Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü - Cevat Kulaksız

Ulusal Eğitim Deneği’nin organize ettiği, Yazar Dr. Kemal Ateş [i] ile güreş dalında eski Olimpiyat Şampiyonu Ahmet Ayık’ın [ii] katkıları ve anılarından oluşan “Olimpiyat Kürsüsünde bir Köy Enstitülü” konulu konferans düzenlendi.

Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü - Cevat Kulaksız
28 Kasım 2015 günü dernek salonundaki konferansta, çoğunluğunu eğitimci üyelerden oluşun izleyiciler, ilgiyle izlenilen bu anılardaki konular, konferansta konuşan Yazar Kemal Ateş’in yeni yayınlanan Neşter ve Madalya romanın adeta bir özeti gibiydi. Biz de bu ilginç konuşmaların dört duvar arasında kalmaması ve okuyucularımızın da yararlanması için size sunma gereğini duyduk.

Bu konferansla, Köy Enstitülerinin kapatılmakla ülkemiz için ne kadar büyük kayıp olduğunu, Türk sporuna yetiştirdiği güreşçilerin başarıları; kapatılmaları ile de Türk güreşinde çok büyük gerileme olduğunu anlatıldı ve hüzünlendik. Güreşçilerin hemen hepsi yoksul köy aile çocuklarıdır, Köy Enstitüleri de Anadolu’nun yetenekli Anadolu köy çocuklarına çok büyük şans ve katkı verdiğinden, içlerinden yetişen büyük şampiyon güreşçilerin çıktığını Neşter ve Madalya gibi belgesel romanla da öğreniyoruz. Böylece Köy Enstitülerinin kapatılması ile ata sporu güreşe de zarar verilmiş olmakla, güreş kaynağı kurutulmuş oluyor.

İlk konuşmayı yapan Yazar Dr. Kemal Ateş şunları söyledi:

Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü - Cevat Kulaksız
“-40 yılı aşkın edebiyatta bir geçmişim var. Kendimi daha çok edebiyatçı olarak gördüm. Doktoramı yapsam da, 40 yıl üniversitede ders versem de, gönlüm hep edebiyatta oldu, yazarlıkta oldu. Hep şunu gördüm üniversitede; üniversite de, tabi çalışacaksınız da, ondan önce boğuşacaksınız. Ben, üniversitede kimseyle boğuşmayım, yaptım yeter dedim, daha çok yazarlığa verdim kendimi.

Elimdeki bu kitap belgesel romanı, bir dönem romanıdır. Her ne kadar başkahramanları Celal Atik, Yaşar Doğu, Ahmet Bilek, Vedat Datlı, Mustafa Dağıstanlı, Mithat Bayrak gibi. Ben bir dönem romanı yazdım. 40 lı yıllardan aldım, çok partili hayata geçiş ve 27 Mayıs’la son bulan özellikle Demokrat Parti’nin romanı.

Bu günkü konuşmam, tabi bu kitaptan yola çıkacağız. Nerden icabetti, derseniz. Biraz da çocukluğumdan söz edeyim.  ( Projeksiyondan küçüklük resimlerini göstererek) Şu resimdeki çocuk benim, şu da İsmet Atlı, çok efsane bir isimdir, Adana’nın yetiştirdiği, bana göre üç dört efsane isimden biri, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Orhan Kemal, diyelim ve üçüncü dördüncü sırada İsmet Atlı gelir acı bir kuvveti olan önemli bir pehlivandır.

(Küçüklük resimlerlini göstererek) Yıl 62, 16-17 yaşındayım, doğrusu aklımın ucundan bile geçmezdi, şu arkamda duran adamın bir gün romanını yazacağım. Bilsem içime doğsa ona başka sorular sorardım, başka türlü yaklaşırdım, başka türlü dost olmaya çalışırdım tabii. Yazacağımı bilsem daha başka yaklaşırdım. Gelecek olan, Ahmet Ayık’larla Hüseyin Akbaş’larla,  Hamit kaplan,  Ahmet Akbaşlarla ben aynı mindere ter döktüm. Gölbaşı Sinemasının altında bir salon vardı, orda çalışırdık. Benim başladığımdan bir yıl kadar önce Yaşar Doğu ölmüştü. Ama sanki ruhi aramızda yaşıyordu ve kendi ellerliyle tamir ettiği onardığı branda minderde çalışırdık, Celal Atik de hocamızdı, Celal Atik’in işi hep böyle acele olurdu, hep acele yürür, uzun kollarını sallayarak, antrenmanlara beş on dakika geç gelir. Gözünü kestirdiği, istikbal gördüğü gençleri hamur gibi yoğurur. Çok ilginç bir adamdı. Şimdi bu bu konuya başlarken bu roman olacak, yani şeyde spor salonlarında geçen ter kokan minderde geçen kitabı kimse okumaz, insanların hiç güreş izlemediği bir döneme geldik, ben bunun romanını yazacağım. Celal Atik hayatı beni önce cezp etti. Çok ilginç bir insan çok yakışıklı, öyle yabancı Hollivıd (Hollywood) artistleri gibi. Üç karısı var, buna rağmen peşinde koşan kadınları bilirim, Müzeyyen Senar gibi şarkıcılarla arkadaşlıklar yapmışlar. Bunların çok ilginç, şampiyondan önce 40 lı 50 li yılarda birer kahraman. Gittikleri yerde bakandan, aktörlerden daha çok ilgi görüyorlar, birer kahraman bunlar. Bu anlatılmalı, böyle bir fenomen adam, çok risk alabilen, güzel konuşan eşber adam.

Celal Atik’in roman yazma konusunda öyle renkli ilginç olayları sıralayabilme konusunda, bir roman yazmada bana ilginç geldi.

KÖY ENSTİTÜLÜ BİR PEHLİVAN SPORCU
İkinci de beni etkileyen isim de, Ahmet Bilek, şimdi konum olan. Ahmet Bilek’in hayatı da beni Köy Enstitülerine götürüyor. Köy enstitülerin de en karışık, en kritik tam savrulduğu günlere götürüyor. O da Demokrat Parti, CHP den geçiş DP başladığı yıllar. Öyle bir döneme götürüyor, dedim tam bir dönem romanı yazabilirim, doğru yoldayım dedim. En az nerdeyse yüz kişiyle görüştüm, kimi yüz yüze, kimi telefon bağlantısıyla yüze yakın insanla görüştüm, defterler doldu, bandlar doldu. Celal Atik’in köyüne gittim, Yaşar Doğu’nun köyüne gittim, Hasan Güngör’ün memleketine gittim Denizli’ye, defterler doldu.

Celal Atik’in şimdi bir de sinema deneyimi var. Bu beni sinemaya da götürdü 50 li yıllarda Yörük Ali diye bir filimde başrolde oynamış, onunla şöyle oldu, sinemacılar da yararlanmak istiyorlar. Bir filimde oynadı, hayal meyal o filmin afişlerini hatırlarım Melek Sineması’na geldi 50 li yıllarda. Bir Yeşilçam macerası var, onun yönetmenini bulabilir miyim dedim, Esat Özgül diye bir yönetmendi. Esat Özgül için eleştirmenlerle konuştum. Yeşilçam’da, “o adam öldü” dediler, ama içimden bir ses -sen aramaya devam et- diyor. Googl a girdim, “Esat Özgül 1921 Boyabat 1976 Adana öldü” diyor. Ama yine içimden bir ses, google beni hem yanıltıyor hem doğru yolu buldurdu o yanlış bilgi. Dedim ki, Boyabat’ta doğmuş adam, Yeşilçam’da yaşamış adam ve Amerika’ya gitmiş, niye Adana’da ölmüş, diye düşündüm. Burada bir terslik var, bu yanlış bilgiyi okuyan herkes, “öldü öldü” diye yaygınlaşmış. Eğer internete bir yanlış bilgi girmesin o çoğalıp gider gidiyor. Ahmet Bileğin hayatını 51 diye yazarlar hâlbuki 50 de öldü, yanlış yazmış,51 diye yazıyorlar 50 de öldü.

