Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
Şimdi size, bu yazımda, bir günün bir saatine sığdırılmış yaşam anekdotlarından parçalar sunacağım, hem de resimleriyle.
Aralık 2015 inde kombi zehirlenmesinden kurtulduğum sırda, götürüldüğüm hastanede doktorum o vesile ile yapılan bütün tetkiklerden sonra, “karaciğerinde biraz yağlanma var, uygun zamanda hastanenin dâhiliye bölümüne başvurmamı” istemişti.
Aradan aylar geçti, kendimi de iyi hissettiğim için bir türlü hastaneye başvurmamıştım. Ama 11.11.2015 günü saat 11 civarında, muayene için randevu almak amacıyla Sıhhiye’de indikten sonra Ankara Yüksek İhtisas Hastanesine doğru, elimde cep telefonumla yürümeye başladım.
DTCF köşesine geldiğimde Fakülte bahçesine baktım, başında sarık, Osmanlı kıyafetinde Koca Mimar Sinan Atatürk Caddesine bakıp duruyor.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
 “Köşk gibi” oturaklı bir boyacı: Yürürken, önünde boyacı sandığı, başında takke, yanında iki çift terlik duran sakallı 50-60 yaşlarında bir boyacıya rastladım. Adam, bir kürsünün üstüne kocaman bir minder koymuş, sırtını duvara dayamış, sırtında kalın kaba kumaştan dikilmiş bir yelek, elinde bir çay bardağı çay içiyor. Yanında bir radyo, radyoda türküler çalıyor, yaşlı adam dinliyor, bazen de türküyü mırıldanıyor, öylece kaldırım kenarında “köşk gibi” oturakta keyiflice oturup duruyordu.
Yürümeye devam ettim, bir haşlanmış mısır satan adam kaldırıma tezgâhını kurmuş, tezgâhta kırmızı yazı ile yazılmış liste vardı. Mısırlar için kendi kendime, acaba bu mısırlar GDO lu mu diye düşündüm, ama ne mısır almaya, ne de mısır yemeye vaktım vak vardı.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
 Suriyeli dilenciler: Yürürken, Suriye’den gelenlerden kucağında çocuk önüne içinde demir paraların olduğu mendil gibi bir şey sermiş kadınlara rastladım. Allah bir milleti bu hallere düşürmesin, Suriye’nin hemen yarısı milyonlarca insan komşu devletlerde, sadece iki buçuk milyonu Türkiye’de yaşıyor. Yüz binlercesi Avrupa’ya gitmek için sahillerimizde uyduruk botlarla yola çıkıyor, yüzlercesi sahillerimizde can veriyorlar. Suriye halkı böylece yurdunu yuvasını terk ederek mülteci, dilenci olmuş. İnsan olan bundan ıstırap duyar.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
 Sırt kaşıyıcı: Daha sonra, bir adam kaldırıma tezgâhını açmış, ufak tefek bir şeyle yanında, dizi dizi sırt kaşıyıcı aparatı gördüm. Şu bir gerçek ki, sık sık duş yapan, yıkanan insanın sırtı asla kaşınmaz. Maalesef milletçe az kitap okuduğumuz gibi az da yıkanıyoruz. Metroda, otobüste ne ki, camide insanlar resmen kokuyorlar. Çünkü sık sık duş alıp yıkanmıyor insanlarımız. Eğer insanlar tez yıkansalar, sırt kaşıyıcısına gerek kalmaz. O sırt kaşıyıcıları ormanın en sağlam ağaçlarından yontula yontula o hale getiriliyor, yanı orman tahribine neden oluyorlar.
 
Dahiliyede doktor yokmuş: Hastanenin randevu işlemini yapan memura, “dâhiliye servisinde muayene olacak için randevu almak istiyorum, dedim.  Görevli memur bana, “doktor bir ay izinli, doktor yok başka hastaneye başvur” dedi. Ama ben buna çok şaşırdım, çünkü koskoca anlı şanlı Yüksek İhtisas Hastanesinde bir doktor yoktu ve üstelik bir ay sonra gelecekmiş. Bir doktor izine ayrılınca bir ay o serviste muayene olunmaz mı? Orası bir kasaba hastanesi mi ki diye söylendim, durdum. Memur yanındaki ile koyu bir sohbete devam etti. Ben de oradan hayretler içinde söylene söylene ayrıldım.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
Koridor boşluğunda üç öğrenci:   Hastaneden çıkmadan önce bir koridor boşluğunda yere oturmuş, sonradan öğrenci olduklarını öğrendiğim biri kız üç gence rastladım. Gençlerin hemen resmini çektim, hayrola ne yapıyorsunuz burada, diye sordum. İsimlerinin Burcu Ateş, Ali Eylül, Remzi Gülpınar olduğunu öğrendiğim gençler Açık Öğretim Fakültesinde okuyorlarmış. Acaba muayene mi olacaklardı, yoksa oturmak için sıcak bir yer mi arıyorlardı, bu gençler diye düşündüm. Onlara, neden böyle yerde oturuyorsunuz, diye sorduğumda, “ne yapalım banklarda oturacak yer yoktu, biz de çok yorulmuştuk” dediler. Acaba bu gençler, oturmak için böyle sıcak bir yer mi aramışlardı, diye düşündüm.
Hemen aklıma buna benzer bir olayı anımsadım. Bundan 4-5 yıl kadar önce, soğuk bir havada, Konur Sokak’taki Adnan Ötüken Halk kütüphanesi okuyucu salonunda bir kitap okurken, yakınımdaki koltuğa,  pek de öğrenci olduğunu tahmin etmediğim bir genç raflardan bir kitap alarak yakınımdaki bir sandalyeye oturdu. Salon normal sıcaklıkta idi. Bir saatten fazla çalıştığım o salonda, o gence arada sırada, baktığı kitaba bir göz atıyordum. Adam sürekli aynı sayfaya bakıyordu. Sonradan öğrendim ki, okuma yazma bilmediği halde, sokaklarda, orda burada yaşayan bu genç, oturacak sıcak yer bulmak için, böyle sıcak bir kütüphane, sıcak bir oturacak mekân bulmuş, ısınana kadar, kitap okuyormuş ayağından gelip oturup gidiyormuş.
Dikkatim öğrencilere yoğunlaşmışken, yanımdan bir kadının naylona sarılı dış kürdanı dağıttığını, arkasından başka bir kadının da paket içinde tulumba tatlısı dağıttığını görünce, hayrola nedir bu, diye sordum, tatlı dağıtan kadın, “hastamız yoğun bakımdan çıktı da” dedi. Ağır bir ameliyat geçiren hastaları, yoğun bakımdan sağlıklı çıkınca sevinçten tulumba tatlısı dağıtıyorlardı. Ben de elime bir kürdan aldım herkes gibi bir tane tulumba tatlısına batırıp ağzıma attım.  Sonradan ben o tatlıcıları niye çekmedim, diye hayıflandım.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
 Hastane koridorunda hırka ören yaşlı bir kadın:  Oradan çıkarken, antrede kanepede oturan bir yaşlı kadının elindeki şişle bir şeyler ördüğünü gördüm. Hastası mı vardı, kendi mi hastaydı da muayene-tetkik sırasını mı bekliyordu, sormak da mümkün olmadı, zaten ben de onun dikkatini dağıtmak istemezdim.  Ama takdir ettim onu, o yaşta bir şeyler üretiyor ve de boş zamanını değerlendiriyordu. O dünyasına dalmıştı, yanına yaklaşıp resim çektiğimi bile anlamadı, belki torununa ördüğü hırkanın hayaline dalmıştı.

Günün Bir Saatinde Gördüklerim - Cevat Kulaksız
 Üst geçitte bacakları çıplak bir adam:  Artık hastaneden çıkmıştım, Atatürk Bulvarı köşesine gelip de sağıma baktığım zaman, üst geçit girişindeki platformda, ayakları ve bacakları çıplak, iyice çömelmiş, başında bere, kafasını bacaklarının arasına doğru saklamaya çalışıyormuş gibi, başını iyice eğmiş, ellerini göğsüne dayamış bir adam kıpırdamaz heykel gibi durmakta. Sanki meditasyon yapan Hint fakiri gibi, öylece kıpırdamadan oturuyordu. Bacağında kısa bir şort gibi pantolon, bu pantolonun içinde renk değiştirmiş bacaklar; insanların artık sokakta palto giymeye başladığı, soğukların arttığı şu günlerde bu çıplak bacaklarla bu adam nasıl böyle saatlerce oturabiliyordu.  Önünde içine bir sürü bozuk para atılmış bir küçük ayakkabı kutusu vardı. (Hay Allah, ayakkabı kutusu deyince hemen aklıma, yine dolarlar dolu ayakkabı kutusu geldi; neyse tövbe tövbe).
Kaldırımda bacağı özürlü adam:  Aynı yolu takip ederek, Sıhhiye köprüsüne doğru yürürken, koltuk değneğine yaslanmış, sağ bacağı kurumuş yara bere içinde yüzü kanlı canlı bir adam,  sol elinde de fermuarlı çok gözlü çantası, (kim bilir para çantasıdır), ayakta dikilmiş, sağ elindeki naylon maşrapa ile para dileniyordu.
Benim resim çektiğimi görünce, adam birden ikirciklenip bana doğru yürüdü, “niye resmimi çekiyorsun” diye çıkıştı. Ben de, üstadım, bu kaldırımlar ne senin ne benim, kamunun malı, ben bir internet gazetecisiyim, kaldırımlar özgürdür, filan deyince adam biraz yumuşadı ve şöyle acele bir şeyler anlattı:
“-Abi ben Balıkesir’liyim, bacağımı üvey babam yaraladı, şimdi bu resim gazetede yayınlanırsa görürler gelip beni öldürürler. Ben yoksul bir adamım, bir gecekonduda yalnız yaşıyorum, bu resmi silersen çok memnun olurum, şurda üç beş kuruş nafakamı çıkarıyorum,ben zarar görürüm” dedi. Ben de merak etme, diyerek adamı atlattım, ama adam hiç de güven vermiyor. Adam hiç de yoksul bir adama benzemiyor, yüzü sanki şarapçılar gibi kanlı canlı idi, hiç de dilenecek adama benzemiyordu. Ama kendine göre bir dümen kurmuş, bacağını kendince yaralamış, dilenciliği ticaret matahı yapmışa benziyordu.
Neylersin bu dünya böyle işte; “bu dünya kırk kulplun kazan, sen de tut bir kulpundan kazan demişler ya. Bilmem nasıl kazansa, bilmem ne kulpsa, bazılarının tuttukları kazan farklı, kulpu farklı, ne denir, devran böyle… Düşünmek ve yorum sizin.

  Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget