanlı Devleti, artık Osmanlı Devleti bağımsız bir devlet değil, yarı
bağımlı, hangi devlete bağımlı, bir devlete değil, altı devlete bağımlı. Bu
altı devlet Avrupa’nın en büyük devletleridir. Yani İngiltere, Fransa, İtalya,
Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya olmak üzere altı devletin ortak yarı
sömürgesidir Osmanlı. Buna eski tabirle Düvel-i muazzama deniliyordu. Düvel-i
Muazzama’nın ortak yarı sömürgesi. Bu altı devlet müthiş bir rekabet içindeler.
Her çeşit rekabet, askeri rekabet, ekonomik rekabet, siyasi rekabet; rekabet
halinde oldukları için Osmanlı Devleti ortamı idare edebiliyor. Çünkü
İstanbul-boğazları müthiş bir gayrimenkul, acayip değeri olan bir gayrimenkuldür.
Kimse kimseye koklatmak istemiyor bu değerli gayrimenkulü, o arada da yatalak
bir hasta gibi varlığını sürdürüyor Osmanlı Devleti, zaten işte 1.Çar Nikolas
İngiliz elçisine diyor ki, “elimizde hasta bir adam var bunun mirası ne olacak”
diye bir laf var. Ondan sonra yapışıyor bu hasta adama, Osmanlı Devletini büyük
devletlerin tepişmesi sayesinde biraz yaşıyor; her zaman tepişmiyorlar ki,
tepişmeyince Osmanlı Devleti ayvayı yiyor, yani onların dediği oluyor.
Sonra Osmanlı’nın iflasını 1854
de borçlanma başlıyor ve iflas ediyor, borçlarını ödeyemez hale geliyor.
Osmanlı borç alırken, paraları çarçur ediyorlar, saray yapıyorlar, saray
kadınlarına takı oluyor, maaş, ulufe derken hazine iflas ediyor. Büyük
yatırımlar demiryollarına yatırılıyorsa da, demiryollarına azar azar, daha çok tüketime, silaha gidiyor. Mesela
Abdülaziz savaş gemilerine bayılıyor. Gemilere bakıyor, “ne güzelmiş ay bundan da isterim” diyor. İhtiyacın var mı, buna
uygun subayın, deniz personelin var mı?
Kadınlar da eskiden saraydan
çıkamazlardı, Tanzimat’tan sonra serbestçe çarşıya gidiyor, serbestçe kuyumcuya
oturuyor, gerdanlıktı, küpelerdi derken, kıza, şuna buna takı hesabı, kuyumcuya
“hesabı saraya gönder” diyor. Hesap
saraya gidiyor, saray da hükümete havale ediyor; hükümette aldığı borç
paralarla bunu ödüyor. Kuyumcuların çoğu zaten yabancı kökenli Yahudi, Ermeni,
Rumlardı.
Bu da 1875 de mali iflas, Duyunu
Umumi kuruluyor; vergilerin önemli bir bölümünü devlet toplamıyor, uluslararası
kuruluş Duyun-u Umumi topluyor, kendi alacaklarını kendileri topluyor. Durum
şimdiki Türkiye gibi. Reji-tütün idaresinin köylüden vergi toplarken kendi
memur ordusu var, reji kolcuları özellikle tütüne, öteki ürünlere el
koyuyorlar.
1908 OSMANLININ 1789 UDUR
Demek ki Osmanlı atalarımız geç
kalmışlar devrim yapmakta. Sonunda yapıyorlar, 1889 da yani Fransız Devrimi’nin
yüzüncü yılında İttihat ve Terakki kuruluyor. İttihat ve Terakki, okumuşların,
mekteplilerin “bizim parti”. İttihat ve Terakki Partisine öyle iftiralar
yapılmış ki, bunun adını söylendiği zaman halkta kötü bir şey olarak
anlaşılıyor. “O bizim parti, o biziz, o “homo ahiretus” değil artık .Bu
gençler, üniversiteyi okuyanlar Orta Çağ insanı değil. İttihat ve Terakki
güçleniyor, olaylardan sonra 1908 de Milli demokratik devrim başarılıyor. 1908 İKİNCİ MEŞRUTİYETİN İLANI
TÜRKİYE’NİN 1789 UDUR (Fransız İhtilalı’nın), yeniçağa girişidir. Bu
gençler iktidara el koyuyorlar ve Avrupalılar ilk başta alkışlıyorlar, “bravo ne güzel devirdiniz Abdülhamid’i”.
Abdülhamid’i sevmiyorlar, Almanlarla yakınlıkları var diyerek, Ermeni meselesi
dolayısıyla Abdülhamid’den hoşlanmıyorlar, onun için çok alkışlıyorlar İttihat
ver Terakkiyi. Alkışlıyorlar ama gençlerin iddiası var, nedir o iddia, “hasta adam”ı ayağa kaldıracağım,
Osmanlı Devletini düzelteceğim”. Eyvah, hâlbuki onlar Osmanlı Devletini bir “yılbaşı hindisi” olarak
görüyorlar, “budunu mu yesek, göğsünü
mü yesek, orasını mı alsak, burasını mı alsak diye düşünürken, bunlar başarılı olursa hayalleri
gerçekleşemeyecek, hemen aleyhlerinde çalışmaya başlıyorlar. Hemen dediğim
dokuz ay sonrasında 31 Mart olayını İngilizler tezgâhlıyorlar, başaramıyorlar.
İttihat ve Terakki yıkılıyor ve tekrar canlanıyor, Hareket Ordusu Selanik’ten
geliyor ve şehirde isyanı bu “ahretikusların” ayaklanmasını bastırıyor. Fakat
bunlar kafaya koymuşlar, “bu İttihat ve Terakki bizim için çok tehlikeli, çok
fena” diye kafaya koymuşlar 1911 de Trablusgarp Savaşı İtalya’ya karşı;
diyorlar ki “git Trablusgarp’ı al”, ondan sonra İtalyanlar hücum ediyor.
Bu arada İngilizlerle Ruslar
Balkanları örgütlüyorlar. Ruslarla İngilizler birlikte yaşayan Balkan
Milletlerini örgütleyince 1912 de Balkan Savaşı patlak veriyor. Balkan
Savaşı2nda Osmanlı orduları müthiş yenilgilere uğruyorlar, dört tane meydan
muharebesi var, dördünü de kaybediyor Osmanlı. Sonuç olarak bir Balkan Savaşı
daha çıkıyor kendi aralarında. O sayede Edirne’yi kurtarıyoruz, Meriç sınır
oluyor. Rumeli’den Türkleri kovmak istemi büyük ölçüde gerçekleşmiş oluyor.
Ondan sonra dünya savaşı var,
dünya savaşında da, “0 hindiyi nasıl
yiyeceğiz” meselsinde arka plan da hep o var. Savaşta bir taraf yeniliyor,
yenilen bizim taraf oluyor, Almanların tarafı oluyor,
Birinci Dünya Savaşındaki
antlaşmalar çok sert antlaşmalardır. Almanya’ya, Bulgaristan’a, Yunanistan’a
yapılan antlaşmalar çok sertti. Osmanlı’nın Sevr Antlaşması sert değil, yok
edici. Sevr Antlaşması’nın dediği şu,
“sizi Rumeli’den kovduk, şimdi de Anadolu’dan kovuyoruz”. Fakat bu
kolay bir iş değil. Çünkü onların kafasındaki model Anadolu’nun yarısı
Yunanistan, yarısı Ermenistan, Türkler de buharlaşacak herhalde bir yerlere
gidecek, bir kısmı öbür dünya olmak üzere buharlaşacaklar, ama yarısı
Ermenistan, yarısı Yunanistan olacak. Ama Yunanistan ve Ermenistan çok zayıf
devletler, küçük devletler, bu büyük lokmayı hazmedebilmeleri biraz vakte
bağlı, vakit geçmesi lazım. İşte Sevr Antlaşması onu planlıyor. Sevr 433 madde,
son derece ayrıntılı bir antlaşma, Anadolu’dan bizi kovacaklar hesapça. Şimdi,
tabi bu olmuyor, Türkler silaha sarılıyor, Atatürk gibi bir önder buluyorlar,
milli bir mücadeleye giriyorlar. Aslında Milli Mücadeleyi biz İngiltere, Fransa
ve İtalya ile yapacaktık. Ama savaşta o kadar yorulmuşlar ki, kadar kan
dökülmüş ki, dünya savaşında hepsi o kadar kayıp vermişler ki, on milyonlarca
insan ölmüş, hal kalmamış, sonra borca batmışlar, buraya kadar, onun için
kendileri gelip yapamıyorlar. “Ha” diyorlar, “bu işi bizim Yunanlılar yapar”,
diyorlar, taşeron olarak bu işi Yunanlılara veriyorlar. İşte onun için Milli
Mücadelemizi Yunalılarla yaptık. Mudanya Mütareke Konferansında İsmet Paşa
karşısına Yunanlılar çıkmadı, Bir İngiliz, bir Fransız, bir İtalyan generalleri
çıkmış, onlarla müzakere ediliyor. İsmet Paşa diyor ki, nerde Yunanlılar,
mütarekeyi üç devletle yapmışız. Bir de ayrıca Ankara Antlaşması var.
İngiliz delegesi Harıngton diyor
ki, “boş ver onları”. Mudanya açıklarında Yunanlı bir temsilci bekliyor, hiç
görünmüyor, masada yok, sonra mütareke yapılıyor, götürüyorlar Yunanlı
delegeye, “oo” diyor, “rezalet” diyor, çünkü Doğu Trakya’yı teslim edecekler,
“nasıl olur” vs bisürü sorun çıkarıyor, “imzalamam” diyor. “Hadi ordan sen de” diyorlar, belki itip
kaktılar da, sonra o da imza ediyor.
ATATÜRK DEVRİMİ
Atatürk Devrimi şıklık olsun diye
yapılmadı, hoşluk olsun diye yapılmadı, “Atatürk, ah Sofya’da opera görmüş,
baloya gitmiş, ay ne güzel demiş, halkım da böyle şeyler yapsa demiş”, gibi
anlatılanlar var. “Paris’e gitmiş
operayı görmüş, ay ay ne güzel” demiş, gibi; Atatürk sanki Noel Baba gibi
halkına güzellikler dağıtıyor; böyle bir anlayış var. Atatürk, Türklere iyilik
olsun diye devrimleri yaptı”; hayır, devrimler, Türklerin başına bir daha bir
Sevr gelmesin, diye yapıldı. Yani “Türkler homo ahretikusluktan kurtulsunlar,
adam olsunlar, çağdaş, çağcıl, modern insanlar olsunlar, modern insanlar
olurlarsa yeni bir Sevr’e karşı koyarlar, bütün devrim olayı budur.
Tabi gericiler olarak şekilci,
“ay kravat falan filan, hayır ne hoşluk olsun diye, ne züppelik olsun diye
değil, bir daha Sevr’le karşılaşmamak için, karşı karşıya kaldığında da adam gibi
karşı koyabilmek için, çünkü Ahret homoahretusluk gibi zavallı adam direnemez,
ne kadar iman sahibi
Direnemez, silahtı şu bu
teknoloji, yeni bir Sevr’e karşı direnebilmek için, Türkleri Orta Çağ’dan
kurtarmak için, Türkler bir an önce Orta Çağ’da çıksınlar da modern, çağcıl
insanlar olsun diye yapıldı. İşler böyle giderken, Türkler homo
(Burada Moderatör Nazım Mutlu, araya girerek, “hocam biraz da
Cumhuriyet’e doğru gelelim, çünkü başlığa göre asıl konumuz o)
Konuşmacı Sina Akşin, “tamam
oraya geliyorum” diyerek konuşmasını şöyle sürdürdü” “Ahiretikusluktan kurtulurken, Orta Çağ’dan çıkarken birden bire müthiş
hata yapıldı. Müthiş bir hata, ölümcül, öldürücü bir hata yapıldı, bu hatayı
İsmet İnönü yaptı. İsmet İnönü 1945 de Ruslardan korktu, korkacak bir şey
yoktu, zavallı Ruslar perişan, savaşta 20 milyon adam kaybetmişler, dümdüz
olmuş Rusya’nın en verimli toprakları Ukrayna bölgesi bilhassa, mahvolmuşlar,
orda Stalin diyor ki “Kars, Ardahan, Artvin’i isterim” diyor ve İnönü paniğe
uğruyor, İnönü, çünkü İnönü’nün böyle bir kusuru var. Zaman zaman paniğe
uğrayabiliyor, müthiş bir adam. Çok nitelikli büyük bir devlet adamı, nitelikli
insan, ama müthiş de bir kusur var, panikleyebiliyor, panikliyor, Amerika’ya,
İngiltere’ye şirin olacağım diye çok partili sistemi getiriyor, 1945 de. Köy
Enstitüleri Kanunu çıkalı beş yıl olmuş, toplum beş yılda değişmez, toplumu
değiştirecek olan asıl Köy Enstitüleri idi; Köy Enstitüleri değiştirecekti homo
ahiretukusu. Çok partili sistemi getiriyor, ondan sonra 46 da hileli bir
seçimle CHP kazanıyor ama 50 de kaybediyor, ondan sonra HP hiçbir zaman
iktidara gelmemiştir. Sandıktan CHP çıkmaz, çıkmıyor. Çünkü o karar yanlış
zamanda alındı, toplum dönüşmeden, adam olmadan, çağcıllaşmadan, çağcıllaşma
süreci yol almadan İnönü böyle bir karar vermiş..
Aldatmaca da var işin içinde,
demokrasi gelecek deniliyor, demokrasi, demokrasi diye sunuluyor. Demokrasi ile
çok partili sistem arasında hiçbir ilgi yok. Demokrasi özgürlük ve eşitliğin
bulunduğu bir siyasal rejimdir, eşitlik ve özgürlük.
Çok partili sisem, zaman zaman
seçimler yapılacak, özgür bir basın olacak; sandıktan ne çıkacak, sandıktan
Hitler çıkabiliyor, bizde hep Orta Çağ çıkıyor. Hâlbuki Orta Çağ’ı
N hiçbir demokratik tarafı yok. Orta Çağ demek, cehalet
demek, dayak demek, kadınların itilip kakılması demek, yani korkunç bir
rejim. Batılılar da “bravo” Ne güzel siz
demokrasi yapıyorsunuz diyorlar. “Ah ah bir de Araplara öğretebilsek”, diye.
Biz de şişinip şişinip böyle niye, gelen demokrasi. Demokrasi ile üç sistem arasında
hiç fark yok. Demokrasi, siyasal
rejimdir, eşitlik ve özgürlük. Zaman zaman seçimler yapılacak, özgür bir basın
olacak, bu mekanizma, sandıktan çıkana bak. Sandıktan ne çıkıyor, sandıktan
Hitler çıkabiliyor, mesela. Almanya’da Hitler çıktı. Bizde hep Orta Çağ
çıkıyor, hâlbuki Orta Çağın hiçbir demokratik tarafı yok, Orta Çağ demek
cehalet demek, dayak demek, kadınların itilip kakılması demek, yani korkunç bir
devir, hep Orta Çağ çıkıyor bizden. Biz yanılıyoruz, bu demokrasidir diyoruz.
Batılılar da bize, “bravo diyorlar, siz
demokrasi yapıyorsunuz” diyorlar. “Ah
bunu bir de Araplara öğretsek” diyorlar, biz de şişinip şişinip, biz
demokrasiyiz, onlar değil” falan diye, bu demokrasi memokrasi filan hikâye.
Bakın Atatürk zamanında tek partiydi değil mi? Bütün o canım dönem tek partiyle
yönetildi. O zaman Almanya’da Hitler çıkınca 142 Alman profesörü kalktı
Türkiye’ye geldi, Türkiye’ye sığındı ve Türkiye’de çalışamaya başladılar. 12
sene savaşın bitimine kadar, 1945
in sonuna kadar Türkiye’de çalıştılar. Türkiye
diktatörlük falan olsa idi gelirler miydi, 12 yıl çalışırlar mıydı?
Çok partili sisteme geçtik,
derhal bırakın dışarıdan akademisyeni kabul etmeyi, kendi adamlarımız yedik;
Siyasal Bilgilerden dört tane pırıl pırıl bilim insanı atıldı, üniversiteden
atıldı. Yani çok partili sistem gelmiş, ama demokrasi yok. Tek parti döneminde
demokrasi var aslında. Atatürk dönemi demokrasi dönemidir, kadınların saygı
gördüğü eşit kabul edildiği dönemdir. Bir dönem medeni bir ülke olarak kabul
ettikleri Türkiye’ye sığınıyorlar. Almanlar büyük bir yığın halinde Türkiye’ye
sığınmışlar. Demek ki uygar bir ülke, demokratik bir ülke olarak görmüşlerdi.
Çok partili sisteme geçmişiz, fakat demokrasiden sıfır. Nazım Hikmet’i ret
ediyoruz o çok partili sistemde. O büyüklükte bir şairimiz yok, oysa
demokraside eşitlik, özgürlük hani ya özgürlük, Nazım Hikmet’in şiirleri
görünmesin mi? Adı bile anılmıyordu, Rus Salatasının adı bile değişti, Amerikan
Salatası oldu. Hürriyete bak, Hürriyetin H si yok; yaşadığımız demokrasi değil bu,
karşı devrim.
KARŞIDEVRİM 1950 DEN BERİ
TÜRKİYE’YE HÂKİMDİR.
Karşıdevrim 1950 den beri Türkiye’ye hâkimdir. Dört adımla
başardılar, yaptılar bunu. Karşıdevriminde Halkevleri kapatıldı 1951 de, 1954
de Köy Enstitüleri kapatıldı, Sonra bol bol İmam Hatip Okulu açıldı. Öğretmenlik
ikinci sınıf meslek durumuna düşürüldü. Atatürk döneminde en
makbul meslek öğretmenlikti. Halkevlerini de
öğretmenler yaşatıyordu. Beden eğitimi öğretmeni Halkevine geliyor orda eskrim
kursu yapıyor, futbol, basketbol neyse.
Bu dört adımla Türkiye’ye karşı devrim geldi. Karşıdevrim bizi nereye
götürüyor, ama 1950 den beri durum böyle, istikamet şeriat diktatörlüğü, şeriat
diktatörlüğü, yani kadınlar sokağa çıkamayacak, örtünmek zorunda kalacaklar vs
böyle bir süreç ülkeyi geriye doğru götürüyor”.
Karşılıklı soru ve tamamlayıcı açıklamalarla konferans sona
erdi.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
ckulaksizster@gmail.com
DİPNOT
[i]
Prof. Dr. Sina Akşin
“-2004 yılından beri Siyasal bilgilerden
emekli. Robert Koleji, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. Bir bursla Amerika’da
yüksek lisans için bulunuyor. 68 İstanbul Edebiyat Tarihi Son Çağ Tarihi
Doktoru unvanını aldı, 69 da An. Ün. Siyasal Bilgiler Fakültesinde Türk Siyasal
Tarihi bilim dalında asistan oldu. Aynı fakültede 75 de doçent, 89 da profesör
unvanını aldı. Fakültesinde Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı, Öğretim Elemanları
Sendikasında kurucu genel başkanlık, Atatürkçü Düşünce Derneğinde Yönetim
Kurulu, Ulusal Eğim Derneği Yönetiminde de bulundu. 31 Mart Olayı, Jön Türkler
İttihat ve Terakki, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Türkiye’nin yakın
tarihi- 1789-dan 1980 kadar. Ana Çizgileri ile Türkiye Tarihi, Sevr’de Ölüm,
Türkiye’nin önünde Üç Model, Türk Tarihi 5 cilt gibi eserleri var.
Yorum Gönder