Her zaman ölümsüz bir ağaç gibi, yeniden başlayacak gücümüz olacak!
Sevgili okuyucular, Dumlupınar Savaşı başladığı günden tam beş yıl sonra
doğdum. Yeniden başlamak yaşam işaretidir. Kuruduğunu sandığınız ağacın
filizlenmesi gibi.
İslam ülkelerinde, toplumları etnik köken ve mezhep kavgalarıyla
ayrıştırmaya ve kabilse parçalamaya yönelik bir emperyalist program 150
yıldır uygulanıyor. Cahil ve aptal olmayanlar Pakistan’da,
Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Mısır’da,
Sudan’da, Yemen’de, Libya’da bunun sonuçlarını gördüler.
Afganistan, İrak, Suriye, Libya iskambil kâğıdı gibi neden devrildi?
Ürdün, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Suudi Arabistan’da neden bu olaylar yok?
Türkiye’nin son yirmi yılını inceleyin!
Ben Türk olarak doğdum. Türk olarak da öleceğim. Türkçe konuşuyor,
yazıyorum. Dilim, ulusal kimliğimdir. Bu kimliğin içeriği Anadolu küçük
kentlerinde ve köylerinde oluştu. Ama etnik olarak damarlarımda Türk
kanı dolaşmıyor.
Babam saf Çerkez. Kuzey Kafkasya’nın Şapsıh kabilelerinden bir baba
ve saraydan çıkma bir çerkez halayığın oğlu. Babası Nakşibendi.
Anneannem Midilli’li Müslüman, kökeni belli değil. Ama Türkçe kadar
Rumca da biliyordu. Anneannemin babası da, Midilli’de Şeriat Mahkemesi
baş katibi bir toprak ağasıydı.
Annemin babası Erzurumlu ama, kökeni Ortaasya’dan Çelebi adıyla gelen
din adamlarıydı. Amcası bir İttihat Terakki Şeyhülislamı idi. Dört
karısından biri Yemen’de aldığı Sudan kökenli bir zenciydi. Annemin amca
çocukları arasında yarı kara kuzenleri vardı. Biri subay, biri
öğretmendi. Biri de Büyük Millet Meclisi’nde katipti. Benim en sevdiğim
bu amca annemin de en sevdiği kuzenlerindendi.
Ailenin tümü İstanbul’da yaşıyor. Evleri var. Biz İstanbulluyuz.
Annem ve babam İstanbul doğumlu. Biz kendimizi İstanbullu kabul
ediyoruz.
PARİS’TE DOĞDUM
Babam Paris’te Fransız kurmaylık okulunda iken Paris’te doğmuşum.
Paris, Ankara, zor hatırladığım Berlin ve İstanbul’da geçen ilk yedi
yıldan sonra, subay babamla 9 yıl Anadolu’da öğretim gördüm. Liseyi
bitirdiğim 1943’den bu yana yeniden İstanbulluyum.
Saf, fakir, ama doğa kokan bir Anadolu’da büyüdüm. O yıllar benim
ulusal kimliğimi dokudu. O zaman gördüklerimi anımsıyorum. Yediklerimi
yemeye devam ediyorum.
Elaziz’de dut kurusu, kayısı kurusu ve keçi boynuzu yedim. Çelik
çomak oynadım. Sekiz yaşımda ata binmeyi ve Kürtlerle yaşamayı öğrendim.
Eğirdir’in Yazla köyünde buğday haşlaması, buğdaylı yoğurt çorbası,
çekirdeksiz üzüm, pekmez köpüğü, çitlembik, taze badem yemesini, eşeğe
binmeyi, sallama sapan yapmayı, uzun eşek ve aşık oynamayı öğrendim. Ve
askerlerin mahfelinde halka gösterdikleri sessiz filmleri seyretmeye
başladım. Denizli’de Pamukkale’in sıcak su havuzlarında yüzdüm.
Türkiye’nin en eski liselerinden biri olan o lisede ortaokulun birinci
sınıfında okudum.
Denizli 10-15 000 nüfuslu, evleri bahçeler içinde, iki katlı evli
sokaklarında su kanalları açıkta akan, zengin bir Anadolu kentiydi.
Cumhuriyetin sanayi aşamalarından biri olan Nazilli dokuma fabrikası o
sıralarda kurulmuştu. Bu fabrikaların birer futbol takımı olduğunu
Denizli-Nazilli maçını seyrederken öğrenmiştim.
Bütün bu kent ve kasabaların okullarında gencecik Anadolu kızlarından
hocalarım oldu. Onlar Türk toplumunun çağdaşlaşma kahramanlarıydı.
LİSE VE ANKARA
Sadece üç tane lisesi olan ve üniversitesi olmayan Ankara’da liseyi
bitirdim. Üç ana yolu, bir kalesi ve eski çarşısı, İstasyon binası,
Büyük Millet Meclisi ve modern konservatuvarı, Sergi Evi, Radyoevi, Kız
Enstitüsü, Merkez Bankası, Sümerbank, Belediyeler Bankası, Güven Parkı,
Sıhhiye Bakanlığı, Orduevi, Kızılay, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma
Bakanlığı, Genel Kurmay, tümü nerdedeyse tek bir caddeye dizilmişti.
Kent dışında Çankaya, Gazi Orman Çiftliği iki dış mahalle, Keçiören ve
Etlik vardı.
Çiftlik’te Marmara ve Karadeniz yüzme havuzları ve orman vardı. Bahçeli Evler mahallesi de, ben lisede okurken yapılmıştı.
Ankara’nın nüfusu 150. 000 idi, Bahçeli bir iki katlı evleri, dört
beş katlı apartmanları vardı. Yeni asfalt yollarında tekerlekli paten
kayar, bisiklete binerdik.
O göz bebeğimiz kent yeni gelin olmuş bir geç kız gibiydi. Bugün ne
öyle bir Ankara ne öyle bir Anadolu ne de öyle insanlar var. ‘Ankara,
Ankara güzel Ankara’ şarkısı da yok. Görmek içimden gelmeyen, karaya
oturmuş bir gemiye benzedi.
O sıralarda Cumhuriyetin genç kuşaklarını ulusal devlet bilinci ile yetiştirmeye çalışıyorduk.
YÜZYILIN EN BÜYÜK DEVRİMİ
Sevgili okuyucular,
Batı kapitalizminin Ortadoğu vurgulu politika girdabına kapılan aşağı
yukarı 1 milyar Müslüman bugün perişan durumdadır. Aralarında petrol
zengini şeyhler, emperyalizm ve uluslararası kapitalizmin ajanı olarak
çalışan iş adamları ve politikacılar var. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki kargaşada bu emperyalist baskı kırılmak üzereydi. Savaşı kazanan
Türkler de bu tehlikenin ağırlığını hissetmiyorlardı. Fakat bu ahtapot
1946’dan başlayarak birincisinden daha büyük bir hırsla İslam dünyasını
sardı. Kurtuluş Savaşını kazanan Türkler baskıdan kurtulabileceklerini
düşünüyorlardı.
20. yüzyılın birinci yarısının en büyük devrimi Türk devrimidir.
Cumhuriyet, bütün sıkıntılarımıza karşın ayakta. Alman Nazizmi dünyanın
en üstün teknolojisinin ve Rus Komünist devleti de Avrupa düşüncesinin
sosyal devlet konusundaki üstün felsefe geleneğinin ürünleri idi. Bugün
yaşamıyorlar. Ama biz Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı galiplerinin
elinden koparıp almıştık.
BÜYÜK BÜYÜME DESTANI
Türkler yüzlerce yıllık kültür ve teknik yokluğunu dev bir irade ile
aştılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Türkiye’nin sanayi ve altyapı
kalkınmasının hikâyesi büyük bir büyüme destanıdır. Bugün yılda yapılan
birkaç asfalt yol, birkaç kilometrelik metroya karşın, Cumhuriyet 15
milyonluk nüfusu ile ve ekonomisi ile yılda 200 kilometre demiryolu
döşüyordu. Bu ilk sanayileşme devrim yapan diğer ülkelerin potansiyeli
ile oranlanırsa, 20 yüzyılın en görkemli devrim atılımı sıfatına hak
kazanır. Modern İslamda da örneği yok.
Sanayi alt yapısı, eğitim ve öğretim örgütlenmesi, güzel sanatlar ve
musiki, kuldan vatandaş olan ulus o destanın ürünleridir. Laik
Cumhuriyet İslam tarihinin Batıyı, bazı boyutlarıyla yakalayan büyük
destanın çağdaş gösterisidir.
‘Her şeye yeniden başlayacağız!’, dediğimiz zaman o birikimin on
milyonlarca yeni Türkün atlama tahtası olacağını anlatmaya çalışıyoruz.
Unutmayalım! O sırada hemen bütün İslam ülkeleri sömürge idi.
Hitler bir sivil diktatör olarak iktidara gelip 13 yılda Almanya’yı tarihinin en büyük yenilgisine ve yıkımına mahkum etti.
Atatürk’ten sonra İsmet Paşa ülkeyi savaştan koruyarak 1920’lerdeki
yok olma tehlikesinden ikinci kez kurtardı. Atatürk kuruluş döneminin,
İsmet Paşa 2. Dünya Savaşı döneminin Tek Adamı idiler. Onların yaşamları
üzerinde yapılan soysuz tartışmaların tek anlamı Osmanlı cehaletinin
günümüze uzanan köklerinin varlığıdır.
SOYSUZ TARTIŞMALAR
Bugünkü durumun nedeni de o köklerin filizlenmesidir. O filizleri
besleyen de 700 yıldır aşılamamış cehalet birikimidir. O cehalet,
kentleşememiş bu toplumda, çağdaş teknoloji ve üretimle karşılaştığı
zaman dengesini koruyamadı.
Almanya Avrupa’nın teknik açıdan en önde gelen ülkelerinden biridir.
Rus komünizminin arkasında ise Batı felsefesinin sosyal bilimlerinin
yarattığı bütün düşünceler vardı. Bizim ne düşünce olarak ne de teknik
olarak devrim savaşımız arkasında bu birikimler olmadı. Fakat kurtulma
iradesi vardı. Herhalde derin bir tarihin bir yana koyduğu bir bilgelik
de olabilir.
Her zaman ölümsüz bir ağaç gibi, yeniden başlayacak gücümüz olacak!
Günümüzün iletişim ortamında başka sonuçlar hayal edenler aldanıyorlar.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yeniden başlayacağız! - Doğan Kuban
Her zaman ölümsüz bir ağaç gibi, yeniden başlayacak gücümüz olacak! Sevgili okuyucular, Dumlupınar Savaşı başladığı günden tam beş yıl sonra doğdum. Yeniden başlamak yaşam işaretidir. Kuruduğunu sandığınız ağacın filizlenmesi gibi.
Yorum Gönder