Boyabat’tan bir yerel gazeteye ulaştım. Oradan İsmet bilmem ne adında biri bana yardımcı oldu ilgilendi, kaç kişinin telefonunun verdi Boyabat’ta. İhsan Özgül diye biri o da üvey abim” dedi. Telefonunu bulabileceğim saate kadar arattı, aradım adamı, yaşlı biri, ama çok sıcak, nasıl içten nasıl memnun oldum. Ayakları şiştiği için gelemiyor artık, Türkiye özlemiyle dolu bir adam. Her gün arasam mutlu olacağım, internet de kullanıyormuş 91 yaşında, 21 ilaçla yaşayan bir adam. Adam yaz diyor, ben adamın beynini adeta sağmaya çalıştım, hatırlamak kolay değil 91 yaşındaki bir insanın.

Benim için önemliydi Esat Özgül, 40yıl Celal Atik’le Boyabat’tan film çevirmiş. Birlikte rakı içmişler, birlikte film yapmışlar. Sonunda da tartışıp kavga etmişler. Yakından karakterini tanıyorum, bu açıdan ilginç önemli.

İkincisi, Esat Özgül 1948 de Londra’da öğrenci, sinema okuyor. O sırada 1948 Olimpiyatları oluyor, savaştan sonra ilk oluyor, çok önemli. İşte bizim güreşçiler Celal Atik’ler, Yaşar Doğu’lar, Nasuh Akar’lar altı altın madalya ile dönüyorlar. Gümüş şu bu var onları saymıyorum. Esat da, üzgün onları izliyor orda, Hatta bir gazetenin İngilizce bilen elemanı olmadığı için ona görev de vermiş. Bu amaçla da izliyor, yakından tanıyor. Bana 48 Londra’sını anlatacak, lokantalarıyla, yaşayışıyla, kadınıyla, kızıyla, soysal hayatıyla, ban hem Londra’yı anlatacak, hem güreşçilerimizin seyrettiği oradaki olaylarını anlatacak, hem de film macerasını anlatacak. İlginç bir adam, doğrusu ben Esat Özgül’ün bana katkısının sadece belgeler, bilgiler düzeyinde olacağını sanıyordum ama adamı gittikçe öyle sevdim, öyle yararlı olup roman gelişti ki, romanın bir kahramanı oldu o da. Londra’yı onun gözüyle anlattım. Ne güzel, ben bunu onun gözüyle anlatırım. Yeşilçam Macerasında da o var, ilk Yeşilçam macerasında o var, tesadüf mü nedir, adamın böyle iş yaptığı adamlar, ya ajan çıkıyor, ya casus, böyle bir hayatı var adamın. Londra’daki işi bittikten sonra, burada basın yayından bir iş buluyor, ama Ankara onu açmıyor, Londra’da güzel kızlarla her gün dans ediyor, burada kız arkadaşı bile yok, bekâr, sevemiyor Ankara’yı, buradan nasıl kurtulacağım diye, İngilizce de biliyor, Amerikan elçiliğine gidiyor. Gelirken orda dostları oluyor, bir gün oradan biri buna teklifte bulunuyor, diyor ki, Ahmet Bey, Amerika’dan bir ekip gelecek, bir proje var, film çekilecek, bir yönetmen yardımcısına ihtiyaç var, senin gibi İngilizce bilen birine.

FİLİMCİDEN CIA AJANI
Tamam, diyor atlıyor hemen, ekip geliyor, sanıyorum dört kişilik de bir ekip, biri de kız, bunlara karışıyor. İşler biraz ilerleyince, anlıyor ki bunlar, yanındakiler CIA ajanları, bunlar bizi NATO ya hazırlıyorlar,  böyle bir proje. Sinema ile ilgili ama ellerinde kamera yandaş casus arıyorlar açıkçası, ellerindeki kamerayla, iş bu. Bulaşmış bir kere, çok para alıyor, film de yapmak istiyor. O parayı alıp, Yeşilçam’a gidip Yörük Ali filmini o parayla çeviriyor, yani Yörük Ali Filminde CIA parası var; böyle bir şeyler yakaladık romanda. Esat Özgül, Celal Atik’in yönetmeni tek başrolü oynuyor, Deniz Tanyeli ile. Tanyeli’ni bizim kuşak iyi hatırlar, Zeki Müren’le Berduş filminde oynamıştı. Dansöz Tanyeli’den başka bir Tanyeli bu, o bunun ismini kullandı 50 li yıllarda şöhret oldu. Üç yıl sinemada görüldü, büyük bir yıldızdı, gene onun hikâyesini anlatıyorum aslında burada; Rum asıllıdır, Deniz Tanyeli’nin dansöz Tanseli ile hiç ilgisi yok. Dansöz Tanyeli ondan istifade etti.

Celal Atik’in bir bu yönü var, bir de, Celal Atik 58 yılında gazinoculuğa başlıyor. Yenidoğan’da yetişmiş, kabadayılıktan gelen biri Celal Atik, oradan kabadayı arkadaşları var, Ahmet Bey’den geldim. Bunlarda biri de Gazi Avşar, bizim hemşerilerin bilmesi lazım; Gazi Avşar ismi Demokrat Parti (DP)  döneminde simge bir isimdir. Menderes’in fedaisi, diye bilinir, Yassıada’da Menderes’le yargılandı. Yenidoğan’dan Celal Atik’in arkadaşı, Celal Atik’in kahvehane işleri var, işleri ters gidiyor.

Gazi Avşar’la şöyle bir sıla özlemi (sıla özlemi) yapıyoruz. Bakın canlı tarih Menderes’in fedaisi, Gazinocular kralı. Bu adam hayata papelcilikle başlıyor, yani üçkâğıtla başlıyor. Sonra daha çok kumar işi uğraşana bir kahvehane açıyor, Dışkapı taraflarında. Onun hikâyesi uzun, dağıtmayayım. Naci Tekdel diye bir bestekâr var, önce onunla kuruyor, sonra adamı tehdit ederek o gazinoyu alıyor, bir gazino yedi sekiz gazino birden oluyor, Demokrat Parti’ye kayıtlı. Demokrat Parti’nin (DP) militanlarını ayarlayan mitinglerini organize eden o. Demokrat Parti Ankara’da özellikle güçlendiren bu adam (Gazi Avşar) O da benim romanıma girdi, böylece bir Demokrat Parti Dönemi romanı olacak, roman diye düşündüm.

Sonra bana güç veren kahramanlarda biride, Ahmet Bilek. Ahmet Bilek, Celal Atik’in öğrencisi, kısa bir süre Ankara’da da, 55-56 lı yıllarda Ahmet Bilek Ankara’da bulundu, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda da askerlik yaptı, Gazi Eğitim’de de okumak istedi, çok duygulu, kibar, zarif biri. Gazi Eğitim’de Beden Eğitimi bölümüne yazılmış, babasını çok küçük yaşta kaybetmiş. Okumak istiyor, daha yüksek bölümlerde, Gazi’yi de bitirmek istiyor, spor öğretmeni olmak istiyor. Yatılı değil kendisi ama kaldığı yer uzak olduğu için yatakhaneden yararlanmak istemiş, bana sınıf arkadaşları anlattı. Yatakhanede kalırmış, bir Fransızca öğretmeni nöbetçi imiş, yatakhaneyi dolaşırken buna rastlıyor, “sen yatılı değilsin ne işin var burada, topla pılını topla git” diye, biraz da herhalde kaba söylüyor bunu. Arkadaşları araya giriyor, “bu milli bir sporcudur, yardımcı olalım” gibilerden arkadaşları öğretmene bir şeyler söylemek istiyorlarsa da, “yok arkadaşlar öğretmenimiz haklıdır” diyor, çantasını toplayıp gidiyor ve bir daha dönmüyor okula, böyle onurlu bir adam. Ahmet Bilek 1968 Roma Olimpiyatları şampiyonu. Sondan başlarsak, en büyük başarısı o, arada başarılar da var. 196o Roma Olimpiyatlarının en önemli özelliği yedi altınla döndük, hala spor tarihimizde aşılamamış büyük bir başarıdır. Bu gün onu konuşacağız, biraz. Spor tarihinde hala aşılamadı ve aşılacağını da ben zannetmiyorum, şu 30-40 yıl içinde aşılacağını da zannetmiyorum. Böyle büyük bir başarı,  27 Mayıs dönemine rastlar, işte o yedi altın adamdan biridir Ahmet Bilek.  Kula’ya bağlı Menye Köyünde doğdu, ama Eskişehir’in sporcusu olarak tanındı. ,

47 yılında önce bir sınava girmiş, Köy Enstitüleri sınavına, hiç sınavı kazanamamış. O zaman babası sağ, hüsranla dönmüşler. Babası o günlerde ölüyor, babası okumasını çok istiyor, öyle güreşçi falan olmasını değil, okumasını istiyor.  Babasının öldüğü günlerde bir haber geliyor. Girdiği sınavda yedekten kazanmış, Kayıt tarihi 2 Şubat 1947, Şubatta kayıt olduğuna göre yedekten kazanmış. Öğrenciler önce yavaştan alışırlar, çünkü küçüktürler ana kuzular. Herhalde biri ayrıldı Ahmet Bilek’i aldılar. Böylece Kapağı Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne atıyor, Kızılçullu Köy Enstitüsü İzmir’e çok yakın, köy konumunda bir yer. Binaları çok farklı Kızılçullu Köy Enstitüsü’nün. O binanın da ayrı bir tarihi var, Menderes’in de okuduğu bir misyoner okuluymuş aslında. Sonra Atatürk döneminde çıkan köy yasasıyla, köylerde yabancılar mal mülk edinemeyecekleri için, devlet el koymuş, zaten 1934 dede savaşın getirdiği krizden dolayı Amerikalılar da galiba bu okulu kapatmışlar. Dolayısıyla önce burayı devlet alıyor, önce öğretmen okulu, kısa bir süre sonra da Köy Enstitüsü oluyor, Kızılçullu Köy Enstitüsü. Ahmet Bilek de köy çocuğu, köy çocuklarının çoğunun karnı şiş, sıtmalı hastalıklı. Ahmet de o köy çocukları gibi eğitim öğretime başlıyor. İlk defa akordeonu, mandolini burada görüyor, altı çivili ayakkabıyı burada görüyor, pantolonu burada görüyor, toplu, fileyi burada görüyor, piyanoyu burada görüyor; kitaplıklar vs uzun uzun anlatılmıştır. Köy Enstitülerinde mandolin ve akordeon sesi eksik olmaz, öyle bir şey. İlk defa bir diş fırçası oluyor burada. Diş macunu bulunmuyor o sırada tabi, sabun kullanıyorlar daha çok.

Ahmet Bilek ilk yıllar uzun, yüksek atlamalar yapmış ufak tefek, kısa boylu bir çocuk. Okulda güreş yapılıyor, bir gün güreş seyrederken, Amerikalılar iyi yapılmış orayı bir spor salonu var, orda güreş yapan arkadaşları izlerken Nasuhi Gürkan diye bir (Bahçelievler Deneme, Hasanoğlan’da çalışmış, sonra gelmiş) Onunla konuşacaktım ama ölmüş. Orada öğretmen, “haydı oğlum işin yok mu, dersin yok mu, git” diyor. Aynı Nasuhi Gürgan bunda bir şey görüyor, sınıf takımına alıyor derken okul takımına alıyor ve giderek İzmir’de bir kulübe yazılıyor, daha sonra okulda başarıları geliyor. Bundan önce, bir rastlantı sanıyorum onu çok etkiliyor. 28 Ağustos 1948 de Yaşar Doğu, Nuri Boytorun, Halit Balamir sanıyorum Celal Atik de var. İzmir’li o ünlü ağır güreşçilerden bir iki güreşçi Kızılçullu’ya geliyorlar. Yeni Londra Olimpiyatlarından dönmüş birer kahraman. Kızılçulluya geliyorlar ve o gün güreşler de var. Nasıl Güreşler? Enstitüler arası 20 Enstitüden 450 sporcunun yarıştığı yarışmalar var. Atletizm, hentbol (el topu diyorlar) den tutun yüzmeye kadar, güreş nerdeyse her dalda yarışlar var. Yaşar Doğu, Celal Atik’ler güreş izliyorlar, etkinlik yapıyorlar ve Londra anılarını anlatıyorlar. Refik Kıran diye şu günlerde, umarım yaşıyordur, bir yıl ya da iki yıl önce konuştum kendisi ile. O anda Ahmet Bilek de ordaydı; Ahmet Bile de, ben dedi, Yaşar Doğu’yu dinledik, dedi. Belki ayrıntıları unutabilirim, şöyle bir ceket, el büyüklüğünde altında bir Türk Bayrağı, iyi bir pantolon geldiler, konuştular ve Londra anılarını anlattılar” dedi.

Neler anlattı, dedim.


YAŞAR DOĞU VE YANKESİCİ
İki anısı vardır Yaşar Doğu’nun birisi, biraz sizi güldürecek. Birisi de biraz, sanıyorum duygulandıracak.

Yaşar Doğu’nun, Londra’da metroda bir yankesici elini cebine atmış, parasını, cüzdanını çekecek. Tam elini cebinde yakalıyor, adamın. Düşünebilir misiniz, zayıf bir yankesicinin eli Yaşar Doğu’nun parmaklarının arasında! Önce Adamın elini hafiften sıkıyor, adam sesini çıkarmıyor, biraz daha sıkınca, biraz daha ve iyice sıkıyor, adam feryadı basıyor parmaklar birbirine yapışmış vaziyette. Ben diyorum ki, adam herhalde meslek hayatının en ağır iş kazasını geçirdi orda; uzun süre bir cebe elini sokacağını zannetmiyorum. Unu anlatıyor, güldürüyor.

GÜREŞÇİLERİMİZİ ALKIŞLAYAN TEK KOLLU İNGİLİZ ÇANAKKALE GAZİSİ
Bir de, bir seyirci, onların maçları sırasında, bizim güreşçileri izliyor, ama tek kollu. Alkışlamak istiyor adam alkışlayamıyor tek kolu ile. Ya masaya vuruyor, ya sıraya vuruyor, ya arkadaşının omzuna vuruyor, boyuna “alkışlayın alkışlayın” diyor. Bizim Türklerin dikkatini çekiyor bu dam, gazeteciler filan, “bu adam Türker’den daha coşkulu, alkışlayın alkışlayın diyor ve bağırıyor adam, “ben bu aslanların babalarıyla Çanakkale’de savaştım, bu tek kolumu orda verdim, alkışlayın” diyor.  “Böyle yiğit evladı bunlar”  diyor. Bu anısını Kızılçullu’da da anlatıyor. Dinleyenler arasında Ahmet Bilek’de var, çok etkileniyor, kitabımda. Yeni spora başlamamış veya başlamak üzere. İki üç aylık bir spor geçmişi var, Ahmet Bilek’in hayalleri daha da güçleniyor. “Ben de böyle Yaşar Doğu gibi şampiyon olacağım ve bir gün okuluma geleceğim ben de anılarımı anlatacağım” diyor.

İşte orada büyük bir tutkuyla güreşe bağlanıyor, hiç bir şey onu koparamıyor, ne o zor tipler Ali Yücel gibi, Ali Yücel biraz serseriliği olan biridir, Ahmet Bey bilir, çok yakından tanımıyorum, günahını almayayım biraz şey bir adam. Öyle Ahmet Bey’in karakterine ters bir karakter, zorlu rakiplerle karşılaşıyor ama hiçbir şey durduramıyor onu. Daha ilk başarıları okulda başlıyor, okulda onun hakkında yazan gazeteler, ilk başarısı 1950 den Ocak ayında Türkiye üçüncüsü oluyor, sonra Türkiye birincilikleri geliyor, derken Demokrat Parti işbaşına geçiyor, 1950 Mayıs’ında.


DEMOKRAT PARTİ İKTİDARA GELİNCE KÖY ENSTİTÜLERİNDE GÜREŞDE BİTTİ
Demokrat Partinin işi çok acele ve bunları savuruyor, “kadını kızı erkekler hep birlikte okumayacaklar” diyor, “erkekler uzaklaşacak” .  Ama Ahmet Bilek için Kızılçullu çok önemli spor salonu var, hemen yanında kulübü var, kulüpte arkadaşları var, orda düzenli antrenman yapması lazım, on gün bile gecikirseniz gerilersiniz sporda. Basri Gürkan yardımcı oluyor erkek arkadaşları ile onları Ortaklar’a gönderiyor. Ortaklar’da bereket, uydurma bir minder var. Bizim Köy Enstitülerinde güreş önemlidir, ona antrenman verebilecek gene hafif sıkletten Ahmet Kozak diye de biri var. Orada gene güreşe devam ediyor, sonra köy öğretmeni oluyor, Eskişehir’e naklini yaptırıyor. Bereket buralarda şansı iyi gidiyor, çünkü güreş yapan başka köy enstitüler de var, onlar köylerde kaybolup gittiler maalesef. (Ahmet Dilek’in fotoğrafını göstererek) Ahmet Dilek’in o fonografı çok ilgeçtir. Köy öğretmenliği sırasında çekilmiş fotoğraf.


OLİMPİYAT KÜRSÜSÜNDE BİR KÖY ENSTİTÜLÜ BİRİNCİLİĞİ ALIYOR
Eskişehir’de bir köye tayini çıkıyor, neyse ki Eskişehir merkeze yakın; orada Nasuh Akar Eskişehir Kulübünün başında, orda spor hayatına devam ediyor, şu bakımdan ilginç bir fotoğraftır. Bir zamanları bir parola vardı, “kim gençler Anadolu’ya” diye; mütareke yıllarında başladı, “gençler Anadolu’ya” diye. Yakup Kadriler, şunlar bunlar İstanbul’u bırakıp Anadolu’ya geldiler. Bu slogan uzun süre devam etti ve işte 40 lı yıllarda Köy Enstitüleriyle büyük bir ivme kazandı “gençler Anadolu’ya”. Bakın sırtında bir eşofmanı bir milli sporcu göğsünde, bu fotoğrafın çekildiği yıl 53 olabilir, spor hakkında milli takım bayrağı, arması köy çocuklarına güreş öğretiyor. Bir zamanlar öğretmenler köye bir şeyler götürmek için çırpınırdı. Biz 68 kuşağı da öyle köylere bir şeyler verebilir miyiz, diye hep o sevdayla mezun olduk. O Köy Enstitülerinde daha da güçlü. Köy Enstitülerinin nasıl bir özveri ile köye hizmet götürdüğünü hepiniz bilirsiniz; bakınız köy çocuklarına güreş öğretiyor.

Ahmet Bilek Londra olimpiyatlarına katıldı, Emirgan’daki seçmeleri kazandı; hep ikinci oluyor o güne kadar,60 a kadar hep ikinci. Birinci olması lazım, son olarak Sovyetlerin meşhur bir güreşçisi Aliyev’le berabere kaldığı halde, hiç yenilmediği halde Tahran’da ikinci oldu. İkinci üçüncü, Akdeniz oyunları birinciliği v ar ama bu Akdeniz Oyunlarında ses getiren bir olay değil, sanki o eski bir Yunan efsanesi vardır, mitolojide Sisyphus’un (Sisifos) efsanesi, Tanrılar bir adama ceza verirler, bu kayayı alıp dağın tepesine bırakacaksın” diye. Adamcağız kayayı alır çıkar çıkar tam doruğa bırakacak kayayı kaçırır. Tekrar alır getirir getirir tam doruğa bırakacakken kayayı gene kaçırır. Bazı sporcuların da böyle bir durumları vardır. Ahmet’de de, böyle gidiyor spor hayatı, ikincide de üçüncülüğe geliyor. Ama bir türlü arzuladığı birinciliği yakalamıyor, çok çalışıyor, çok da kilo düşüyor. Yapılı da bir çocuk aslında boyu kemikli kısa ama çok da kilo düşüyor. “Burada birinci olacağım” diyor. Gazetelere demeç veren ona buna demeç veren biri değil, çok kibar ve içe dönük bir şey, ilk defa burada gazetecilere konuşuyor, “kıl payı ile berabere kaldığım Aliyev’i burada yeneceğim ve birinci olacağım” diyor. Başlıyor maçlar. İlk rakibi Japon, onu yeniyor, ikinci rakibi bir Amerikalı, Ahmet Beyle görüştükten sonra bu maçı mutlaka görmenizi isterim, çünkü 60 lardan kalan hiçbir video o yok TRT de de yok. Ben bunu bir Fransız güreş sever yardımıyla buldum. Gerçekten bu konuda çok çalıştım. TRT de yok, biraz sonra programın sonunda göstereceğim, bu maçı. İkinci turda Amerikalıyı da yeniyor, tuşla; üçüncü turda Aliyev çıkıyor karşısına, en çok onu telaşlandıran, üzerinde kurgular yaptığı, hayalinde güreştiği, üzerinde provalar yaptığı bir rakibe çıkıyor. Çok karışık bir maç oluyor, alt alta üst üste ama Aliyev bunu kaç kere bastırıyor, yeniliyor, dünyası yıkılıyor içine dönüyor, önemli bir yenilgi. Yeneceğim diye geldiği adam, neyse üçüncü turda yeniliyor, dördüncü turda bir bakıyor, ikinci turda kendisinin yendiği Amerikalı çocuk Aliyev’i yeniyor. Birden “aa burada ne Aliyeler var” diyor. O oyunda Alman’ı da yeniyor, Alman ağlaya ağlaya gidiyor minderden, son olarak İranlıların Seyfi Kur diye bir güreşçisi var, onu da yeniyor ve sonunda, işte OLİMPİYAT KÜRSÜSÜNDE BİR KÖY ENSTİTÜLÜ BİRİNCİLİĞİ ALIYOR, bir savaştan çıkmış gibi.

 Daha sonra yedi altın madalyası ile dönüyoruz oradan, büyük bir başarı başta darbeler var. Yeni darbe yapılmış onların da iç sorunları var. Bunu tarihten biliyoruz. Ankara’ya geliyorlar, ama çok sönük bir karşılama oluyor. Şimdi hatırlarsınız, daha dün oldu, o Bulgarların yetiştirdiği Naim Süleymanoğlu uçurduk adamı Bulgarlar yetiştirdi onu, bizim övüneceğimiz hiçbir şey yok orda, adamı uçurduk; bunlar yedi altınla dönmüş, üzerine bakmıyorlar. Buradan geliyorlar Türkeş’i ziyaret ediyorlar, bir limonata bir çiçek bile yok. Kadri Kaplan’ı ziyaret ediyorlar, bir çiçek bile yok. Gürsel’i ziyaret ediyorlar, o askervari birtakım sözler, “aferin size yiğitsiniz aslansınız”,oysa ev sözleri verilmiş, bilmem ne verilmiş, bunların hiçbiri tutulmuyor, Türk güreşi böyle zirvedeyken başta Ahmet Bilek olmak üzere 60-61 den sonra bir göç başladı, ben buna ben bilek göçü diyorum, hani beyin göçü var. Bir emek göçü var, 61 lebde bir de bilek göçü eklendi buna. Ahmet Bilek’in adından esinlenerek kullanıyorum bu kavramı ilke defa. Almanya’ya gitti, Almanya’daki yaşamı, maalesef orda sekiz dokuz yıl sonra öldü. Ölümü biraz trajiktir. Onun üzerinde durmuyorum, romanımda var, “Neşter ve Madalya” başlığında anlattım. Kızıyla konuşamadım, oğluyla konuştum, babandan söz edeceğim ama ben onun doğum günü gibi konuşacağım” dedim. Onun ölümü biraz travma (vuruk) olmuş ailede, onunla ilgili organize edememişler babalarını hatırlamak adına. Romanımda anlattım o ölüm safhasını, o hüzünlü sayfalarına girmeyeceğim, belki ölüm şekilleri farklı ama iki önemli pehlivanın gurbet hikâyesi hazin bitti. Biri yıllar önce yaşamış olan, bu romanda o da var, onu da konuyu dağıtmamak için anlatmayacağım. Yüz yıl önce yaşamış Koca Yusuf’un hikâyesini de Yaşar Doğu’ların Celal Atik’lerin hikâyesinin arasına yerleştirdim. O da benim romancı kurnazlığım oldu. Benim hesabım oldu. Bir Koca Yusuf’un hikâyesi hazin bitti. Bir de Ahmet Bilek’in, ikisinin de ölümünü hatırlayınca, doğrusu burnunun direği sızlar. Sözü şimdi Ahmet Ayık’a verelim”. Ahmet Ayık’ı nasıl tanıdı, nasıl bir güreşçi idi. Bilek göçü Türk güreşine ne getirdi, ne götürdü, güreşçilere ne getirdi, ne götürdü; daha mı başarılı, daha mı az başarılı oldular, Ahmet Bey’i dinleyelim”.


GÜREŞ ŞAMPİYONU AHMET AYIK’IN KONUŞMASI:

Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü - Cevat Kulaksız
 “ Öncelikle Kemal Bey’e teşekkür ediyorum, Sizlerle karşılaştırdığı, tanıştırdığı için. Ata sporumuz güreş adına da Ahmet (Dilek) hem anma hem Türk güreşine yapmış olduğu hizmetlerden, daha doğrusu öğretmen olarak da Türkiye’ye yaptığı hizmetlerden dolayı, kendisine anma programı düzenlemesi güreş adına, camia adına beni mutlu etmiştir. Kendisine huzurunuzda teşekkür ediyorum. Sizlerle beraber olmaktan, benim için de güzel bir anı, güzel bir fırsat.

Ben 1970 de aktif sporu bıraktım, ama ondan sonra da hep sporun içinde kaldım sürekli iki dönem Federasyon başkanlığım var, Türk Güreş Vakfının kurucu genel başkanıyım, güreş adına film de çevirdim. Bayan güreşini Türkiye’de ilk defa ben kurdum, yoktu ben kurdum (Salondan alkışlar). O zaman çok mücadele verdim, bana neler neler, seni “asarız, keseriz, vururuz, öldürürüz, ata sporumuz güreşimizi bayanlara teslim etmeyiz”  filan. O zaman federasyon başkanıyım, İlk defa bayan güreşçi yarışmaları yapacağım ama Uluslar arası yaşar Doğu Turnuvasının arasına koydum, tek başına koyarsam, Erbakan, o zaman Başbakan, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, hiç birisi gelmez şampiyonaya. ilk defa bir şampiyonaya.

Orhan Menemencioğlu vardı, Gazeteci yazar, Akşam gazetesinde yazardı. O bir gün, belki hoş olmayacak ama söylemekte de yarar var, kurnazlık dedim de, konu konuyu açıyor, Orhan Abi, o zaman Metin Oktay’la beni karşılaştırmış, futbolcu. Diyor ki, “Metin Oktay Galatasaray’dan şu kadar para aldı, şunu aldı, bunu aldı, Ahmet Ayık dünya şampiyonu oldu, madalyalar aldı”, o zaman hiçbir şey yoktu, ödül parça yoktu, şimdi hiçbir şey almadı” diyor, “ama Ahmet Ayık’ın şunu şunu var” diyor, “Metin Oktay’ın hiçbir şeyi yok” diyor. Yanına Mustafa Dağıstanlıyı karşılaştırmış, Mahmut Abi’yle Turgay’ı karşılaştırmış, onlar şunları bunları aldı ama güreşçilerin şunları bunları var, bunların hiçbir şeyi yok” diyor, bunu tabi birisi demiş ki gazeteden, “insanın ahmağı güreşçi (pehlivan), ahmağı da

rahvan olur” demiş. Bu da “halt etmişler” diye başlık atmış, Orhan Abi. Bunu yazan, diyen “halt etmiş” diyor, böyle başlık atmış, mukayesesinde biraz önce izah ettiğim gibi atmış.

TÜRKİYE’DE İLK BAYAN GÜREŞ MUSABAKALARINI AHMET AYIK BAŞLATTI
Orda ben bir kurnazlık ettim, çünkü uluslararası Turnuva demesem, Türkiye Bayanlar Şampiyonu” desem gelmez, ne Erbakan Hoca gelir, ne Süleyman Demirel gelir, hiç birisi gelmez.

Neyse şampiyona devam ediyor, telefonla aradı beni Erbakan Hoca; dedim ki,-muhterem hocam beş tane altın aldık, Yaşar Doğu Turnuvasında, siz teşvik ederseniz altıncıyı da alacağız, ayağınız uğurlu gelir, onu biliyorum”, dedim. “Hemen geliyorum”, dedi. Demirel zaten hazır geldi o. Ben ikisinin arasına oturdum, bir ona bir ona izah ediyorum; bira yandan da bayan güreşi devam ediyor, arkadan da bana veryansın ediyorlar, istemeyenler, “yuh Ahmet Ayık bayan güreşi böyle olmaz, ata sporu güreşi bayanlara yedirmeyiz” neler neler. Terler akıyor bende, neyse uzatmayalım, madalya bile verdirdim orda, ikisine de, geldiler bayanlar güreşi öyle başladı. Ondan sonra bir ara kaldırmak istediler, kaldıramadılar tabi basın, kamuoyu baskısından korkarak. Şimdi bayanlarda devam ediyor, henüz daha altın alamadık büyüklerde, büyüklerde bronz aldık, dünya şampiyonasında. Avrupa şampiyonasında, hemen iki sene sonra ben büyüklerden bronz madalya aldık. 68 de başlattım, 70 yılında gene Federasyon Başkanıydım 70 in kasım ayında bıraktım.

Budapeşte’de Zarife Yıldırım diye bir bayan arkadaşımız, ilk Türkiye’de bayan büyüklerde madalya aldı Avrupa’da. Şimdi daha dikkatle iyi hızla çalıştırılırsa, erkeklerle başa baş giderler, hatta erkekleri de geçebilirler.

Şimdi Ahmet Abi’nin durumuna gelelim, o zaman ben askerdim, ben Ahmet Abi’yi tanıdığım zaman. Jandarma birliğinde askerdim. Gölbaşı Sinemasının altında Hasan Bal’la o da rahmetli oldu, bizim Yaşar Doğu’ya o salonu vermiş bodrumda. Düzeltmişler, bodrumda bir salon, orda bir çay ocağı var,  o çay ocağına gelir orda toplanırız, iki gözlü duşu var, büyükler bizden önce, milli takıma girmiş ağabeylerimiz dünya şampiyonu olmuş insanlar arasında hiyerarşi, büyüğe karşı sevgi saygı iyi idi. Celal Hoca ile Yaşar Hoca tavla oynarlardı, biz başlarında elemanlar asker gibi dururlardı, siviller asker gibi dururlardı. Hoca oradan bana, Yaşar Hoca, “Ahmet şuradan bize çay söyle” dese o gece sabaha kadar sevincimden uyuyamazdım, hocam bana adımla hitap etti diye. Daha milli takıma girmedim ama namzedim her an milli takıma girebilecek durumdayım, sıradan bir güreşçi değilim. Biz bu kadar saygılı idik o insanlar için. Şimdi hoo ensiye çalatokat öyle dolaşıyorlar, güreşçiler hocalarla bilmem neylen. İdarecilerle aynı şekilde böyle yalaka gibi, biz federasyon başkanının koluna mı gireriz, yanına mı varırız. Bu belki hoş bir şeyde değil, ama en azından bir saygı vardı, sevgi vardı, büyük küçük vardı, hiyerarşi vardı, bir düzen vardı. Devlet memuriyetinde şimdi kaldırdılar bunu, ne oldu anlamıyorum, bu kadar mı olur.

Ahmet Bilek çok sevdiğim saydığım tertemiz bir insandı ve de, şöyle söyleyeyim, ben onu yedek subay elbisesi ile gördüm, askerde, ilk gördüğüm zaman ben de askerdim o zamanları. Karşısında böyle esas duruşta duruyoruz, o bizi yumuşatmaya çalışıyor, son derece kibar, nazik. O zaman üniversite bitirmiş insan bizim camiada çok azdı, güreşçi çok azdı. Ahmet Abi belki ilklerdendi, ondan önce bir arkadaş vardı Muharrem Candaş, İzmirli, ilk Spor Akademisi değil, zaman İktisadi ve Ticari İlimlerdi Akademisi

 mezunu dünya şampiyonu bir adamdı;  ilk o üniversite bitirmiş. Onun dışında üniversite bitirmiş adam çok azdı bizde.

Sonra 60 Roma Olimpiyatlarında Kazım Gedik, Greko-Romen’de girdi, o da doktor hekim; Burhan Pandül vardı diş hekimi o da milli güreşçi idi, tanırsınız, kardeşi Orhan vardı o da üniversite mezunu İTÜ mezunu mühendisti. Bizde bir tane daha vardı Bekir Avar o da doktordu.

Ahmet Bilek de yüksek okul-üniversite mezunu olduğu için kibar, nazik 52 kg da güreşen orda şampiyon olan bir insan olduğu için kilosu nedeni ile de küçük minyon tipi. İnsan olarak da nazik, kibar, beyefendi, tabi orda antrenman yaptığımız yıllardan biliyorum, asker elbiseyle geldi sonra sivil oldu, yedek subaydı. Bizim orda mesela, iki gözlü bir duşu vardı, odunla yanıyordu, bir çeki odun beş liraydı. Biz 50 şer kuruş para toplardık kendi cebimizden; idris amca vardı, çaya o bakardı. Sobayı yakardık, bizden önce Mutafa Abi’ler, Mustafa Dağıstanlı, Hüseyin Akbaş, o gelenler, bizden bir kuşak önce olanlar, onlar erken gelirlerdi, Yaşar Hoca onları hep beraber orda çalıştırırlardı. Biz tabi en sona kalırdık gene, sobayı yakan, bir çeki odun alan İdris Amcayla yakan biziz, en sona biz kalırdık, soğuk duş, yetmezdi duş soğuk suyla yine biz yıkanırdık, demek istediğim gerçi helal olsun. Bununla nerelerden geldiğini söylemek istiyorum, Türk güreşinin.

Şimdi modern güzel salonlar, sıcak duşlar, savunalar var. Daha çok uzağa gitmeden 1963 de İstanbul’da Pendik Palmiye otelde sobalı yerde resmi var, sobalı bir yerde kalıyoruz, suyu sobanın üstünde ısıtıyoruz onunla duş alıyoruz, öyle iptidai şartlardı o zamanları. Ama şimdi, hamdolsun öyle. O zaman güreşte okuryazarımız kıt olduğu için, gıpta ile bakıyorduk üniversiteli insanlara. O zaman bazı insanlara gıpta ediyorum, özelikle Ahmet Abiye, onun dışında da, okumuş yazmış üniversite bitirmiş insanların hepsini biliyorum. Şimdi hamdolsun, basketboldan sonra güreş ikinci sırada, hepsi üniversite mezunu aşağı yukarı. Ama o günkü gibi iyi üniversiteler değil. Şu saydığım insanların hepsi üniversite bitirmiş insanlar, doktor, mühendis İTÜ mezunu, şimdi Spor Akademisinde şu kapıdan girip o kapıdan çıkıyorlar. Bir de Dil Tarihte vardı birisi, Eskişehir’li biri, Erzurum’lu Celal Hoca’yla güreş yapardı, neydi adı.

Ahmet Bilek üniversite mezunu idi, asaleti, kibarlığı, teknik olması yönü vardı. Köy Enstitüsünü iyi biliyorum, oradan yetişen sporcular vardı. Hem antrenman olarak, hem insan olarak hem sosyal ve beşeri münasebetlerde, Ahmet Bilek hakikaten benim dışımda takdir ettiğim sevdiğim saydığım bir insandı, Allah rahmet etsin. Son derece kibar, son derece iyi, onun dışında da bütün camia güreşçi arkadaşlarımızın hepsi onu severdi sayardı, kendi takım arkadaşları dâhil hepsi, hakikaten son derece kibar, asil, kimseyle kavgası, gürültüsü, patırtısı, bilmem neyi olmazdı.

Güreş camiası genelde Anadolu çocuğu hepsi kırsal kesimden gelme, fakir aile çocukları, zor şartlarda yetişen insanlar, sporda kendisini kabul ettiren insanlar, hem topluma, hem bulundukları yere,  güreşçiyse güreş hayatında, iş adamıysa iş hayatında başka orda burada. O nedenle Ahmet Abi öyle değildi, onda her şeyi görebilirdiniz kibar, asil, iyi tekniği olan güreşçi, ya da iyi tekniği olan, o kilolarda

Türkiye’de onun tekniklerini kullanan, aşağı yukarı 56 yıldır güreşin içindeyim, yaşım 77, onun kullandığı teknik oyunları ve teknik hareketleri hiç bir 52 de görmedim bu güne kadar. Ondan sonra dev gibi bir adamı Aliyev’i yendi, 1963 Sofya’da Dünya Şampiyonasında, dünya şampiyonu oldu, ama Kemal teknik bir güreşçi değildi takım arkadaşımız, Greko-Romen’de biliyordu Ahmet Bilek, Greko-Romen’de zaten bizim dönemimizde ve bizden önceki dönemdekilerin hepsi hem Greko-Romen biliyorlardı, hem serbest biliyorlardı. Ben Greko Romen’de Türkiye şampiyonluğum var, örneğin yani. Greko-Romen’de Ankara Şampiyonasına girerdik biz. Tevfik Kış Greko Romenciydi ama çatır çatır serbest güreş yapardı. Bizim zamanımızda hep öyleydi, Hüseyin Akbaş, Mustafa Dağıstanlı onların hepsinin uluslararası müsabakalarda Greko-Romen’de de, serbeste de dereceleri var. Onun için, güreşin, ben hep onu savunurum zaten; güreşin Greko-Romeni, serbesti, yağlısı, karakucağı yoktur, güreş bir bütündür. Onu da bölmeğe kalktılar biliyorsunuz, hala da uğraşıyorlar güreşi bölmek için yağlı falan diye. Uluslararası da isim veriyor o şekilde, esas güreş karakucaktır, yağlıdır” gibilerinden, bölmek isteyen damlar. Ben ne ayırmışlar dı, birinci federasyon başkanlığımda değil de ikinci federasyon başkanlığımda ayırmışlardı yağlı güreşi. Ben geldim iki bakanla çalıştım, federasyon başkanlığı yaptığım için, Yücel Seçkiner’le çalıştım, Fikret Ünlü ile çalıştım, bir de Eskişehir’li ile çalıştım, şimdi MHP de milletvekili, şişman filan diye askerlik yaptırmadılar ya,  Bahattin Şeker’le çalıştım Bilecik’li idi. Yücel Seçkiner çok yakın arkadaşım olmasına rağmen,  jandarmada beraberdik, o teğmendi ben de güreşçilik yapıyordum. Çok sevdiğimiz bir insandı. Onunla da birleştiremedim, onunla biraz çalıştık ama Fikret Ünlü çok iyi arkadaşımdı, bastırdık onu, Fikret Ünlü en sonunda birleştirdi, yağlı, karakucak bilmem ne hepsini birleştirdi, minder, Greko-Romen, serbest, böyle şey mi olur, güreş bütündür. O zaman ne olacak ayrılığı var, Serbesti birine verecekler, Greko-Romeni birine verecekler, karakucağı da birine verecekler, dört federasyon bölecekler, güçler dengesi dağılacak, o yüzden ben bölünmeye karşıyım her zaman. Şimdi de ayırmak istiyorlar, hala uğraşıyorlar. Ama biz yaşadığımız müddetçe de buna karşı çıkacağız.

Kemal Hocam (Ateş) Ahmet Bilek’i benden daha iyi tanıyor. Ahmet abi kısa zaman sonra yurt dışına Almanya’ya gitti, gidince biz koptuk, ondan önce çok sık görüşüyorduk, tabii. Belli Ankara’dayım o da Ankara’da, milli takım olarak. Ama 60 lı yıllardan sonra, Olimpiyattan sonra, tarihini pek hatırlayamıyorum, ne zaman gitti Almanya’ya, 61 de, ondan sonra pek fazla görüşemedik, Ahmet Bilek abimizle. Bendeki şeyi Allah rahmet etsin ama onunla ilgili anım çok derece müspet, son derece beyefendi, kibar, biraz önce söylediğim gibi, kullandığı teknikleri, şimdi hiç biri yapmıyor, Melih Esenceli iki kere Avrupa şampiyonu oldu. Esenceli ile mukayese edilecek bir güreşçi değildi. Son derece teknik, Almanya’ya antrenör olarak gitti. O zaman Almanya’ya işçi akını başlayınca güreşçiler de başladı gitmeye. Benim bildiği iki tane dünya, Avrupa Olimpiyat şampiyonu gitti. Ahmet Bilek bir, Müzahir Sille iki, Mithat Bayrak üç, üçü de, Olimpiyat şampiyonu Almanya’ya gitti, güreşçi, antrenör olarak. Sonra Mithat Hoca’yı Almanya’dan getirdiler, bize belli bir dönem antrenörlük yaptı, hocalık yaptı, güreşte antrenör olarak Tokyo Olimpiyatlarına katıldı, ama Muaffak olamadı, yenildi elendi. Hayrullah Şahin’de Almanya’da idi, dünya ikincisi, o nu da Almanya’dan getirdiler, Tokyo Olimpiyatlarına katıldı, o da Muaffak olamadı. Almanya güreşimize, belki ekonomimize derman oldu, imkân sağladı ama ufku açtı ama bana göre Türk güreşine büyük darbe vurmuştur. Bütün şampiyonlar oraya gittiler, ama orda bittiler, gidenler oraya, aktif şampiyon olarak gittiler ama orda bittiler. Orda tabi iş ön planda, kendilerine bakmadılar, para kazanmak için. Bulguru buradan götürdüler, bulgur çorbasını kaynattılar, yediler, içtiler yattılar, sabahleyin kalktılar işe gittiler, boş zamanlarında antrenman yaptılar ve kulüplerinden üç beş kuruş para aldılar, oraya gidenler, benim temas ettiklerim, mutlaka başkaları da vardır, orda ileri bir olay.

Ben esas başka bir şeyi burada anlatmak istiyorum, bu yakınlarda bir iki gün önce, Türk güreşinin başına esas baktığımız zaman, federasyonda olsun, Kemal Bey’de en az benim kadar bilir, gerekse idareci ve teknik kısımda olsun, tabi istisnaların dışında, doğru dürüst bu işin başında bilen candan bilen insanlar gelmedi. Politika gereği, bu gün olduğu gibi, orayı savak olarak kullandılar federasyonda, nitekim gelen federasyon başkanlarına baktığınız zaman, mutlaka bakan olmuştur, genel müdür olmuştur, iş adamı olmuştur, milletvekili olmuştur adlarını sayabilirsiniz. Hemen şu anda mevcut var, federasyon başkanı oldu, ondan sonra gitti milletvekili oldu, partisi hiç önemli değil, A veya B partisi; parti de söyleyebilirim. İstanbul’dan milletvekili olduğu için partilerin içinde. Orayı basamak olarak kullanıp, gidip milletvekili olduktan sonra tekrar güreşe dönmediler, bakmadılar. Şimdi federasyon başkanı olup da, bıraktıktan sonra güreşi seyreden insanlar olmadı, ama biz federasyon başkanı ile de seyrediyorduk, o günde seyrediyorduk, bu gün de seyrediyoruz. Bak buraya kalktım geldim, hasta geldim, dün bir çarpıntı oldu, bu gün de hala gene var, ama güreş benim işim. Ben oraya çağırıldığımda şartlar ve imkânlar müsait olduğu ölçüde katılırım, gelirim. Çünkü ben oradan geliyorum, vefa borcum var, geleceğim, bu böyle ölene kadar da devam edecek. Çocuklarıma vasiyetim var, ben öldükten sonra da onlar devam edecekler.

İKTİDARLARIN GÜREŞ FEDERASYONU SEÇİMİ BİLE HİLELİ
Esas şunu söylemek istiyorum, ben, bilgisiz insanların buraya gelmesini söylüyorlar, göstermelik seçim yapıyorlar federasyonda, seçimle güya, “özerklik” diyorlar, federasyon seçimlerini. Seçimle hiç alakası yok, mevcut yönetim kimi koyarsa, kimine diyor, “sen çekil”, kimine diyor “sen olacaksın”, adamları ona oy veriyor,  çünkü ben dünya şampiyonuyum oy hakkım yok, düşünebiliyor musunuz; Avrupa şampiyonu oy hakkını kullanamıyor. Kura çekiyorlar, kurayı kazanamazsa, kendi adamları olmazsa bir daha çekiyorlar, adamlarını bulana kadar kazandırıyorlar. Ben de iddia ediyorum her gelen kurulda böyle, her genel kurulda konuşuyoruz, “arkadaş bu olmaz, ben, dünya şampiyonu benim için sorun değil, ben dört yerde oy kullanıyorum, kurada çıkarsa şampiyon olarak oy kullanıyorum, kurada çıkmazsa FİLA as başkanım adı değişti filan biliyorsunuz, Yunanistan’daki TORTEKSİF oldu, orda as başkan olduğum için orda kullanıyorum bir, iki Federasyon başkanı olduğum için kullanıyorum, üç Türk Güreş Vakfının kurucu genel başkanı olduğum için kullanıyorum dört.

Benim için önemli değil, ben kendim için istemiyorum, ama camia için istiyorum. Dünya şampiyonu olmuş, Olimpiyat şampiyonu olmuş bir adam, kendi başkanını federasyon başkanı seçilirken oy kullanamazsa o federasyonu nasıl siz içinize sindirebilirsiniz, bağrınıza basabilirsiniz soruyorum.

Kullanamıyorlar bir iki, önemli bir olay daha federasyon başkanı, ben diyorum ki tek başına seçilsin, çerçeve yönetmelikler var, tek başına federasyon başkanı seçilsin, seçildikten sonra kimi seçmişse, kendi ekibini kuracaksa kendi kursun. Federasyon başkanı seçilmeden önce baskı yapıyorlar, kulüpler; atıyorum, X belediyesi diyor ki, “benim sekiz oyum var, beni yönetimine alırsan asbaşkan yaparsan sekiz oyum senin” diyor. Az bir oy değil sekiz oy, toplam bütün oyun hepsi 300 zaten, bütün delegenin oyu, 298-300 oy, sekiz oy önemli bir oy. Çerçeve yönetmenliği Allah yapısı değil bu, insanlar yapıyor bunu, bu çerçeve yönetmenliğini değiştirelim, diyorum. Federasyon başkanlıklarını şimdi turizm ajandası yaptılar. 65 kişi gitti, biliyor musuz Las Vegas’a Dünya Şampiyonasına götürdüler 65 kişi. Bunun 21 tanesi sporcu 12 tane de antrenör koy buna üç kategori, 7 tane de idareci koy, idareci, doktor, masör koy 40, 65 kişi 25 kişi neyin nesi? (Seyircilerden-salondan biri, “seyirci olacaktır” deyince, Ahmet Ayık şunları söyledi:) “Keşke seyirci olarak gelse canıma minnet, orda alışverişe, kumar oynamaya, dalga geçmeye gidiyor. Kaç para bir bilet biliyor musunuz 13500TL ben kendi cebimden aldım gittim, gidiş dönüş. Otel, yemek, harcırah onlar ayrı.

Aynı şekilde Azerbaycan’a 82 kişi gitti. Kendi adamlarını götürüyor, mesela orda bir ismini vermeyeceğim şimdi, Ankara’da bir belediye başkanının özel kalem müdürüyle karşılaştık, “ben filan belediye başkanının özel kalem müdürüyüm, ben sizi tanıyorum” filan dışarıda öyle diyor.

Yazar Kemal Ateş de şöyle bir ekleme yaptı: “Bizim Türkiye işte böyle, bir zamanlar Frankfurt Kitap Fuarı oldu, oraya 300 yazar seçtiler, bizler yokuz,  ne üniversiteden ne Şerafettin Turan şu bu, Samanyolu gazetesinin hamallarını götürdüler, ülke bu yani, çaycıyı müdür yaptık”. “İki üç gün önce ortalıkta dolanan bir yazı vardı, baktım, adını vermeme lüzum yok, kendisi her şeyi yapıyormuş ediyormuş, bilmem ne yapıyormuş, “Dağıstan Modeli, Dağıstan ekolü veya Dağıstan ekolü”.

Ben Dağstan’ı gezdim, gördüm, bilirim. Rusya’nın şampiyonları Kafkasya’dan çıkıyor.

“Zaman zaman Aşağı Esotya’dan katılanlar var, ama hepsine baktığımız zaman, Dağıstanlı, Çeçen, Avar Türkleri, Vahhabiler var orda. Bize karşı çok saygılılar, ben de çok severim açıkçası. İyi de her yerde türlüğü ayaklar altına alıyoruz, anlatmıyoruz, konuşmuyoruz. Türkiye demeye korkuyoruz, bu vatan bu millet; bu topraklar üzerinde yaşayan bir Türkiye var, adı Türkiye onun, neden bunu telaffuz etmekten korkuyoruz. Niye Dağıstan ekolu olsun, Kafkasya ekolu olsun Türk ekolu dururken. Bizim Yaşar Doğu’muz var, Celal Temiz, Nasuh Akar’ımız var, Mehmet Güney’imiz var, onlar bizim ağabeylerimiz, omdan önce Koca Yusuf’lar var, Kurtdereliler var, o zaman güreşteki telif haklarını Almanya’ya, Türkî Cumhuriyetlerine 65 bine sattılar. 88 de bin beş yüz liraydı, orasının parasını Türk Güreş Vakfına bağışladım, bunların hiç birisinin santimini almadan. Bizim kendi insanlarımız var, kaç tane dünya şampiyonumuz var, kaç tane Olimpiyat şampiyonumuz var. Bu gün Türkiye’de altın madalyadan bahsediyorum, altın madalya 38 tane, bunun 28 i güreşten, geri kalanını bütün spor dallarına bölüyorsunuz, gümüşünü ve bronzunu saymıyorum. 38 altın madalyanın 28 tanesi güreşten. Kemal Ateş’in dediği gibi, 60 Roma Olimpiyatları Türk güreşinin en başarılısı ve dünya sıralamasında bizim Türkiye’mizi altıncı sıraya getirdi. Dünya sıralamasında yedi altın madalya, Londra’da altı altın madalya, orda da yedinci sıraya geldik, dünya sıralamasında; yani öyle hocalarımız, öyle ağabeylerimiz, büyüklerimiz, antrenörlerimiz varken, neden böyle başka model arayalım Oradan burdan ekol arıyoruz. Bunu ileride çıkıp televizyonda anlatacağım ileride.

Bir şey daha söyleyeceğim, demek istediğim bizim hem güreşimize, her şeyimize kendi kendimize sahip çıkmamız lazım, yoksa işte görüyorsunuz her şey zaman içerisinde heder olup gidiyor. Kendi işimize kendimizin özellikle ata sporumuz güreşe sahiplenmemiz lazım, seyirci olarak, yazarı çizeri vs si herkesin sahip çıkması lazım. Bu konuda Kemal Ateş’e gerçekten çok teşekkür ederim, gerek güreşle yazdığı kitaplardan dolayı, gerekse bu toplantı söyleşi konferanslardan dolayı güreş adına camia adına teşekkür ederim”.

Yazar Kemal Ateş’in, Neşter ve Madalya kitabında, özünü teşkil eden açıklamalar, Güreşçi Ahmet Bilek’in Kızılçullu, Ortaklar Köy Enstitülerindeki yaşamı, yetişmesi ile ilgili pasajlar, film gösterisinden sonra toplantı sona erdi.

Buradan şu sonucu çıkarıyoruz ki, Yazar Kemal Ateş’in Neşter ve Madalya kitabından açıklandığı gibi, kapatılan Köy Enstitülerinin güreşçi yetiştirmede de çok büyük işlev yaptığını, enstitüler kapatıldıktan sonraki yıllarda Türk Güreşinin gittikçe gerilediğine, ana kaynak kurutularak, bu günkü başarısız duruma düştüğüne tanık oluyoruz.
Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü - Cevat Kulaksız


Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
DİPNOTLAR

[i] Kemal Ateş: Kırşehir’lidir. Çocukluğu, gençlik yılları Ankara’da geçmiş. Amasya’da öğretmenlik yaptı. Atatürk Lisesi mezunu, TCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Öğretmenlikten sonra yine AÜ. Rektörlüğüne bağlı Türk Dili bölüm başkanlığı yaptı. Ama Kemal Ateş sadece bir öğretmen değil, eli kalem yazarlarımızdan 20 ye yakın kitabı var. Veresiye Defteri, Bir Başka Şehir, Dil Hurafeleri, Türkçem Mahsun Ben Mahsun, Öğretemediğimiz Türkçe, Bir Şarkıyı Dinlerken, Yetim Kuzular, Toprak Kovgunları vb. Çeşitli ödülleri de var. Orhan Kemal Ödülü, Edebiyatçılar Derneği Ödülü, Çocuk Edebiyatı Ödülü gibi çeşitli ödülleri var.

[ii] Ahmet Ayık: Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu 1938 Doğanşar doğumlu. Köy güreşlerinde karakucakla tanıştı, askerliği sırasında mindere çıktı. 1961 de Serbest Güreş Milli Takımına girdi, 1962 de Adriyatik kupası ikinciliği, 63 Ak deniz,-63-64 Balkan şampiyonluğu var. 65 de oyunların en iyi güreşçisi Rus Medved’i yenerek dünya şampiyonu oldu. 67 Avrupa 67 Dünya, 68 dünya olimpiyatlarında 97 kiloda şampiyonluklar kazandı. Dünyanın en iyi güreşçilerinde biri olarak kabul edilen Ayık 1970 de Avrupa şampiyonu oldu. Tokyo olimpiyatlarında yenilmeden ikinci oldu. Toplam yedi şampiyonluğu Türk Milletine hediye etti. Ayrıca Güreş Federasyonu başkanlığı da yaptı, halen ata sporuna hizmet etmektedir.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget