Temmuz 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Gündüz Akgül: Aydının Görevi...
Aydınım, demokratım, hukukun üstünlüğüne inanıyorum diyenlerin her koşulda
doğruları dile getirmek kaçınılmaz görevidir...
Bayramdan önce son yazıyı yazarken, bayramdan sonra buluşmak üzere diye noktayı koymuştum...
Ancak gündem bayramda da o kadar hareketli ve renkliydi ki insanın yazma arzusunu dürtüklüyordu…
Bayramın birinci günü yazılı medyada gözüme çarpan bir haberi bayram dönüşünde yazmaya karar verdim…
Haber, paralel yapıya (Cemaate) mensup oldukları savı ile gözaltına alınan ve sorguları sonucunda 20 kişinin (sonradan 11 kişi daha tutuklandı) tutuklandığı Polis müdürleri ve polislerden, tutuklu Ali Fuat Yılmazer'le ilgiliydi…
Ali Fuat Yılmazer, sorgusunda, "Bu dönemde yaptığımız çalışmalar neticesinde 23 canlı bomba yakalanmış, DHPP-C, PKK, Devrimci Karargâh ve Ergenekon gibi etkili operasyonlar icra edilmiştir. Bu hususta Sayın Başbakan'ın takdirleri tarafımıza sunulmuştur. Aldığım takdirnamelerin sayısını ben bilmiyorum" diyor...
Polis Müdürleri ve Polisler hakkında yapılan bu soruşturmaların, onların yaptığının aksine hukuka uygun, hak ihlalleri yapılmadan yürütülmesini, hukukun üstünlüğüne inanan bir hukukçu olarak diliyorum ve bekliyorum...
Ali Fuat Yılmazer'in yaptığı soruşturmaların bir kısmını ayırarak...
Ergenekon adı verilen davada yapılan soruşturma ile ilgili olarak Ali Fuat Yılmazer'e bazı sorularım olacaktır...
-Ergenekon adlı davada Emniyet ayağını oluşturan kısmında en çok sizin adınız ön plana çıktığı ve birçok sahte kanıtın emniyette hazırlanıp Cumhuriyet Savcılığına sunulduğu, savunma Avukatları tarafından dile getirilmekte ve kamuoyunda da bu yönde büyük bir algı oluşmuş bulunmaktadır.  Bu sav  doğru mudur?.
-Ergenekon denilen davada göz altına alınıp soruşturulan ve tutuklanıp yargılananlar arasında faili meçhul suçların faillerinin olabileceği gibi Susurluk olayının devamı olduğu konusunda (baş sorumlular Çiler ve Mehmet Ağar, eksik olsa da) yine yurttaşlar arasında bir algı oluşmasına karşın, Türk Ordusunun büyük çoğunluğunun, aydınların, yazarların, o gün kanka olan iktidar ve bugün iktidar tarafından paralel yapı, çete, haşhaşi diye adlandırılan Cemaat, özel Mahkeme de görev yapan Cumhuriyet Savcıları ve Yargıçlar, ile Emniyet yetkililerinin birlikte hareketle bu algının aksine bir torba içinde suçlu gösterilmesinde sizin sorumluluğunuz var mıdır?..
-Ergenekon denilen davada hak ihlallerinin yapıldığı Anayasa Mahkemesince tarafından tescil edilmiş bulunmaktadır. Bu dava ile ilgili soruşturma yapanların bu hak ihlallerinde payı olduğu açıktır. Bu hatalarınıza karşın, sizi takdir eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yerine, hukukun üstünlüğüne inanan, bu davanın Savcısı savında bulunmayan, tarafsız bir Başbakan olsaydı siz takdir mi alacaktınız? Yoksa bu hukuksuzlukları yaptığınız için meslekten ihraç mı edilecektiniz?..
-Bu gün iktidarla kankası Cemaatin arası 17 Aralık yolsuzluk savları nedeniyle
bozulmasaydı, siz ve arkadaşlarınız yine paralel yapıya mensup kişiler savıyla soruşturma geçirecek miydiniz?..
-11 yıl tüm bu hukuksuzlukları birlikte yapan iktidar ve kankası Cemaat ’in arası
bozlamasaydı, Başbakan size "Bu işlerin İstanbul ayağının bütün pisliklerinin içinde Ali Fuat Yılmazer var" der miydi?..
-Sizin hakkınızda başlatılan bu soruşturmanın perde arkasındaki asıl nedenin, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması olduğu konusunda yurttaşlarda oluşan bir algı var.
buna karşın, yolsuzluk savlarının perdelenmesi sağlamak amacıyla soruşturmanın, yasal olmayan telefon dinlenmeleri ve casusluk suçlarıyla sınırlı tutulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?..
Bu soruların yanıtlarını çok merak ediyorum...
Yeri geldikçe her yazımda, herkesin geçmişten ders almasını, bir gün mutlaka hukuka gereksinim duyacağını hatırlamayı bir görev biliyorum.

31.07.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalıdır  -5- Tünay Süer
Dört yazıdan çıkaracağımız netice, Erdoğan Türkiye’yi yarı başkanlık veya başkanlık sistemine döndürerek ülkenin rejimini değiştirmeyi hedefliyor.
Sayesinde dış politikalarımız ile çevremizde dostumuz kalmamıştır. Üstüne üstlük iç ve dış siyasette büyük gerilimler yaratmıştır.
“Cumhurbaşkanı olmak için 4 yıllık fakülte mezunu olmak gerekirken, diploması halen tartışılmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan’da bir cumhurbaşkanında olması gereken beceri ve donanım yoktur. Çünkü Parlamenter demokraside cumhurbaşkanı tüm milleti kucaklayacak, devletin organları arasında uyum sağlayacak, dünyayı algılayacak, Türkiye’yi dünyada temsil edecek niteliklere sahip olmak zorundadır.( Kendisi henüz seçilmeden taraflı davranacağını ilan etmiştir.)
"Otoriter yanları, diktatörlük özlemleri, sert ve kaba üslubu iyice ayyuka çıkan Erdoğan ayrıca 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiaları üzerine istifa eden 4 bakanı bağrında saklayan ve kendisi hakkında çıkan iddiaları ispatlayamamış bir görünümdedir. Bu durumda cumhurbaşkanı olması sakıncalı olduğu için cumhurbaşkanı olmamalıdır.
Başbakan Suriye ve Filistin’de akan kanların da  dolaylı olarak sorumlusudur. Bundan ötürü cumhurbaşkanı olmamalıdır.
Yüzlerce, binlerce nedeni sayabiliriz.
Ayrıca:
Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eder; Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir ve göreve başlarken şöyle yemin eder:
Cumhurbaşkanı sıfatıyla,
Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğünü,
Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma,
Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye,
ATATÜRK İLKE ve İNKILAPLARINA ve LAİK CUMHURİYET ilkesine bağlı kalacağıma,
Milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma,
Türkiye Cumhuriyeti'nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.
Bu yemine sadık kalmayacağını, bunu yaptığı icraatlarla ispat etmiş bir insan, asla cumhurun başı olmamalıdır.
                                                Son
Not: Sevgili yoldaşlarım:4 no lu yazımda GEZİ şehitlerimiz arasında Lice’de yapılan karakolu kendi düşüncesi içinde demokratik hakkı olarak protesto ederken öldürülen Medeni Yıldırım kardeşimizi de yanlışlıkla yazmışım.
Bazı arkadaşlarımdan bu konuda eleştiri aldım. Onun adının diğer şehitlerimizle birlikte yazmam onları haklı çıkarabilir. Hata yapmışım özür dilerim. Elbette ikisi de ayrı olaylardır.
İki olayı birleştiren bir kavram vardır ki o da devlet terörüdür.
Yaptığı iş (Taş atmak) yanlış olabilir ama netice olarak silahsızdı ve bu 18 yaşındaki genç sırtından vurularak öldürüldü. Benim yazıdaki amacım devlet terörünü ortaya koymaktı. Ancak, sırf Kürt olduğu için ayırım yapmak ırkçılıktır. Taşa taşla mukabele etmek yerine, kişileri anlamaya çalışmalı, dinlemeli ve ONLARI YÖNLENDİRENLERLE MÜCADELE ETMELİYİZ. Bu da her ulusalcı vatandaşın görevidir. Biz Kürtler ve Türkler olarak yüz yıllardır bir arada yaşayan bir ulusun bireyleriyiz. HATAYA HATA İLE CEVAP VERİRSEK O ZAMAN NEYİ ÇÖZÜMLEYEBİLİRİZ Kİ?
Saygılarımla, esen kalın.

Tünay Süer

Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalıdır  -4- Tünay Süer
Alooo! One Minute…
Güzel bir senaryo idi. Baş aktör de fevkalade oynamıştı.
Günümüze döndüğümüzde Erdoğanlı 13 seneyi film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirirsek, kim bilir daha neler görürüz neler…
Partisinin dünkü (21 Haziran 2014) TBMM grup toplantısında gündemi değerlendirirken Gezi'de bizi yok edebilirlerdi, 17, 25 Aralık'ta bizi hapsedebilirlerdi, sürekli suikast tehdidi altındaydık, dedi.
Gezi ‘de bizi yok edebilirlerdi demekle neyi anlatmaya çalışmıştı?
Gezi olayları neden başlamıştı?
Ağaçların kesilmesini önlemek için yapılan müzikli, şarkılı türkülü masum eylemlerle başlayan olaylar,  gençlerin park içinde kamp yaptıkları çadırların sabaha karşı polis baskını ile yakılması ve gaz bombaları ile çok farklı bir yöne gelmiş ve tüm yurda yayılmıştı.
Gezi Parkı’nın tarihine kısaca bakarsak 1936 yılında Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye gelen ve İstanbul’un Nazım Planı’nı oluşturmakla görevlendirilen, dönemin önde gelen şehir planlamacılarından Henri Prost ile başlamıştır. Prost’un İstanbul planlamasına yönelik çalışmaları 1951 yılına kadar sürmüştür.
İlk kez 1939’da yürürlüğe giren planda Prost’un ‘2 No’lu Park’ olarak tanımladığı ve Taksim’den Nişantaşı’na uzanan, oradan da Dolmabahçe Vadisi’ni de içine alarak denize kadar devam eden yaklaşık 30 hektarlık bölgede kesintisiz bir yeşil alan yaratıyordu. Prost bu vadinin insanlara temiz hava aldıracak bir alan olacağını düşünüyordu. 4 Eylül 1942′de park törenle açıldı. O zamanlar adı “İnönü Gezisiydi. Yani “Milli Şef” İsmet İnönü’nün adını taşıyordu. Ancak projenin tamamı gerçeğe dönüşemedi.
Şimdi insan haliyle düşünüyor. Başbakanın orayı yıkmak istemesi sadece rant için miydi?
Buna paralel olarak esas amaç, Taksim Gezi Parkı’nın yerinde bulunan, ancak 40’lı yıllarda yıkılan Şeriatın simgesi olmuş Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek için miydi?
Destan yazan kahraman polislerini gençlere, halka karşı acımasızca orantısız saldırtmasının nedeni içerisinde, kafasında hangi düşünceler vardı acaba?
Gurup toplantısında GEZİ de bizi yok edebilirlerdi sözleri ile o BİZ ’in içindeki ayrıştırma alenen belli olmaktadır. (Onlar dediği bizler kimiz? Uzaydan mı geldik?)
Oysa Geziciler onu değil, kafasının içinde çöreklenen Ortaçağ düşüncelerini yok etmek, kendilerini anlamasını, Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı gibi davranmasını istemişlerdi.
Aslında başbakan hain saldırılarla demokrasi isteyen halkı yok etmek, evlerine hapis etmek istemişti.
“Gezi Parkı eylemlerinde demokrasi adına verdikleri mücadeleyle halka mal olmuş direnişçilerimizin Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş
İrfan Tuna, Medeni Yıldırım, Berkin Elvan’ın ölümlerinden ve gaz bombalarından, fişeklerden gözlerini kaybeden, sakat kalan, yaralanan, kalp krizi geçirerek ölen onca insanımızın başına gelenlerden sorumlu bir başbakandır.
Cumhurbaşkanı olmamasının nedenlerinden teki de bu olaylar için emri ben verdim demesidir. Onun yeri cumhurbaşkanlığı değil aslında Yüce Divandır.

Başbakan dünkü konuşmasında İsrail uçaklarına yakıt verdiğini inkâr ederek şöyle konuştu.
'Türkiye İsrail'e jet yakıtı satıyormuş.' Dürüst olun, dürüst. Zaten çıkınınızda tek şey var, yalan, iftira, takiye. Siz busunuz.
“Bizler onun bu sözlerine haliyle hem kızıyor hem de gülüyoruz ve hey Allah’ım aklımızı koru diyoruz.”
Erdoğan şöyle devam etti: . Enerji Bakanım kaç kez açıkladı, böyle bir şey söz konusu değil. Ama bunlar öyle ciddi anlamda yalanı meslek edinmişler ki, düşünün buraya İsrail'in uçağı gelir ve havalimanından kendi yakıtını alır. Bu her ulus için, gittiği ülkelerde orada bakımını yaptırır, yakıtını alır ve ondan sonra yoluna devam eder. Eğer bunu İsrail'e jet yakıtı vermek olarak takdim ediyorsanız, buna söyleyecek bir şeyim yok. Aynı şekilde her hafta bizim 40'ı aşkın uçağımızda Tel Aviv'e gidiyor ve onlar da oralardan yakıtını alıyor. Sanki her şey normalmiş gibi anlatıyor.
E pes, Vallahi de Billahi de pes yahu!
Aydınlık Gazetesi dün  (22 Temmuz 2014) Gazze’yi kana bulayan İsrail jetlerinde kullanılan yakıtın TÜİK’in    (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerini manşetine taşıyarak kanıtladı.
Başbakan bize değil tabi, bir kesime La Fonten den masallar anlatıyor.
Onlar da kuzu, kuzu dinleyip alkışlıyorlar.
Filistin alev, alev yanıyor, yüzlerce Müslüman, çoluk çocuk ölüyorlar. Bu ölümlerden kendisi sorumludur. İşte bundan ötürü de cumhurbaşkanı olamaz. Bu katliam karşısında neden İsrail’e kafa tutamıyor?
Bize masallar anlatma. Çocuk mu kandırıyorsun sen ey başbakan?


Tünay Süer

Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalıdır -3- Tünay Süer
Neden Cumhurbaşkanı olmamalı dediğimi biraz açalım şimdi. Başbakanın hayali söylediklerinden,(yalanları kibarca hayali diyorum)bahsetmek istemiyorum zira bir kesimin dışında herkes biliyor. “Camiye ayakkabı ile girdiler, içki içtiler vb.) Her zaman Milli irade der ya bununda bir aldatmaca olduğunu biliyoruz, çünkü TBMM onun sayısal çoğunluğu tarafından işgal altındadır. O tek adam olarak her istediğini yaptırabilmektedir. Yürütme, yasama ve kısmen yargı onun emrindedir. Kahraman Türk Ordusunu ne hale getirdiği de meydandadır.
Bakınız yemini bir yana 1994 yılında İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında şu söylemi ile neler yapmak istediğini açık ve net bir biçimde bizlere anlatmıştı.
Türkiye'de yaşayanların yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99'un "Elhamdülillah Şeriatçıyım" demesi de lazım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım. Şeriat İslam, Allah'ın kuralları demektir."-- TAYYIP ERDOGAN (21 Kasım 1994, Milliyet
2 Şubat 2006 yılında Hürriyet Gazetesinde Emin Çölaşan onun şu sözlerini yazısına almıştı.
Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere yer yoktur. Kemalizm’ in yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. Bizim için en üst belirleyici, İslam’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir. Ben İslam’ı devlet planı içinde düşünüyorum."
Bu sözlerin üzerinde neden durulmadığını sorgulamaya şimdi hakkımız var mıdır?
Adam göstere göstere ve de onun tabiriyle sindire sindire hap gibi yutturdu bize.
O zaman suçlu bizleriz.
Onun cibilliyeti (yok anne tarafından Gürcü Yahudi’si, yok efendim baba yönünden Rum çocuğu E. Poyraz Takunyalı Führer) beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. 
Bir kere Türk’üm dememesinin nedenleri olabilir, Atatürk ve rejimin düşmanı da olabilir. Ne var ki içindekini bağıra bağıra söylemiş, saklamamış ki!
Peki, o zaman o mu suçludur yoksa sessiz kalıp sadece seyreden bizler mi suçluyuz?
Gül, Erdoğan, Fethullah, ABD ve İsrail işbirliğini anlamamış mıydık?
Neden millet olarak ayağa kalkmadık ta sindik ha?
OSLO anlaşmalarını duymadık mı?
Haydi, bizler duymadık diyelim Atatürk’ün meclisinde olan muhalefette mi duymadı?
Şu OSLO denen anlaşmadaki rezalete bakalım:
1-Türk askeri Irak’ın kuzeyinden çekilecek, sınır harekâtlarına son verilecek ve PKK’ya askeri harekât için ABD’den izin alınacak.
2. Türkiye’ye ambargo ve askerî yaptırım tehdidi.
3. ABD’nin İran ve Ortadoğu harekâtlarına aktif destek ve katılım
4. Türk ordusunun asker ve silah gücünde indirim
5. Irak’ın Kuzeyinde kurulan Kukla Devlet, Türkiye tarafından resmen tanınacak
6. PKK/KADEK elemanlarına geniş kapsamlı af ve PKK’nın yasallaştırılması
7. Güneydoğu belediyelerine özerklik ve federasyona geçiş
8. Kıbrıs’ta Denktaş devre dışı bırakılacak, Annan Planı küçük değişikliklerle uygulanacak ve Ege’de Yunanistan’ın taleplerine esnek tavır alınacak
9. Ermenistan’a yönelik kısıtlamaların kaldırılması.

Bu maddelerin hepsinin sırasıyla yerine getirildiğinden demi bir şey anlamadık?
Yahu, neler oluyor böyle diye birbirimize neden sormadık.
Çünkü kimileri sadece bulundukları konumu korumak istediler, parası olan zaten umursamadı, bir ayağı Avrupa’da diğeri Amerika’da hayatlarını yaşadılar.
Bir referandum geçirdik güya 12 Eylül yasaları kaldırılacaktı yetmez ama evet denildi.
Eh şimdi hanyayı, Konya’yı anlayanlar oldu ama ne çare atı alan Üsküdar’ı geçmeye başladı.

Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalıdır - 2 - Tünay Süer
Dünkü yazımda Başbakan Erdoğan’ın CHP için söylediği sözlerden, bir kesimi nasıl kandırmaya çalıştığını ve bahsettiği dönemlerde CHP’nin neler yapmış olduğunu kısmen anlatmaya çalışmıştım. Atatürk önderliğinde Türk Milleti, yedi bin yıllık tarihinin en zor döneminde Batılıların “Türk Mucizesi” dedikleri, dünyanın en görkemli devrim hareketini gerçekleştirmiştir. Bu olay, yalnız Türk Milleti için değil, bütün ezilen mazlum milletler için de bir kurtuluş yolu ve ümit kaynağı olmuştur.
Türk Milleti, 7 düvel ile o yıllardaki çok zor şartlarda tek vücut olarak dünyanın şaşkın bakışları altında, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış, esaret zincirlerini kırarak, bağımsızlığına kavuşmuştur. Atatürk düşmanlarının o yüce lider ve devrimlerini çarpıtarak söylerken dahi, önce deterjanla ağızlarını yıkamaları gerekir.
                                                      ***
Şimdi gelelim Erdoğan neden cumhurbaşkanı olamaz,  OLMAMALIDIR-A;
Erdoğan aslında bağlı olduğu ideoloji içerisinde yalanlarla, dolanlarla işini götürmeye kalksa da ağzı mükemmel laf yapan, ikna kabiliyeti çok yüksek bir aktördür.
Dikkat ederseniz liderdir demiyorum zira liderlik bambaşka bir kavramdır, bununla birlikte bir kesimin liderliğini yapmaktadır.
Erdoğan Atatürk rejim düşmanı olarak yetişmiş ve amacına neredeyse ulaşmak üzere olan kişidir. Mecliste kendisine biat eden sayısal gücü ile bir kesiminin gözünde adeta ilahlaşmasını bilmiştir.  Bunu takdir etmek gerekir aslında.
Bazen mağduru, bazen kabadayıyı bazen de Hitleri oynayarak otoritesini yükseltmiştir.
Gömlek değiştirdim diyerek iktidara gelen Erdoğan aslında hiç değişmemiştir. O, ettiği yeminin ardında durmuştur daima. Bu yemini birçok kişi bilmez.
Erdoğan ailesinin Rize’den İstanbul Kasımpaşa’ya göç etmesinden sonra, 1954 yılında ailenin 3. çocuğu olarak Kasımpaşa’da doğmuştur.
1965 yılında Piyale Paşa İlkokulu’nu bitirdikten sonra, İstanbul İmam Hatip Okulu'na yazdırılmış, böylece henüz 11 yaşında bir çocukken Atatürk rejimi karşıtı olarak büyümeye başlamıştır.
Tayyip Erdoğan’ ın 1980 yılında arşivlenen ve Trabzon Tire askeri arşivinde mevcut bulunan
Atatürk ve Cumhuriyet rejimine karşı olan yemini bizlere bu günlerin geleceğini anlatıyordu.
İşte birçok kişinin bilmediği o yemin;
“Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allah’ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim.”
Erdoğan bu yemini hiçbir zaman inkâr etmemiş, basında bir tekzip yayınlamamıştır
Yani aslını hiçbir zaman saklamamıştır.
Şimdi böyle bir insan Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olabilir mi?
Aradan çok sular aktı değişmiştir diyebilir miyiz?
Yaptıkları ortada değil midir?
“Yine aşağıda linklerini yazdığım eski yazılarımda dediğim gibi Erdoğan böyle bir yemini ettiği zaman bir Atatürkçü onun ilkelerini ve rejimini korumak adına ant içti mi acaba?”
2002 yılında iktidara geldiği zaman "Milli görüş gömleğini değiştirdim" dediğinde toplumu kandırmaya başlamıştı. Aslında o her zaman kendi ekseninde kaldı, sindire sindire Türkiye’yi değiştirdi.
 Bu günlere gelmemizde en büyük etkenlerden teki şüphesiz Cumhurbaşkanı Gül’ün dışişleri bakanlığı sırasında (24 Mayıs 2003 günü Vatan gazetesinin birinci sayfa manşetinden yayınlanan)  Colin Powell arasında 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşmadır. Türkiye’yi Amerika’ya göbekten bağlanmıştır böylece.
“BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz” diyen Gül, bu gizli sözleşmeye göre “Ortadoğu’daki tüm rejimlerin değişeceğini”, ABD’nin sözcüsüymüş gibi ilan etmiştir (Vatan, manşet, 24 Mayıs 2003 ve Radikal, 14 Mart 2006).
Yani paralel yapı, derin devlet filan değildir. Bu başbakanın kendisini kurtarmak için uydurmasıdır.
Gerçek:Gül, Fethullah ve Erdoğan’ın el ele şeytan üçgeni oluşturarak, Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesini, Türkiye’nin bölünme noktasına getirilmesini işbirliği ile sağlamalarıdır. “Bunların birbirlerinden farkları yoktur.” Tek başlarına iktidar olma hırsları içerisinde olan bu üçlü şimdilerde ayrılma, birbirlerine düşman olma noktasına gelmişlerdir.
Peki, tüm bunlar olurken Atatürk’ün partisi ve diğer Atatürk çizgisinde olan partiler ne yapabildiler?
Kocaman bir hiç!
Daha sonra Oslo anlaşmaları ile bir önceki anlaşma adeta perçinleştirilmiştir.
İmralı’daki bebek katili ile görüşmeler, Doğu ve Güneydoğu’nun fiili olarak topraklarımızdan kopma noktasında olması, Kürtçülerin böylesine kabarmaları hep bu üçlünün eseridir. Öyle bir durumdayız ki Türk olmak, vatanını sevmek, Atatürk’e bağlı olmak günümüzde adeta vatan hainliğine eş tutulmaktadır. Muhalefet partilerinin, bilhassa CHP ‘in cumhuriyet ve Atatürk Devrimlerine sahip çıkmamaları bizlere maalesef bu kara günleri yaşatmaktadır.




    

Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalıdır!  -1- Tünay Süer
Başbakan Erdoğan sıkıştıkça muhalefet partilerine hakaretler eder, en çok ta CHP ye tabi.
CHP zamanında şu ülkede taş üstüne taş kondu mu?
Bu cibilliyetsiz partinin (soysuz) bu ülkeye hiçbir faydası olmamıştır.
CHP’ye soruyorum. Yahu senin bu ülkede bir dikili ağacın var mı?
Biz bu CHP’nin cemaziyelevviyetini biliriz, hiç bir emekleri, hiçbir eserleri yoktur bu ülkede.
Saldırıları böylece uzar gider.
Cümlelerinin içerisindeki sözlerin bazılarını anlamayız zira İmam Hatipli değiliz. Her seferinde Lügatlerde aramak zorunda kalırız.
Mesela dilimin dahi dönmediği camaziyelevviyeti sözcüğü bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını anlatmak, geçmişteki kötü hallerine vurgu yapmak, kısaca ben senin geçmişini bilirim, anlamında kullanılırmış.
CHP’nin tek başına iktidarda bulunduğu dönem 1923-1950 yılları arasında, yani sadece 27 senedir. Bunların dışında diğer zamanlarda eli kolu bağlı kısa kısa koalisyon ortaklıkları vardır ki beş sene gibidir bu da.
Onun saldırdığı dönem Atatürk ve İnönü zamanlarıdır ve tabi ki gerçek hedefi Cumhuriyet ve de Atatürk Devrimleridir.
Bundan ötürü Ergenekon ve ona bağlanan diğer uydurma davalar ile Atatürk’ün çok değer verdiği ordusunun subaylarını zindanlara kapatmıştır.
17 Aralık yolsuzlukları meydana çıkmasaydı paralel devlet diye bir şey uydurmayacak ve kahraman askerlerimizi, aydınlarımızı, gazetecileri, Atatürkçü olan diğer değerli insanlarımızın özgür kalmalarını sağlamayacaktı. Çünkü Ergenekon’un savcısı, paralel yapının mimarı kendisiydi. Kendisini temize çıkartmak için böyle bir yalana mecbur kaldı.
Gelelim yukarıdaki saldırı sözlerine ve CHP’nin Türkiye henüz savaş ekonomisinin ağırlığından kurtulmadan 1923 ten 1950 ye yaptıklarına kısaca hatırlatalım.-
 - Cumhuriyet Halk Partisi Kuruldu. (9 Eylül 1923)
 - Cumhuriyet ilan edildi (29 Ekim 1923)
- Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu kuruldu.
- Hilafet kaldırıldı.
- Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kabul edildi.
 - İlköğretim zorunlu hale getirildi.4 - Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi.
 - Gölcük'te ilk tersane ünitesi kuruldu.
- Devlet Demiryolları kuruldu.
 - İstanbul - Ankara arasında ilk yolcu uçağı seferi yapıldı.
 - Türkiye İş Bankası kuruldu.
- Türk Kadınlar Birliği kuruldu.
-  İstanbul’da otomobil fabrikası kuruldu.
- Zirai Kredi Kooperatifleri’nin kurulmasına karar verildi.
- Ankara demiryolu hattı ve Haydarpaşa Limanı millileştirildi.
- Doğu Anadolu’da muhtaç çiftçilere arazi tevziine (toprak reformuna) karar verildi.
- Mersin-Adana demiryolu Fransızlardan satın alındı.
- Ankara-İstanbul arasında telefon bağlantısı kuruldu.
- Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu; ilk üyesi Mustafa Kemal oldu.
- Kayseri-Şarkışla; Ankara-Sivas; Emirler-Balıköy; Bolkuş-Filyos; Zile-Kunduz demiryolu açıldı.
- Malatya-Doğanşehir; Mudanya-Bursa demiryolu yapıldı.
- Kelkit Irmağı üzerine Akçağıl Köprüsü yapıldı.
- Samsun-Çarşamba; Adana-Fevzipaşa tren hattı satın alındı.
- Afyon-Antalya demiryolu yapıldı.
- Mevduat Koruma Kanunu kabul edildi.
- Sümerbank faaliyete geçirildi.
- Tefecilerle mücadele etmek için Halk Bankası kuruldu.
- Denizyolları devletçe işletilmeye başlandı.
- Eskişehir şeker fabrikası açıldı.
- İzmir Rıhtım Şirketi devletçe satın alındı.
- Ankara-İstanbul tarifeli uçak seferi başladı.
- Ankara, Sivas, Konya, Eskişehir’de buğday siloları inşasına başlandı.
- Kayseri uçak fabrikasında yapılan 6 uçak Ankara’ya uçtu.
- Bursa’da süttozu fabrikası açıldı.
- Bakırköy bez fabrikası açıldı. Konya Ereğli’de bez fabrikasının temeli atıldı.
- İzmit kâğıt fabrikası kuruldu.
- Zonguldak’ta kömür yıkama fabrikası işletmeye açıldı. Antrasit fabrikasının temeli atıldı.
- Keçiborlu kükürt fabrikası işletmeye açıldı.
- Isparta gülyağı fabrikası işletmeye açıldı.
- Kayseri mensucat fabrikası kuruldu.
- Halk için ucuz ve dayanıklı ayakkabı üretmek amacıyla Beykoz fabrikası kuruldu.
- Turhal şeker fabrikası işletmeye açıldı.
- Afyon-Antalya; Diyarbakır-Fevzipaşa; Ortaköy-Bolkuş; Fırat-Yolçatı demiryolu yapıldı.
- Üsküdar-Kadıköy tramvay hattının ilk denemesi yapıldı.
- Ormanlar devletleştirildi.
- Atatürk çiftliklerini devlete bağışladı.
- İlk Türk gemisi Belkıs denize indirildi.
- İlk Türk denizaltısının yapımına başlandı.
- Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın temeli atıldı.
- Konya bez fabrikası açıldı.
- Malatya bez fabrikasının temeli atıldı.
- Türkiyle Cumhuriyeti Ziraat Bankası kanunu kabul edildi.
- Hükümetçe satın alınan, Toprakkale-Payas; Islahiye-Meydanıekbaz işletmeye açıldı.
- Denizbank kuruldu.
- Kadıköy su şirketi devletçe satın alındı.
- İstanbul-Edirne karayolu açıldı.
- Burhaniye-Ayvalık yolu; Sakarya Nehri, Fırat Nehri, Kızılırmak Nehri ve Murat Irmağı üzerine köprüler        --yapıldı.
- Diyarbakır-Cizre; Hekimhan-Çetinkaya; Zonguldak-Çatalağzı demiryolu yapıldı.
- Telsiz kanunu kabul edildi.
- Türk Hava Yolları, İstanbul-Bükreş arasında ilk uçak seferi yapıldı.
--Yıl: 1938
- Gemlik suni ipek fabrikası açıldı
- Bursa merinos fabrikası açıldı.
- Divriği demir madenleri işletmesi faaliyete geçti.
- İzmir Telefon Şirketi devletçe satın alındı.
- İstanbul Elektrik Şirketi devletçe satın alındı.
- Sermayesi devlet tarafından verilen KİT’ler kuruldu.
- Toprak Mahsulleri Ofisi kuruldu.
- İzmir klor fabrikası kuruldu.
- Ankara-Erzurum tren hattı Erzincan’a ulaştı.
- 1923-38 yılları arasında topraksız köylüye toplam 708 bin hektar toprak dağıtıldı.
Daha yazmaya kalksam sayfalar yetmez.
Erdoğan,10.Yıl Marşı’nın ilk dörtlüğündeki “ Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” satırını ima ederek “ Neyi ördün, şimdi biz örüyoruz” 17 bin km yaptık diyor ya, tamamıyla hayal ürünü ve gerçekleri saptırmaktır.
Cumhuriyet kadrolarının iş başı yaptığı 1923 yılından 1940 yılına var olan 4559 km'lik yol, 8637 km'ye çıkarılmıştır. Uzunluğu ise 4 bin 78 kilometredir.
TCDD verilerine göre: AKP'nin iktidar olduğu 2004-2011 yılları arasında ise sadece 1085 km yol yapılmıştır. Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin yaptığı hızlı tren hatlarının uzunluğu ise 888km'dir.
Var olan hatları biraz geliştir, rayları yenile, aynı zemin üzerine üç hat, dört hat çek,17 bin KM yaptık diye hava at..  Yesinler senin havalarını.
Atatürk ve İnönü’nün yaptıklarını sata sata bitiremediler halen sıkılmadan konuşuyorlar.
Dağların kazma kürekle delinip tünel yapıldığı bir devirde, bunlar bir çivi bile çakmamışlar diyenlerin biraz utanması gerekir, ama nerdeeee!

Arkası yarın: Erdoğan cumhurbaşkanı olmamalıdır, neden mi?

Bir Oy, Bir Subay ve Bir Sonuç - Galip Baysan
Artık 10 Ağustos seçimleri iyice yaklaştı ve adaylardan biri devletin bütün güçlerinin desteğinde, diğer ikisi halkın ve muhalefet liderlerinin mütevazı desteğinde propaganda çalışmalarını yürütüyorlar. Başbakan Erdoğan önümüzdeki dönemde,  yıllarca konuşulacak bir kararla görevinden ayrılmadan kampanyaya katılırken ve Türkiye’nin bütün il ve ilçelerindeki AKP. li yöneticilerin desteği ile dağlara, taşlara posterleri asılırken diğer iki adayımızın haklı itirazları seçimle ilgili kurumlar tarafından görülmüyor, duyulmuyor. Özellikle Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin tutum ve beyanları insanı düşündürüyor. Genel kanı şu ki, sanki herkes Başbakan Erdoğan’ın seçileceğine kesin gözü ile bakıyor ve Çankaya’ya yürüyüşünün sekteye uğratılmasının hesabını soracağı düşüncesiyle bir kenara çekiliyorlar.

Burada ben Başbakanı asla suçlayamıyorum. Onun zamanı gelince Çankaya’ya çıkabileceğini veya çıkmak isteyeceğini bu ülkede kafası biraz çalışan herkes biliyordu. Çıkmalı mı? Çıkmamalımı? Layıkmı? Layık değimli? O ayrı konu. Ama koca bir siyasi parti üyeleri, kurucular da dâhil olmak üzere Cumhurbaşkanlığı, Meclis başkanlığı, Başbakanlık ve Bakanlıklar gibi bir ülkenin en önemli görevlerine atamaları sadece bir kişinin iradesine bırakıyorlar ve bunu hep yapıyorlarsa bu iradenin Çankaya’yı istemesi kadar normal bir şey olamaz.

Burada en büyük günah, dünyamızın uzay çağına girdiği bu dönemde devletin Yasama, Yürütme güçleri yanında Yargı gücünü bile bir kişinin isteğine bağlı olarak şekillendirilmesine imkân veren her kademedeki görevlilerdedir. Çağımıza yakışmayan, geçmiş yüzyıllardan kalma Kulluk zihniyeti bütün kademelerdeki insanları esir almış gibidir. Bu zihniyet Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı, akıl ve bilimin ışığında yürüyen özgür insanların oluşturduğu Ulusal Devlet anlayışının tamamen tersidir. Tek adam yönetimi, Ulusun geleceği önündeki en büyük engellerden biridir. Şüphesiz ki tarih bu dönemi pekiyi bir şekilde değerlendirip yargılayamayacaktır.

 Gelelim başlığımıza; bazen bir kişi veya bir oy tarihin şeklini değiştirebilir. Önümüzdeki günlerde elinize ülke ve ulusunuzun kaderini değiştirecek bir fırsat geçecek. Belki de sizin kararınız ve oyunuz gözünüzün önünde cereyan eden siyasi gelişmelere yön verecek. Bu mümkün olabilir mi? Tabii ki mümkün olabilir ama bunun için büyük oynamak ve biraz fedakârlık yapmak gerekebilir. Bu konuda size genç bir Türk subayını örnek vermek isteriz.

Yarbayımız savaş başladığında komşu ülkelerden birinde görevliydi. Ülkesinin savaşa girmemesi için çok uğraştı. Ancak başaramadı ve ülkesi de savaşa katıldı. Bulunduğu yerde keyfi yerinde ve rahatı çok iyi idi. Üstelik geçmiş günlerden edindiği tecrübeyle savaşın en korkunç yönlerini görmüş, acısını çekmişti. Ama çocukluğundan beri aldığı terbiye ve ulusunun trajik durumu onu çok rahatsız ediyor, ülkesinin ona ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Ülkesi savaştayken o bulunduğu yerde oturup keyfine bakamazdı.

Derhal bir dilekçe yazarak Başkumandanlıktan cephede bir görev istedi. Garip bir durum, ona bulunduğu ülkedeki görevinin çok önemli olduğu, bu nedenle de yerinde kalması gerektiği bildirildi. Yarbay bu tavsiyeye kulak vermedi ve müracaatını yeniledi. Bunun üzerine Başkomutanlık kendisine yeni kurulması düşünülen bir tümenin komutanlığını verdi.( Basit gibi görünen bu davranışla ilgili küçük bir not düşmek isterim.1974 yılında Kıbrıs Harekâtı başladığı zaman, Napoli’deki NATO komutanlıklarında görevli 70–80 subay, astsubay vardı. O zaman bu tarihi olayı hatırladım, ama bir tek kişinin bile bu çıkarmada görev almak için dilekçe verdiğini görmedim. Ancak haksızlık yapmak istemem ve şunu da belirtmeliyim ki hemen herkes geri çağrılmayı bekleyip hazırlıklara başlamıştı.

Yarbayımızın komutanlığı devraldığı günden sonra iki ay bile geçmeden ünlü Çanakkale Muharebeleri başladı ve kendisini dünyanın en güçlü orduları karşısında, en ağır savaş şartları içinde buldu. Savaş içinde ulusu için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Öyle büyük işler başardı ki, yıllar sonra Savaşın tarihini yazan bir yabancı kaynak onun için şöyle yazacaktı:

 “ Bir tek Tümen Komutanının üç ayrı yer ve zamanda, kendi insiyatifini kullanarak yaptığı müdahalelerle bir muharebenin kaderini ve hatta bir ulusun geleceğini etkilemesi tarihte ender görülür bir olaydır.”

Yani bir kişi, bir savaşın ve bir ulusun kaderini değiştirmiştir, bir oy da, (kim bilir belki de sizin oyunuz) günümüz Türkiye’sinin kaderini değiştirebilir ve tek kişi hâkimiyetine en Demokratik yoldan son verebilir.

(NOT: Bu yazı oy vermeye gitmeyeceğim çünkü adayların hiç birini sevmiyor, tanımıyor, Cumhurbaşkanlığına layık görmüyorum diyenlere belki yardımcı olur. Bunun yanında, dışarıdan ve hudut kapılarından getirilen oyların dikkatle izlenmesini tavsiye ederiz.)

Dr. M. Galip Baysan

İngiliz Doktoru ve Kimyacısı James Lovelock (1919 ) evrenle ilgili en yeni kuramlardan biri olan ‘Gaia Kuramı’nın da kurucusudur. “İnsan sadece doğaya uyarak yaşamaz. Kendi amacına uygun olarak onu değiştirir” der. Küresel Isınma bunu kanıtlayan doğa olaylarından biridir. Lovelock “Eğer kuramsal yaklaşım doğruysa en iyi gelişme evrenin insandan kurtulması olacak” diyor. Kuşkusuz insanoğlunun böyle bir niyeti yok. Fakat insanlığı kurtarmak için dünyaya saygılı bir insan türü yetiştirmek gerek. Oysa sadece dünyayı kemirmekle kalmayan, fakat insanları da sömüren birçok haksızlıklar içeren bir dünya sisteminde yaşıyoruz.

 “Toplum Cahil” Demek, Ne Anlama Geliyor? - Doğan Kuban
Bilgisizlik sömürüsünden kaynaklanan kötülükler ekonomik dengesizliğin temel nedenlerinden biridir. Çok gelişmiş toplumlar öğretim düzeyi en yüksek olanlar en zengin ve demokratik olanlardır. Bizim sorunumuz ise cahil toplumu eğitmektir. Ne var ki öğretim yarı cahilin ya da sömürücünün elinde ise amacına ulaşamıyor.

Dünya iletişim çağına gelene kadar insanlar daha bilgisizdiler. Fakat yeni araçlar bu bilgisizliğin doğasını değiştirdi. Kentlileşme ve iletişim çağı geldikten yoğun bir bilgilenme süreci yarattılar. En cahil insan bile dünyanın farkına varmaya başladı. Evler, apartmanlar, gökdelenler, otomobiller, uçaklar, gemiler, her şeyi satan pazarlar, sinemalar, televizyonlar, telefonlar. Görsel imgeler insanların güncel belleğine kazınıyor, Temelde öğretimsiz bile olsalar, insanlar dünyayı görsel boyutlar öğreniyor ve yüzeysel de olsa ortak oluyorlar.

Gençlerin son eylemleri, daha yaşlı kuşakların doğasını ve gücünü bilmedikleri iletişim çağı kuşaklarının yetiştiğini kanıtladı. Sadece iktidar değil, toplum da bu genç eylemi anlamakta zorluk çekiyor. Mısır olayları bir yıllık dinci cumhurbaşkanının ne duruma düştüğünü gösterdi. Dünya bildiğimiz ya da bize gösterilmiş dünya değil. Gelecek olasılıkla bizim şu anda bilemediğimiz biçimlere girecek.
Yakınlarda Amerika’nın uzay çalışmalarını planlayan Nasa’nın (Ulusal Aeronotik ve Uzay İdaresi) Mars gezegenine gönderdiği ‘Merak’ adlı robot yeryüzünden gönderilen sinyallerle 6 ağustos günü Mars yüzünde ‘Gale’ krateri denen 20x7 km. genişliğinde eliptik bir çukurun 300m. yakınına indirildi. Zengin araçlarla donatılmış küçük bir laboratuar olan bu robot 20 kasım 2011’de, yani 7 ay önce fırlatılmış ve uzayda 250 milyon km yol alarak sadece 300 metrelik bir farkla istenilen noktaya düşmüştü. Bu, bir tüfekle 300 m ye atış yaparsanız bir insanı alnından tam ortasından vurmak demektir.

BİZ YARINI BİLE HESAPLAYAMAZKEN
Dünyanın çapından 8 kat daha fazla bir uzaklıktan ve bütün öğeleri hareket eden bir atış sürecinde istediğiniz noktanın bu kadar yakınına ulaşmak, çağdaş bilim ve teknolojinin yüksel potansiyelini gösteriyor. Robot saniyede 3600m. hızla gidiyor (bu otomobil hızıyla saatte 12960 km. eder. Yani saatte 130km. hızla giden bir otomobilden 100 kat daha hızlı). Dünyadaki deneyimlerimizle hayal bile edemeyeceğimiz mesafelere laboratuvar gönderen, orada onların uzun zaman kalıp bize Mars hakkında bilgi vermesini sağlayan adamlar bizim gibi insanlar. Bilim adamı ya da mühendis olarak diploma almışlar. Mars’ın hareketlerini dünyanınkiler kadar doğru gözlemleyerek, araçlarıyla ölçüyorlar. Şaşırtıcı olan, bu teknik performansların bir gün sonrasını bile hesaplayamayan insanların ve toplumların yaşadığı bir dünyada gerçekleşmesi.

Biz okumamış Anadolu göçerini tek aşamada bilim adamı yapamayız. Kaldı ki toplumu tek bir aşamada kentli de yapamıyoruz. Son günlerde öğretimi idare edenlerin aklına gelen ilk iş, kızlarla erkekleri ayırmak. Bugünün yaşamında bu ayırımın ne anlamı var? Çağdaşlık toplum üyelerinin yeni bir iletişim evresine girmesinden, yeni bilgilerden, yeni ilişkilerden, yeni motivasyonlardan kaynaklanıyor. Televizyonu, sporu, alışveriş merkezlerini, telefonu, kamu taşımacılığını, 25 milyon öğrenciyi, hastaneleri, fabrikaları, konferans ve konser salonlarını, sinemaları, kadın erkek diye ayırmak olası mı?

Böyle bir anlayışta temellenen bir öğretim bizi Mars’a götürebilir mi? Ortaçağda kalan kesimleri geniş olan toplumların öğretimlerini çağdaşlaştırmaları olanaksızdır. Toplum dünya bilgisi açısından zenginleşse bile biz Ay’a roket fırlatacak örgütler sağlamazsak, iletişimi de, şimdiki gibi, ile ithal etmeğe devam etmek zorunda kalacağız.

Uçak yapmak, silah yapmak için, otomobil yapmak, ameliyat yapmak, kalbiniz durursa çalıştırmak, beyninizin filmini almak, ilaç hazırlamak için bilim adamları, mühendisler, doktorlar gerek. Fotoğraf makinesi, televizyon, sinema yapmak için mühendis gerek. Yeni gelişmeleri fizikçiler, kimyacılar, bilim adamları gerçekleştiriyor. Bugün içinde yaşadığımız dünya o kadar çok teknoloji kullanıyor ki, Çin’in milyarlık nüfusunu beslemek için diploma verdiği mühendis sayısı yılda beş yüz bin civarında.

Türkiye’de bunu tartışan var mı?
Bilim adamlarının gelişen matematiksel yöntemler ve çok duyarlı cihazlarla yaptıkları deneyler araştırma enstitülerinde üniversitelerde ve özel kurumlar tarafından destekleniyor. Bunlar için gerekli araçları yapan fabrikalar, bilime inanan politikacılar bunu gerçekleştirecek politik irade olmadan ‘Merak’ robotunu Mars’a indiremezsiniz.

İŞTE TEMEL BİR SORU
Cahiller neden Mars’ı inceleme gereği duymuyorlar? ‘Biz karnımızı doyuramazken gökteki yıldızlarla neden uğraşalım?’ diyebilirler. Onlara insanların bu merakı 3000 yıldır duyduğunu, yüzyıllardır bunu gerçekleştirmeye çalıştığını anlatamayız.

 Bilgi ve davranışlarıyla Ortaçağda yaşayan insan, bilgi birikiminin çok uzun bir tarihi süreç içinde olduğunu anlayamaz. Ona karşın yaşam sürecin hızlandığını görüyor. Öküzlerin ya da mandaların binlerce yıl çektikleri sabandan traktöre kısa bir sürede geçildiğini gördü. Köyde vaktiyle hiç görmediği şeyleri kentlerde hatta kasabalarda görüyor. Sağlıkla ilgili konularda doktor, röntgen, MRI gibi teknikleri ve ilaçları kendi deneyimi ile öğreniyor. Otomobil, kamyon, traktör kullanmayan kalmadı. Hiç görmediği araçları da televizyonda görmüş olması normal.

Fakat cahil toplumun çağdaşlaşması örgütlenmemiş yüzeysel bir görsel bilgilenmedir.

Halkın dünyaya kapısını açması, Anadolu nüfusunun kentlere dolmağa başladığı 1960’lı yıllara uzanır. Ne var ki bu bilgilenme çağdaşlık bilincine ulaşmaya yetmiyor, ve gelişen dünyaya ortak olmamız anlamına gelmiyor. Toplumun cahil kalmasına neden olan politik bağnazlıklar aşırı derecede yoğun.

Bilgi, var olmanın bir uzantısı haline dönüşmedikçe toplumsal yaşamla doğal bir ilişki kuramıyor. Okullardaki bilginin yaşamla ilişkisi genelde doğrudan değil, soyut ve genel. Buna toplumun bilgi vurdumduymazlığını ekleyince durum umut verici değil. Bunu sağyamayan öğretimin bedeli toplumsal çöküştür.

Çağdaş toplumların sorunları aynı. İnsanlar dünyanın dengesini ancak ortak olarak çalışırlarsa düzeltebilecekler. Farklı olduğumuz yalanına aldanmayın! Dünya için tek bir çözüm var. Bizim gibi cahil toplumlar bu sürecin figüranları olarak kalıyorlar. Oysa yakın gelecek bir ölüm kalım savaşıdır. Kanımca buna ortak olmayanlar olanlardır. Soyları tükenen hayvanlar gibi olmamak için sadece bilimden geçiyor. Çağdaş devletin temel ödevi toplumu bu bağlamda uyandırmaktır. İnsanlar ‘Kime soruyorsun bunları be adam!’ diyebilir. Aklı kaldığı varsayılan birilerine. Umutlarını yitirmemişlerse!

Sevgili Okuyucular,
Cehaletin iç ve dış kölelik tuzağı olduğunu anlamayan o cehaletin parçasıdır.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Atatürk Lozan için: "Tarihte misli görülmemiş bir hesaplaşma" der. Cepheden konferansa giden İnönü ‘ulusun ters dönmüş alınyazısınıyenen’onurla masaya oturur. Cumhuriyet ve devrim sürecinde büyük sorumluluklar taşır. Ama ‘hurafe ve safsatalar’ eşliğinde siyaset alanlarında yer tutanlar, antlaşmayı da demokratik rejimin
kurucusunudahedef alırlar. Ulus-devleti reddeden, ilerici ve toplumcu her gelişmeye karşıt, "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi eşbaşkanı",karalamada herkesi geçer.Öyleyse yeren ve yerilen zihniyetleri,tarih önünde bir karşılaştırmak gerekir…

Lozan ve İnönü - Ertuğrul Kazancı
Emperyalizme kul olmuş yönetim elinde sömürgeciliğe biat etmiş bir ülke düşününüz.Bandolu askeri işgal güçlerini,hoş tutulmuş azınlıkların bozgunculuklarını, arkadan vuran iç isyanları hatırlayınız.Halife’nin idam fermanlarını sallayan işbirlikçi güçler ortalarda dolaşsın. Çaresizlik,başıboşluk ve yoksulluk dolu ortamda yurtseverler ülke ve ulus için ‘fedây-ı can’etsinler.İşte Lozan’a ulaşan onurlu yolun başlangıcında bunlar vardır.

Yaptıkları hizmetlerle göze çarpan saygın kişilerin eserleriyle beraber korunması,devlet geleneği olmalıdır. Geride kalanlara düşen yüceltici görev budur. Ama bu ülkenin yakın tarihini doğru-dürüst bilmeyenler çoktur. Sanırlar ki yaşadıkları günün koşullarında bir Türkiye armağan edilmiştir. Gametmeden toprağa düşenler,gaziler, kağnı arabaları ve “tekâlifi milliye özverisi belleklerden uçmuştur. Uçar olunca da,miting meydanlarındanhalka ve yakın tarihe “musallat” olanlar, fırsat bulmuşlardır.

Hak ve insaf:
Şanlı Anadolu İhtilâli, üç askeri ve iki de siyasal zafer üzerinde kuruludur. Birinci İnönü savaşı ilk başarı olurken, İkincisi emperyalist dünyada bile: “yeni bir devlet doğuyor”  yorumuyla karşılaşmıştır. Sakarya veDumlupınar  zaferleri de onurlu bir bağımsızlığın müjdelerini vermiştir.Mudanya mütarekesi , 1919-1922 arasındaki Anadolu savaşınıbitiren olaydır.Lozan antlaşması, 1914 yılında başlayan ama resmen 1923 yılına kadar uzanan süreci yani Birinci Dünya savaşını noktalamıştır. Her iki metindekiimzalararasında İnönü de yer almaktadır.

Mısırlılarla Hititler arasında yapılan Kadeş sözleşmesinden sonra en uzun ömürlüsü Lozan’dır. 13 ülkenin toplandığı konferansta dost Sovyetler dışındakilerle Türkiye karşı karşıyadır. Lozan’da yeni bir devletin varlığı hukuken onaylanmış, kapitülasyonlar kaldırılmış,saldırı antlaşmayla durdurulmuştur.

Bu arada kaydedilmesi gereken odur ki, 12 adalar, Balkan savaşından sonraki Berlin ve Quichy antlaşmalarıyla 1912 ve 1914 yıllarında Osmanlılarca terk edilmiştir. Lozan’da stratejik Gökçe’ ve Bozcaada elde edilirken Ege-Akdeniz bölgesindeki 5 adanın yeniden ele alınması, Musul’la birlikte1925 ve 30’lu yıllara bırakılmıştır. Ne yazıktır ki, İngiliz tahrikli Şark isyanlarının1938’lere kadar sürmesinin getirdiği sorunlar Türkiye’ye bu uğraşlardan alıkoymuştur.

Günümüzdekiayrımcı, teokratik, feodal ve dönek liberallere göre: Sevr, Lozan’a yeğdir. Bu cenah hem bu ülkede yaşamakta ve hem de bu ülkeye hıyanetin yolunu kıyasıya aramaktadır.İyiyi kötüden ayırma konusunda akıl almaz yanılgılara düşürülen bir halk da;  Lozan,Cumhuriyet ve devrim karşıtlarını sezememektedir.İşte felâket, haksızlık ve insafsızlık buradadır.

Saptırıcılık:
İsmet İnönü’ye karalamalar durmaksızın sürer. O da yakınır: Ben ki zaferler kazanmış ve birçok başarılara imza atmıştım. Ne oldu? İnkârlarla dolu bir propaganda her şeyi yıkıp geçti.İleri yaşımda sinirlerim ve aklımla mücadele vermek zorunda kaldım.

İnkârların’ başlatıcısı Demokrat Parti’dir. Tarih sayfasıyla oynanır. İnönü savaşları yok edilir veLozan küçültülür. Ulusal kahramanın başına taşlar attırmaya, linç ettirmeye kadar uzanan tertiplere girişilir. Günümüze aktarılan İnönü düşmanlığıda artan bir hınçlayürütülür.Saklı hedef Atatürk’ün  sırasıayrıca ve sabırsızlıkla beklenir.

Kem bir ağız,şimdilerde İnönü’ye tüm icraatlarıyla birlikte çatmaktadır. Ulusalcılığı ayaklar altına aldığını söyleyen, özgürlüklere sırt çevirmiş, kapitalizmin piyasa uygulayıcısı olankişi, bıyığı dahil İnönü’yü eleştirmektedir.  İnönü adı taşıyan İstanbul ve Kocaeli statları bile alışveriş merkezi olmak üzere bu zâtdöneminde satılmıştır.Ekonomik bağımsızlığın kaleleri bulunan Kamu İktisadi Teşekkülleri kalmamıştır.Atatürk-İnönü ikilisinin toplumcu üretim kurumları, yerle-bir edilmiştir.  

Ucuz tüketim malları çıkaran Sümerbank’tan yararlanmayı durduran, SEKA’nın ürettiği kağıtlarda yazıp-çizmeyi önleyen, iletişimi Lübnan-Fransız ortaklığına veren, nasıl bir zihniyettir?Bankaları can düşmanı ülkelere, işçi haklarını taşeronlara, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sermayeye sunan tutum nedir? Liman ve tersanelerle, kamu endüstrilerini çokuluslu şirketlere ihale ederek “babalargibisatan” talimatların kaynağı neresidir?

Terekesinde üç-beş tas, kilim,hırka vemisvak çıkan,“Ben mirasbırakmam” diyen bir Devlet Başkanı Peygamber’in yolunda gittiklerini’ söyledikten sonra malvarlıklarına paha biçilemeyen ‘karun’ gibiler mi güvene layıktırlar?

Sonuç:                                                                                  
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan antlaşması, bu ülke ve ulusun hukuksal nitelikli evrensel yaşam belgesidir. Antlaşmaya imza atan el, siyasal bilimci Rostow’un deyişiyle: Diktatörlük yetkisinden demokratik rejime geçişin tek ve eşsiz örneğidir.

Düşmanlıklarını gerçek dışı savlara bağlayanlar,ulusal tarihimizde asla değer taşımayacaklardır. Ama Lozan ve İsmet İnönü, bu devletin onur sayfalarında hep canlı ve anlamlı kalacaklardır.

  Ertuğrul Kazancı / Eğitimci-Hukukçu/Cumhuriyet

Cehalet, neredeyse genetik bir davranış bileşeni
Sevgili okuyucular, bizim halkımızın 1071’den bu yana aşağı yukarı 900 yıllık okuma yazma bilmeyen bir geçmişi var. Cumhuriyetin başında %90’ı köyde oturan halkın okuma yazması yoktu. Kaldı ki bu, çifte kavrulmuş bir okuma yazma bilmemekti. Çünkü bu toplum Arapçayı, Kuran dili olduğu için dinle bir tutan bir körlükten gelmektedir. Cumhuriyetin erken döneminde imza atanın okuma yazma bilen kadar önemli olduğu dönemleri anımsıyorum.

Din ile Uygarlık Arasında Aziz Cehalet - Doğan Kuban
Günümüzde de Çağdaş uygarlığa dili, bilimi, sanatı, estetiği ve davranışlarıyla direnen Türk toplumunun en aziz varlığı cehalettir.

Bunun temelinde halkın kendi dinini bilmemek olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu yargıyı şöyle kanıtlamak olası: Dini namaza ve oruca indirgemiş Müslümanlar ağızlarından Bismillah sözünü düşürmezler. Oysa bu bir kısaltmadır. İslam öğretisi Kuran’dan kaynaklanır. Her sure ‘esirgeyen, bağışlayan ve acıyan Allahın adı’ ile başlar. Sadece adı işle başlamaz. Kuran Allah’ın insanları bağışlayıcı, esirgeyici iradesine uyarak birlikteliğe çağıran bir inançtır. Allahın birliği insanların birleşmesi için en yüce çağrıdır.

Sabahtan akşama ayrılık çağrısı yapanlar bunun ayırdında mı? Ne var ki bizim değil Arapça, okuma yazma bilmeyen insanımız Besmele’nin anlamını (mealini) hiçbir zaman anlamamıştır. Eğer Tanrı acıyor, esirgiyor (neden? Hatadan!) ve bağışlıyorsa (neyi? Hatayı!) Müslümanların ilk uyması gereken bu davranışlardır. Bunu her ayetin başında yineliyor. Bunlar, bütün insanlık için, birlik ve sevgi çağrısıdır.

İslamda, bunun kadar önemli ve birlikteliği zorlayan bir başka özellik, Peygambere inanmanın da birleştirici olmasıdır. Bunu anlamadan yaşamını sürdüren Müslüman, inancının temel ilkelerinden habersizdir. Arap ve Müslüman dünyasının haline bakın. Birleşmeye yönelik bir söylem işitiyor musunuz? Silahlar insanları sadece mezarda birleştiriyor. Elleri birbirlerinin boğazında olanlar bazı şeyleri bilmiyorlar.

TEMELDE TOPLAM BİLGİSİZLİK VAR
Biz Arap olmadığımıza ve Arapça anlamadığımıza göre Türkiye’de dinsel bilgisizliğin tümel bilgisizliğin temeli olduğunu hiç düşündünüz mü? Geçenlerde bir genç dostuma komşuları Arapça öğrenmesini tavsiye etmişler. İyi ki boğazını kesmediler. Siz Türklerin bütün tarih boyunca Arapça öğrendiklerini işittiniz mi? Pakistanlı, Afganlı, Bangladeşli, Çinli, Endonezyalı Müslümanlar Arapça mı konuşuyorlar?

Kimi bölücü cahiller (bunlara İslam’da münafık denir) medrese mollası ile halkı karıştırmaya başladılar. Toplumun, sabahtan akşama, ileri geri konuşan sokaklar dolusu insanına bunları soran var mı?

Arapça cahil bir toplumun dili olduğu için, Peygamberin hadislerinde de belirtildiği gibi, İslamda bilgiye çok önem verilmiştir. Bu sadece din bilgisi olamaz. Kuran’da ekmek nasıl yapıldığı, tohum nasıl ekildiği yazılı değil. Otomobilden de söz edilmiyor.

Bilgisizlik bağlamında Arapça’da çok sözcük var: Cehl = bilmezlik; Cahil = bilimsiz, bilgisiz, tecrübesiz, toy; Cühela = bilgisizler, kendini bilmezler, münasebetsizler; Cehalet = bilmezlik; Cahili anud = inatçı cahil; Cahilane= cahilce, bilgisizce; Cüretı cahilane = bilgisiz ataklık, bilgisizin cesareti; Tecahül= bilmezlikten gelme.

Bu sonuncusu Türk toplumunda yaygındır. Biraz ahlaksızlık kokar. Okuma yazmayı hiçbir zaman öğrenemeyen Osmanlı toplumu ve Arapçayı hiçbir zaman öğrenemeyen bugünkü Türk toplumu bu nüans’ları hiçbir zaman öğrenemedi.

Cumhuriyet bazı bilinçli insanlara cehaleti aşıp bilgiye uzanma yeteneği vermiş olsa da, hala ‘cahil’ sözcüğünü kullandığımıza göre bu okuma yazma bilmeyen toplumun bilgisinin sığlığını düşündürüyor.

“DÜŞÜNCESİZ TÜRKLER”
Türklere cahil diyen önce Batılılar. İstatistikler de onları doğruluyor. 16.yüzyılda sultanın ünlü vakanüvisi Naima, Etrakbiidrak (düşüncesiz Türkler) diyerek Arapça okuyamayanları sınıflandırmış. Sultan buna bir şey demiş mi acaba? Cumhuriyet bizi kör cahillikten kurtardı. Dünyanın en cahilleri arasında değiliz. Fakat cehalet artık sadece okuma yazma bilmemek düzeyinde algılanmıyor. Bugün dünya hakkında doğru bilgilenme gerektiren bir kültür aşamasında yaşıyoruz. Buna ulaşamamak, daha tehlikeli cehalet.

Bunu gerçekleştirememenin iki nedeni var:
a Ortaçağdan sonra Müslümanlar dünya kültürüne hiçbir katkıda bulunmadılar;
b Türkiye dışında Müslüman dünyası 19. Yüzyılda sömürge idi. Bizim toplum bunların hâlâ farkında değil. Okumuşu da dahil. Arapça bilmedikleri için dinlerini de bilmiyorlar. Dincilerin uydurma Türkçesini Kuran’ın yerine koyuyorlar. Kendi dilini bilmeyen Arapçayı da öğrenemez. İnancını kendi diliyle anlatamayan dindar da olamaz.

Osmanlının Arapça bileni Türkler’e “düşüncesiz Türkler” demiş. 26 milyon öğrencisi olan Türkiye’de biz hâlâ Cehalet’den neden söz ediyoruz? Ne var ki geçenlerde işitip okuyuculara duyurduğum gibi, sokakları dolduran kalabalıklar aşağıdaki soruları yanıtlayamıyor: Libya nerede? Afrika’da bir yerde; Van nerede? Doğuda bir yerde; 29 Ekim 1923’de ne oldu? Ben tarihle ilgilenmiyorum;1000 liraya bir milyar diyorsunuz! Alışkanlık. Ben matematik bilmem.


DİLİNİ BİLMEYEN BİR TOPLUM
Sevgili Okuyucular,
1950’den bu yana her şeyi politika gözlüğünden, politikayı da futbol gözlüğü ile gören ve Müslüman olduğu için Arapça öğrenmesi gerektiğini düşünen, fakat değil Arapçayı kendi ana dilini bile öğrenemeyen bir toplum yetişti. Bunun acıklı, daha doğrusu acı ve tehlikeli sonuçları var. Ve giderek iyileşmiyor.

Dilini bilmeyen ve çağdaş tüketim hastası bir müşteri olarak beyni yıkanmış, yönlendirilmiş, bilimi de kendi diliyle değil, İngilizce öğrenmeğe zorlanan bu toplum, Cumhuriyetin ilk 27 yılından sonra, yavaş yavaş yozlaştı. Eskisinden çok daha fazla okuduğu doğru. Fakat bu, dünya cahili olmasını engellemiyor. Gerçi toplumlar sade yollarını kaybetmiş olanlardan oluşmuyor. Ne mutlak iyi var, ne de mutlak kötü. Her şey karşıtlıklar içinde olduğu kadar buluşmalar ve örtüşmeler içinde biçimleniyor.

Fakat çağımızın dünyası, yolunu şaşıranların bir daha geri dönemeyecekleri bir doğal dönemece geldi. Modası geçmiş ideolojilerin söylemlerini yineleyenlerin sözleri havanda su dövmek demek. Hiç birinin dünyanın susuzluğuna, enerji krizine, bilgisizliğe çözüm getirecek bir önerisi yok. Çünkü tüketim ekonomisi ile iç içe geçmiş bu ideolojiler, sadece en geri kalmış, toplumları değil, sözde gelişmiş toplumları da olumsuz etkiliyor. Çünkü iletişim ve psikolojik propaganda, tüketimin hizmetinde akıl almaz bir etkinlikle çalışıyor. Günümüzün temel cehaleti de bundan kaynaklanıyor.

Yaşamak isteği, dünyaya gelenin hakkıdır. Fakat insanlar dünyadaki durumlarını değerlendirecek bilgiye sahip olamıyorlar. Örgütlü güçlerle mücadele de edemezler. İnsanların çoğunluğunun bu zavallı durumunu kendi lehlerine çeviren insanlar var. Bunlara aslan ya da çakal olarak bakmanız sorunu değiştirmiyor. Sürekli beyni yıkanan toplumların tepkilerinin bir yönde toplanması olanaksız. Geri kalmış toplumlar ileri gidenlerin pazarı oluyor ve daha çok olacak. Sonunda bu bilinçsiz tüketim dünyası kendi mezarını kazıyor.

Bu durum dinlerin, felsefelerin, bilgelerin, yüzyıllardır söylediklerine aykırı, ama sahne değişmiyor. Bu sahnelerde oynayan kişilerin bir fırtınada damdan uçacak kiremitler kadar önemsiz olduğunu unutmamak gerek. Kışın dallara tutunmuş son yaprakların dayanması, ağaçların çırılçıplak kalmasına engel olmuyor. Kışa çıplak gireceğini öngöremeyen topluma, gelişmemiş deniyor. Arapçası cahil.

Bin yıllık bir toplumsal düşünce birikimi noksanlığı olan cehalet, neredeyse genetik bir davranış bileşenidir.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget