Kul-Reaya-Tebaadan Millete, Milletten Halka, Halktan
Ulusluğa
dinini diyanetini öğrensin”“size Türk’ümsün Müslüman mısın, diye
sorsalar ne diyeceksiniz”. Biz de, kimimiz “Türküm”,“Müslüman’ım”
deyince, hoca bize şöyle dememizi öğütlerdi, “Türklükten önce İslam veya
Müslüman ümmetindenim”, diyeceksiniz”
ey ümmet-i Müslüman, filan gâvura
savaş ilan edildi” filan, diye çağırırdı.
Türk Ulusu, Müslümanlığı kabul
etmezden önce, daha bir özgür, daha bir eşitlik içinde idi;
Türkler, sekizinci
ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslüman olduktan sonra, Arap ve Arapça baskısına
maruz kaldı. Hele 9. 10.11. yüzyıllarda
üç yüz yılda, çağına göre Türk ve Müslümanlar bilimin zirvesinde yaşıyorlardı.
İçlerinden çıkan bir İbn-i Sina, çağların en büyük tıp adamı olarak tanınmış,
Avrupa’nın hayranlığını kazanmış, onun yazdığı tıp kitapları Orta Çağ
Avrupa’sında üç yüz yıldan fazla tıp okullarında ders kitabı olarak
okutulmuştu. Bu dinsel kökenli ve hurafe ile yoğrulmuş Osmanlı-Türk toplumu,
bir İbni Sina kadar, dünyayı, Avrupa’yı etkileyecek bir bilim adamı çıkaramadı.
Çünkü toplum, padişahın, halifenin, ulemanın baskısı ile yaratıcı gücü
azaltılarak padişaha bağlı mankurta benzer “kul” olmuştu.
Türkler Müslüman’lığa
bağlandıkça, din sevgisi ve din
bağımlılığı ile Arap ve Arapça baskısı bundan kaynaklı hurafe artıkça yavaş
yavaş bilimden uzaklaşılmaya başlanmıştı. Süreç içinde her hurafe dini kural
sayıldığından toplumda bir kaos, gerilik, ayırımcılık oluşmaya başlamıştı.
[i]kullarım”, halk da
padişaha “padişahım biz kulların…”
Halifelik Osmanlıya
geçtikten sonra, Yavuz Sultan Selim’le başlayan göçebe Alevi-Avşar
Türkmenlerine baskı ve saldırılar korkunç derecede artmış, Osmanlı
kaynaklarlına göre 40 bin insan katledilmişti.
Osmanlının bu baskı ve saldırılarına başkaldıran Alevi-Avşar Türkmenleri
Osmanlı baskı ve hurafesine karşı 300 yıl direnmiş, Toros zirve ve eteklerinde
devletten uzakta göçebe yaşamışlardı. Bu göçebe Türkmen-Avşarlar Osmanlıya kul
olmak istemiyorlar, kendi dil ve kültürlerini devletten uzakta yaşatıyorlardı, ama gittikleri yerleri talan ederek.
Osmanlıda “Türk”
nefreti, Türkmen’e, Avşarlara karşı duyulan düşmanlıktan doğmaktadır. “Türk” adı, önceleri yalnız göçebe Türkmenler için
hakaret anlamında kullanılırken, sonraları tüm Türklere yönelen bir dışlama ve
nefrete dönüşmüştü. Türkler devlet yönetimine alınmıyorlardı. Osmanlı
padişahları bile Türk kadınları ile evlenmiyorlar, dışarıdan getirttikleri
Hıristiyan kadınları ile evleniyorlardı.
Onun için padişahların çoğunun eşleri Hıristiyan kökenlidir. Bu nasıl
devlet ki askeri ve devlet bürokrasisindeki yöneticiler devşirme yabancı iken,
eşleri de yabancı, kendi öz halkı “kul” idi.
Türk nefreti,
Türkmen’e, Avşarlara karşı duyulan dışlanmışlık yanında, Mevlana Celalleddin’in oğlu Veled Çelebi,
Sultan Mesut’a Türkmen kırımı önerir.
Can korkusundan mağaralara, ormanlara saklanan bu göçebeler için “alem
yıkıcı” nitemini kullanır ve şu öğütte bulunur:
“-Onlar öyle zarar
vermişlerdir ki, şahım, sakın sen onlara acıma; halkının yaşamasını istiyorsan
onların tümünü kurban et”. Bu nedenle Fatih’in, Yavuz’un savaşları, Türkmen’i
yok etme savaşlarıdır”.[ii]
HALKIM
Padişahlar, Türk halkını devlet yönetiminden, saraydan
dışlıyor, baldırı çıplak bir toplum olarak görüyordu.
Bir gün Abdülaziz alay köşkünde otururken, bir yerden
yangın mı ne çıkmış ne, halk oraya doğru koşuşmaya başlamış; pencereden onları
seyreden padişah, başmabeyincisine,
“-Millet millet dediğiniz bu baldırı çıplaklar mı” demiş.
Başmabeyinci de,
“-Evet, efendimiz”, diye yanıtlamış onu,
bundandır, sizin donanmanızı, trenlerinizi, fetvalarınızı yürüten,
fırınlarınızı işleten, kumaş dokuyanlar bunlardır”.
“baldırı çıplak” basit bir “kul” olarak görürken, halk da
kendini padişaha karşı tartışmasız biat eden “kul” olarak
görüyordu. Devlet büyükleri, vezirler, memurlar ve de halk, padişaha-Osmanlı
katına bir rapor, bir maruzat bildirirken, adının başına “kulunuz” filan
diye imza atıyordu. Padişaha karşı halk kendini “kul”
Osmanlıda
“Millet” bilinci geliştirilmedi, ümmet bilinci dinsel düşünce birliği için
yaygınlaştırılmıştı. Onun için halk bu ümmetten kaynaklanan dinsel baskı ile
yönetiliyor; halk anlamadığı Arapça ibadet, Arapça Kuran ile öğrenmeye
zorlanıyor, cahil din adamları eliyle de sanki dinsel kuralmış gibi hurafeler
üretiliyordu.
Osmanlı
öylesine garip bir devlet ti ki, ordusu devşirme, devlet bürokrasisindeki
görevliler devşirme, asıl Türk halkı ise
“gobat
Türk” diye Türkler, “gobat
dil” [iii]
diye ana dil Türkçe dışlanıyordu. Padişah ve Osmanlı bürokrasisi Türk halkını “Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler…”
diye aşağılıyordu. Acaba, dünyada kaç devlet böylesine kendi öz halkını,
öz dilini kötüleyip küçümsemiştir. Kendi
öz ana dilinden yozlaşan, ana dili horlanan bir toplum devletini de doğal
olarak yadsımaya başlar.
MİLLET
BİLİNCİ
Türk ordusu Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul’u kurtardığında,
ordunun başında kente giren Refet Paşa (Bele) Kadıköy Kaymakamlığı’nın
balkonundan halka seslenmişti; yeniliği ve millet sevgisini halka tanıtmak
için, “milletim” diye halka hitabetmişti. Sonraları özellikle halka şirin
görünmek isteyen politikacılar, “milletim”,“benim
milletim”, “benim
halkım” demeye devam
etmişti. [iv]
Türkler aydınlanmanın gereğini Cumhuriyet’le algılamaya
başladı. Çünkü bunun için, her şeyden önce,
Tanrı Devleti’nden Dünya Devleti’ne geçmemiz gerekiyordu. Cumhuriyet’in laik olması ile aydınlanma sıkı
bir birliktelik içindedir ve kendini başlıca eğitim alanında gösterir. Ancak,
laik bir eğitim inanma ve araştırma özgürlüğünü sağlayabilir. Prof. Macit Gökberg, Osmanlı Devleti’nin
yoksun olduğu üç öğeyi, çok yerinde olarak, şöyle saptıyor: Eleştiriye açık
olma yani Osmanlı yönetimi eleştiriye açık değildi; ümmet yapısından kurtulup
uluslaşma, Osmanlının devleti sözde bir Türk Devleti idi, ama devlet Türklüğü
asla benimsemiyor, din birliği yani ümmetçiliği ön planda tutuyordu. Sanayi
uygarlığına geçme için hiçbir çaba yıktı, Osmanlı böylece bir sanayi oluşturamamıştı.
[v]
Ortada
bir iddia varsa, bir de onun karşı iddiası olmalıdır. Olmalıdır ki, gerçekler
ortaya tartışarak çıkabilsin. İşte gerçeği arayanlara,
“Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler…” deniyor, halk susturuluyordu.
iktidarı da, günümüzde
gerçekleri yazan, söyleyen insanları, gazeteleri, medyayı susturuyor, Etrâk-ı bî
idrâk = İdrâksiz Türkler…” demiyorsa da, oradan buradan TC yi kaldırıyor, muhalifleri
hapse atıyor.
Bu
ve benzer konulardaki anlayışımızı tekrar edersek, görüşler iddia ve karşı
iddiaları ile birlikte sergilenmekte, karar okuyanın bilgi-deneyim ve
özümsenmesine bırakılmaktır.
Biliriz
ki, Su –Bilgi- döküldüğü kabın şeklini almakta, rüzgâra ıslık çalınmamaktadır!
…
Konuya
aşağıda uzun yıllardır Web ortamında dolaşan ve Halk Âşıklarına ait iki ayrı
dörtlükle başlanmaktadır.
Bu
dörtlük gerçeğinde diğer örnekle birlikte, vergi konusunda halkın bir
serzenişidir.
Ancak, iddialarda görüleceği gibi, kasıtlı ve
çarpıtılarak değişik maksatlarla kullanılmıştır.
Osmanlı
Devleti’nin gerileme dönemine kadar son Türk soylu sadrazamı Çandarlı Halil
Paşa idi ve oda devşirme kökenli vezirlerin de etkisiyle Fatih Sultan Mehmet
tarafından boğdurulmuştur. Böylece Osmanlı Devletinde başta sadrazamlık olmak
üzere üst düzey yönetimi, Türk kökenlilerin elinden çıkıp Hıristiyan kökenli
devşirmelerin eline geçmiştir.
Osmanlı
sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi’nin 1499 yılında yazdığı
şiirin bir kıtası şöyledir:
“Sakın
Türk’ü insan sanma
bir an bile olsa Türk’le olma
Türk eline şeker olsa, o şeker zehir olur
Türk’ün başını keserken sakın gam yeme
baban bile olsa Türk’ü öldür”.
bir an bile olsa Türk’le olma
Türk eline şeker olsa, o şeker zehir olur
Türk’ün başını keserken sakın gam yeme
baban bile olsa Türk’ü öldür”.
…
Osmanlı
toplum düzenini eleştiren Halk âşıklarının (Anonim) serzenişlerinden birkaç
mısra:
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok biçen de yok
Yiyende ortak Osmanlı
Yine,
Zileli Talibi’nin:
Talibiyim kurtulmadım çileden
Mültezimler öşür alır kileden
En doğrusu kaçmak imiş Zile’den
Hiç gelmemek Nurun ala nur imiş
Dizeleri,
Osmanlı döneminde baskı ile vergi alınışını dile getiren söyleyişlerin en açık
örnekleridir. [vi]
Osmanlı kendi öz halkını böylesine dışlarken, Türk halkı da, kendi devletini
yukarıdaki dizelerle yadsıyor, Osmanlıyı kendinden görmüyordu.
…
“Modern Türkiye’nin Tarihi” İsimli
eserin yazarı Bernard Lewis bakınız bu konuda ne demektedir?
-“Türk
kimliği yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker
toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve
töreleri ile yaşamıştır. Zaman içerisinde Türk yöneticisine o denli
yabancılaştırılmış ki, kimi kez
Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış. “Türk”
sözcüğü, Anadolu köylüleri için ve üstelik onları aşağılamak ve küfür yerine
kullanılır olmuş. (Irki bir anlam
taşımayıp, sadece cahil köylüleri aşağılamak için söyleniyor.)
…
Günümüzden
ilginç bir örnek;
-“Ulan öküz, Anadolu’lu Sana mı kaldı?”
CHP’nin
Tek parti dönemindeki Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, sert ve otoriter bir
yöneticiydi. Atıyla ve elinde kırbacıyla Ankara sokaklarında adam dövdüğü bile
konuşulurdu.
Sabahattin
Ali ile Nihal Atsız’ın dergi köşelerinde başlayan ve Atsız’ın Başbakan
Saraçoğlu’na yazdığı ünlü mektupla hareketlenen sokaklar belki de ilk kez sağ
ile solu karşı karşıya getirmişti. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa ise hem sağa hem de
sola darbe vurma hazırlığındaydı.
Halen
Türkçülük günü olarak kutlanan 3 Mayıs günü milliyetçi gençler Ankara
adliyesine gelirken ve mahkeme çıkışı gösteriler yapmışlar ve başbakanlığa
kadar yürümüşlerdi. Bu gösterilerin başrolündeki isimlerden biri de Osman
Yüksel Serdengeçti’ydi. Serdengeçti polis tarafından yakalanmış ve Ankara’nın
valisi ünlü Nevzat Tandoğan’ın huzuruna çıkartılmıştı.
Vali
Tandoğan’ın eylemci Serdengeçti’ye söylediği söz Türk siyasi yaşamının
unutulmazları arasına girmişti.
-“Ulan öküz, Anadolu’lu! Sana mı kaldı Türkçülük? Bu memlekete komünizm de lazımsa biz getiririz
Türkçülük lazımsa da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var. Yani halkımız bir
şey bilmez, her şeyi devlet baba, mütegallibe, yukarıdakiler getirir. Bu söylem
ve algı Osmanlı’nın Türk halkına bakışının ta Cumhuriyet’e yansımasıdır.
Birincisi çiftçilik yapmak, ikincisi çağırdık mı askere gelmek!” [vii]
“Atatürk de bir
hatırasını şöyle anlatıyor;
”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap
binbaşısının “Kavm-i Necip evladına
sen nasıl kötü muamele yaparsın” diye bir Türk askerini tokatladığı bir Anadolu
çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle
duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu.
Benim hayatta yegâne fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” [viii]
OSMANLI TÜRK’E “EŞEK TÜRK” DERDİ.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şu bilgileri veriyor;
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şu bilgileri veriyor;
“Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir
adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen
yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme!
Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep
olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan
başka hiç bir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti”(sf 34).
”Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce
milletleri siyasi idaresine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı
sınıf haline geliyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını,
idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf
birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı
kendini millet-i hâkime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türklere
millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı
ile bakardı. Osmanlı Türk’e
daima eşek Türk derdi…”
(sf 27).
Falih
Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde şunları yazıyor:
“Kendime
ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk,
kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş
dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Onu
ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak
Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya
girer, ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık.
… Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
… Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
“PADİŞAH DA TÜRK”
Ahmet
Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880 de) ilçeleri teftişe çıkıyor.
Paşa,
uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı
cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını
gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, “hangi milletten” olduğunu
ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek
bir sesle, ”Ben Türküm Efendim” diyor. Bunun üzerine Paşa “Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun? Türk
olmak kabahat mı? Bak ben de Türküm” diyor. O titrek ihtiyar birden
canlanarak, “Sahi sen de Türk müsün? Demek
Türk’ten Paşa da olurmuş ha” diye sevinçle karışık hayret ifade
edince, Vefik Paşa “Paşa da kim oluyormuş,
Padişah da Türk, Padişah da” diye haykırıyor. Sonra, imparatorluğun
iki dertli ihtiyarı, sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp,
Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.[ix]
Şair
Fuzuli bir şiirinin son beytinde şöyle diyor:
“Fuzuli,
gökten yere insen sana yer yok
Yürü var gel, ya Araptan ya Acemden”
Yürü var gel, ya Araptan ya Acemden”
Osmanlı,
çağın gerisinde kaldığını, Ümmet ve Şeriat birlikteliğine karşın, çok büyük topraklarını kaybetmesini görünce,
Türklük bilincine, kendi özüne dönmeye başlamış,
Osmanlı
Anayasasının 18. Maddesinin Türkçe’yi resmi dil olarak kabul etmesi ile
Türklüğe önem vermeye başlamıştı. Ama
öte yandan, Osmanlı Sadrazamlarından
Ermenilerin katlettiği M. Sait Halim Paşa’nın
“bir Müslüman’ın vatanı, Şeriatın hüküm sürdüğü yerdir” şeklinde söz söylemesi ‘ulus’ bilincinin
pekişmesine epey bir zaman kaybettirmişti. [x]
Osmanlının
Anadolu Türklerine yaptığı zulümün listesi daha böyle uzar gider. Biz ise
kendimizi, kendini Türk saymayan hatta Türklüğü aşağılayan, bilime ilgisiz
kalan bir hanedanın ve devletin torunları olarak günümüzde bile hala Osmanlı
özentisi içindeyiz. Bunu en başta gerici AKP-RTE iktidarı yapmakta. Bakıyoruz,
tıpkı bir vurucu güç olan eski “Ülkü Ocakları” gibi, “kefenli liderin kefenli
askerleriyiz” sloganları atan (yani saldırı ve terörü simgeleyen) “Osmanlı
Ocakları” kurduruyor; Osmanlıspor’u kurduruyor vb.
Osmanlı
tarihinde Fatih sonrası Osmanlı balkan devleti Rum, Yahudi, Gürcü, Ermeni, Rus,
Fransız köklülerin yönettiği bir yapı haline gelmiştir bu da Hıristiyanların ve
Yahudilerin işine geliyordu zaten bu yüzden 600 yıl ayakta kalabildi. Ne mutlu
ki Atatürk ve onun silah arkadaşları, Türk Milletinin en ihtiyacı olduğu anda
çıktılar ve bizi Osmanlının köleliğinden, kendimizin efendiliğine, TC nin eşit
vatandaşlığına; ümmetten millet olmanın bilincine, atalarımız ve Türk olmamızla
gurur duyduğumuz bu günlere getirdi. [xi]
Atatürk,
asırlar boyu ezilmiş, kendi kaderine terk edilmiş, Türk halkına Türklük bilinci
aşılıyor, vatan-millet, bağımsızlık, özgürlük duygularını ateşleyerek, 7 düvele
karşı mucize zaferleriyle yeni bir vatan yaratıyor.
Başta laiklik, Cumhuriyet ve diğer tüm çağını aşan devrimleriyle halkın, bilgi, kültür düzeyini yücelterek engin sağduyulu, özgürlük ve bağımsızlık inançlı bir millet yaratıyor.
2002’den sonra sistematik olarak tüm bu duyguları yok ediliyor, “Türk yok, Türkiyelilik var” diyor, “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve Türklük andını yasaklıyorlar. TC Kurumlarından “TC” yi kaldırıyordu. Leyla Zana bile, milletvekili yemininden “Türk Halkı” nı söylemiyor, “Türkiye halkları” diyordu. RTE-AKP iktidarı özledikleri Osmanlı gericiliğine dönmek için böyle girişimde bulunurken, Zana gibi bölücüler de, “Türklük bilincini dışlayarak, ülkeyi bölmek için işaret fişeğini yakıyordu.
Cehalete mahkûm ettikleri halk artık çağdaş uygarlık dünyası yerine Ortadoğu’nun bedevi dünyası ve ortaçağın karanlık dehlizlerinde yaşamayı yeğliyor.
Atatürk’ün asrın yıldız ülkesi Türkiye, artık dünyadaki güven ve saygınlığını, geleneksel hars ve hasletlerini kaybetmiş, adeta dünyadan dışlanmış bir konuma getiriliyor.
Devletin imamlaşması, eğitimin mollalaşması, demokrasinin ve hukuk devletinin yok edilmesi için AKP-RTE gerici iktidarı var gücü ile her türlü dini simgeleri kullanmaya başlamıştı. Oysa dünyada dinsel devletle kalkınan hiçbir ülke yoktu, dini kullanan, dinci perdesi altına baskıcı ve demokratik olmayan yöntemle yönetilen İslam ülkeleri, çağın gerisinde kaldığı gibi, dünya kültürünün başına bela olan her türlü terör ve teröristler böylesine geri kalmış ülkelerden çıktığını görmekteyiz. [xii]
Başta laiklik, Cumhuriyet ve diğer tüm çağını aşan devrimleriyle halkın, bilgi, kültür düzeyini yücelterek engin sağduyulu, özgürlük ve bağımsızlık inançlı bir millet yaratıyor.
2002’den sonra sistematik olarak tüm bu duyguları yok ediliyor, “Türk yok, Türkiyelilik var” diyor, “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve Türklük andını yasaklıyorlar. TC Kurumlarından “TC” yi kaldırıyordu. Leyla Zana bile, milletvekili yemininden “Türk Halkı” nı söylemiyor, “Türkiye halkları” diyordu. RTE-AKP iktidarı özledikleri Osmanlı gericiliğine dönmek için böyle girişimde bulunurken, Zana gibi bölücüler de, “Türklük bilincini dışlayarak, ülkeyi bölmek için işaret fişeğini yakıyordu.
Cehalete mahkûm ettikleri halk artık çağdaş uygarlık dünyası yerine Ortadoğu’nun bedevi dünyası ve ortaçağın karanlık dehlizlerinde yaşamayı yeğliyor.
Atatürk’ün asrın yıldız ülkesi Türkiye, artık dünyadaki güven ve saygınlığını, geleneksel hars ve hasletlerini kaybetmiş, adeta dünyadan dışlanmış bir konuma getiriliyor.
Devletin imamlaşması, eğitimin mollalaşması, demokrasinin ve hukuk devletinin yok edilmesi için AKP-RTE gerici iktidarı var gücü ile her türlü dini simgeleri kullanmaya başlamıştı. Oysa dünyada dinsel devletle kalkınan hiçbir ülke yoktu, dini kullanan, dinci perdesi altına baskıcı ve demokratik olmayan yöntemle yönetilen İslam ülkeleri, çağın gerisinde kaldığı gibi, dünya kültürünün başına bela olan her türlü terör ve teröristler böylesine geri kalmış ülkelerden çıktığını görmekteyiz. [xii]
DİPNOTLAR
[i]
Matbaa 1550 yılında Alman
J.Gutenberg tarafından Mainz şehrinde ilk kez bulunuyor; İstanbul’da azınlık
kendi yayınevlerini kurarken, Osmanlıya ancak 1727 yılında Macar dönmesi
İbrahim Mütefferika tarafından getirilmiş,
halen bu 300 yıllık bilim ve kültür açıklığı kapatılamamıştır.
[ii] Yiten Söz M. Cevdet Anday Yerleşik Göçebe Savaşları ve Bayındırlık
Adam Yay. 1992 sf 51-52
[iii] Gobat: Kaba)
[iv] Yiten Söz Melih Cevdet Anday Adam
Yayınları 1992 Halkım sf 133
[v] Yitik Söz İlginç Bir Yapıt M.C. Anday. Adam Yayınları
sf 193-194-195 4.11.1983
[vi]
https://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/17.php Çukurova
Üniversitesi Türkoloji araştırmaları merkezi )
[vii] Kaynak; Bizim hep inanmamızı istediler, Gürkan Hacır, sahife,
200
[viii] Türk ve Türklük, Türk Standartları
Enstitüsü, s.19.
[ix] Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, s.238.
[x] https://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-60/ulus-devlete-gecis-sureci-ve-turkiye-cumhuriyetinin-uniter-yapisi
[xi] https://www.facebook.com/takunyam/posts/352065068263282
[xii] https://www.sonkoseyazilari.com/sozcu/kemal-baytas/15-Kasim-2015/ataturk-doneminin-495-halki-tebahhur-etmis/126156
Yorum Gönder
Bu konuda ek bilgi almak isteyenler, internette dolanan ve tarafımdan gönderilen "Türk mü Osmanlı mı yazımı tıklayıp bakabilirler. Selam. Cevat Kulaksız
Türk mü, Osmanlı mı? - Cevat Kulaksız