İki Yatır- Cevat Kulaksız
"Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için şindir (lekedir). Atatürk
Türkiye’nin pek çok yerinde, her yıl binlerce milyonlarca insanın ziyaret ettikleri çeşitli adlar altın nice türbeler ve yatırlar vardır. Bu türbe ve yatırları ziyaret edenler, çeşitli hastalıklarına şifa bulmak, çocuk doğurmak, koca bulmak, nazar, hatta üniversiteye girmek için oradan bir medet yardım ummaktalar. Bu türbe ve yatırların, ne bilimsel, ne de dinle alakalı olmayan tamamen boş inanç ve hurafeden başka bir şey değildir. Bu şekilde türbe ve yatır ziyaretleri hiçbir surette vatandaşların dertlerine deva olmadığı gibi, zaman kayıpları nedeni ile telafisi sonradan mümkün olmayacak zararlara da neden olmakta. Ayrıca boş yere halkın inancı, ümidi para ile sömürülmektedir.
Bu tür türbe, yatır ziyaretleri konusunda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 30 Ağustos 1925'teki Kastamonu söylevinde şöyle demişti.
"Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için şindir (lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
Sözcü’de yazan Sayın Yılmaz Özdil’in 16.8.2016 günlü “Feto’nun Peçetesi” başlıklı yazısında, türbeleri, yatırları, ocakları daha bilmem nice irtica, hurafe yuvalarını gırgıra alınca, ben de size iki tane eğlenceli “yatır” örneğini vermek istedim.
Bu doğrultuda muska yazanlar, kırıkçılar, sargıcılar, falcılar, üfürükçüler, şeyhler, şıhlar, yatır ve türbe ziyaretleri vb daha nice halkın inançlarını sömüren pek çok hurafeler alabildiğine yayılıp gitmektedir. Bu tür hurafeler cehaletin arttığı, yaygın olduğu, ne yazık ki bütün İslam ülkelerinde çok yaygındır. Denk düştüğü için, biz iki garip ve gülünç iki yatır örneğini vereceğiz.
Fetullah Gülen’in (FETÖ’nün), tırnağını, saç telini sakladığına, kullandığı kâğıt mendili yediğine, alçıdan yapılmış heykelden elini öpüp kerametlendiğine göre, ülkemizin insanı, irticada bayağı bir yol aldığı belli olmakta. Aziz Nesin’in ruhu şad olsun, onun söylediği oran görünüşte bayağı yükseldiğine göre, çağdaşlaşmada, demokratikleşmede nerelere geldiğimiz 15 Temmuz irtica kalkışmasından belli olsa gerektir!
Onun için toplumun her kesiminde, başta Diyanet olmak üzere, TRT, öteki yayın araçları ile bu boş inançtan başka bir şey olmayan türbe, yatır ve öteki hurafelere karşı halkın eğitilmesi gerekir. Diyanet’imiz gerici iktidarın görüşü doğrultusunda ve de kuşaktan aşağı garip fetvalar vereceğine, bu hurafelerle mücadele edip toplumu eğitmesi gerekir.
Yılmaz Özdil’in bize esin veren yazısını okuduktan sonra size garip iki yatır öyküsünü sunacağız.
BİRİNCİ YATIR: [1]
Köyün imamına bir küçük çocuğu çırak veriyorlar, “hoca yetişsin, imam olsun”, diye. Hakikaten aradan zaman geçiyor çocuk, süreleri, ayetleri, Kuran’ı ezberledikten sonra bir şeyler öğreniyor. Hocasına diyor ki, “hocam ben gidiyorum, bana icazet ver, artık her şeyi öğrendim, imam oldum” diyor. Hocası da eline bir şahadetname verip, hocalığını onaylıyor. Hocası, “hakkını helal et, çok iyi imam oldun, hoca oldun, tebrik ediyorum, seni” diyor ve gitmesine “olur” diyor. Hocası, eski devrin en iyi ulaşım aracı eşek olduğu için “şu benim eşeği de sana hediye ediyorum”, diyor. Ama eşek öldü ölecek yaşlı, hoca uyanık.
İmamın çırağı, yeni imam, biniyor eşeğe tıngır tıngır gidiyor. Aradan bir sene geçiyor; bu arada başka bir köyde yeni bir yatır söylentisi var. Bizim hocanın da yatırı var, ama o yatıra değil de yeni yatıra gitmeğe başlıyorlar, millet. Hocanın işleri azalıyor, para da azalıyor, artık dayanamıyor, merak ediyor komşu yatırı, gidip bir bakayım, neymiş, nasıl bir yatırmış, diyor.
Hoca yeni yatırın köyüne giriyor ki, İmamın çırağı bizim o çocuk, yatırın başında. Yatırın hocası, yatırın yanına cami de yapılmış, ooo düzeni güzel, tabi “hocam” diye onu ağırlıyor.
Bizim eski hoca dayanamıyor, “lan oğlum nerden çıktı bu yatır, eskiden buralarda böyle bir yatır yoktu, sen mi icat ettin, ne oldu” diyor.
-“Vallahi hocam senin bana verdiğin eşek öldü, ben de eşeği gömdüm, başına bir türbe yaptım, şimdi yatır da bu, gelen geçen ziyaret ediyor, meşhur oldu üç beş de para bırakıyorlar“ diyor. Hocası cevap veriyor:
“-Demek ki benim köydeki eşeğin oğlu da yatır oldu ha” diyor. (Hediye eşeğin anası ölünce gömülüp üstüne türbe yapılmış).
Bunun üzerine dinleyicilerden biri şöyle bir şey anlattı:
“-Makedonya’da Eşek Manastırı vardır. Ohirit Gölünün tepelerine doğru tırmanırsa orada bulunur. Duvarlarında eşek kabartmaları vardır; eşek hikâyesi orası olmalı. Dinleyicilerden biri, “belki de orasıdır” dedi.
Yine Arif Bigeç anlatıyor:
Buşra Sultan
“- İki buçuk metreymiş Buşra Sultan’ın boyu. Aslında her adımda birkaç adımda Mekke’ye gidermiş, bir adımda da geri gelirmiş. İstanbul’da çok bilinen, ziyaret edilen bir meczup, ama tevatürü o kadar büyük ki, Peygamber Efendimizin çok iyi dostu arkadaşı, her akşam Mekke’ye gidiyor, sabah Mekke’den geliyor geriye Beykoz’a. Daha neler anlatılıyor, iki buçuk metre adam olur mu? Nasıl bir adam oldu da bir gecede Mekke’ye gidiyor, Mekke’den geri geliyor. Buna inanalar var, inanıyorlar günümüzde bile. Bir akademisyen de şöyle diyor:
“Mekke’ye gidip gelme işi pek çoktur Anadolu’da.
**
TV de yayınlanan “Zilli Baba Türbesi” olayını izleyeniniz var mı? Adana Seyhan İlçesinde ismiyle garip bir “Zilli Baba Türbesi” vardır. O türbeye çocuğu olmayan yoksul ümitsiz kadınlar gelerek, ellerine birer zil takıp, türbeye hitaben, “al sana bir göbek ver bana bir bebek” diyerek, resmen türbenin içinde Zilli Baba’nın kabri başında göbek atıyorlar. İşte böylesine türbe ziyaretleri var ülkemizde.
İKİNCİ YATIR
Nallı Baba Türbesi
Malatya ve Sivas arasındaki yoldan geçen katırcı kervanları, bu yol üzerinde Kangal İlçesine yakın, üzerinde birkaç ağaç, bir de kuyu olan tepede konaklarlarmış. Bir gün, buraya geceleyin, kervanda tek katırıyla yolculuk eden bir adamın hayvanı orada hastalanmış. Ertesi sabah hastalık ağırlaşınca bir yamçı, bir heybe ve bir seccadeden oluşan kişisel eşyalarını yanına alıkoyarak, yükünü öbür katırcı yoldaşlarına vermiş. “Bana yıllarca hizmet eden bu katırımı yalnız bırakıp kurda kuşa yem olmasına gönlüm razı değil” diyerek, ağır hasta olan katırıyla orada tek başına kalmış. Tabi çok geçmeden katır ölmüş, hemen orada bir çukur kazarak, biraz da gerçek mezara benzeterek gömmüş. Buradan ayrılmak üzere, yeni bir kervanın gelmesini beklemeye başlamış. Bir süre sonra akşama doğru, bir kafile kervan gelerek aynı yere konaklamış. Kafileden biri, oradaki katırın mezarını ve tek adamı görünce, mezarı göstererek, “kimdir bu”, diye sormuş. Güngörmüş katırcı, biraz üzgün bir eda ile hemen şu yanıtı vermiş: “Nallı Baba” . Adam, “ya siz kimsiniz” diye tekrar sormuş. Bu soruya da katırcı, “ben de onun huddamı (bakıcısı, hizmetkârıyım), diye karşılığını vermiş.
Bunun üzerine kervandakiler katırı ölen adama karşı, sanki uhrevi bir zat ölmüş düşüncesine kapılarak, saygılı bir durum alırlar. Başta kervancı başı olmak üzere, kervan kafilesi para ve birçok hediye, yiyecek verirler. Kervancılar yollarına devam etmek üzere giderler.
Adamın aklına ilginç bir kurnazlık gelir; geceleyin kalkar, eline geçirdiği bez parçalarını “Nallı Baba”’nın mezranın yakınında bulunan ağaç dallarına bağlar. (Bu türbeye ağaca çaput bağlama olayı, Türklerin Orta Asya’da iken mensup oldukları Şaman dini âdetinden gelmektedir). Orayı düzenleyip, değiştirerek katırın mezarını tam bir türbe görüntüsü verir. Bu olay birkaç kez devam edince, katırı ölen kişinin pek hoşuna gider. Çünkü bu umulmadık işten para kazanmaya başlar. Kendi kendine, “bu düzen iyi”, başka yerde işim ne! Der, orada oturmaya karar verir. Her geçen kervan ve yolcunun sadakaları, adakları adamı bolluk içinde yaşatmaya başlar. Kendisi bu arada, gelip geçene muska yazmaya başlar.
İşte böylece, “Nallı Baba Türbesi” ve türbedar katırcı hüddamın ünü köyden köye, dilden dile yayılır, nefesi ve muskası gittikçe ünlenir. Uzaktan yakından bütün yöredeki dertliler, hastalar, bilmem ne derdi olanlar “şifa niyetine Nallı Baba Türbesini” ziyarete gelirler. Bu arada bizim uyanık katırcı hüddam meşhur olurken zenginlemeye devam eder.
Ağanın Köpeği Hastalanır
Bir gün Kangal ağasının çok sevdiği köpeği hastalanır. Kangal ağası, Nallı Baba’ya armağan bir koyunla birlikte, tedavi edilmesi için hasta köpeğini de yollar; Nallı Baba hüddamından hasta köpeğe iyice bir muska yazıp tedavi etmesini ister. Nallı Baba türbedarı hüddam, bu dileği yerine getirir, hasta köpeğe bir muska yazar, okuyup üfürdükten sonra köpeğin boğazına takar.
Cehaletin bol olduğu yerde, muskacılar, huddamcılar, üfürükçüler, falcılar vb. ler de pek çoktur ya… Yöredeki tüm muskacılar, afsuncular, üfürükçüler daha bilmem nice hurafeden nemalananlar, bu sonradan türedi Nallı Baba türbesini, huddamını kıskanmaya başlarlar, ne ki diş bilemekteler. Durumu yukarıya devlet katına şikâyet ederler. Devletin yukarı makamındaki kişi (Sivas Valisi) “neyin nesidir”, diye şikâyet durumunun soruşturulması için birini görevlendirirler. Devletin görevlisi Nallı Baba türbesine gelir, konuk olur, geliş nedenini köpeğe muska yazmayı falan anlatılır.
Nallı Baba türbedarı hüddam, yörede çok hatırı sayılır bir derebeyi olan Kangal Ağası’nın isteklerini reddetmenin mümkün olmadığını anlatır. Emirler, fermanlar birbirini takibedir. Kangal Ağası’nın köpeği, boğazındaki muska ile getirilir. Rastlantı ya, köpek iyi olur.
Valinin görevlendirdiği kişi, köpeğe yazılıp takılan muskayı açıp okur. Türbedar, dua gibi bir şeyler yazsa bari o kendisine kazanç getiren bu işi gırgıra almış ve şöyle bir dörtlük yazmış:
“Tamah ettim etine,
“Muska yazdım itine
Tutarsa da s…kime,
Tutmazsa da s..kime”
Böylece tutanak tutulur, devletin katına gönderilir…[2]
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR
[1] Emekli Öğretmen Arif Bigeç 9 Temmuz 2016 Tarihlerinde Gönen Köy Enstitüsü Mezunlarının26. Fasulye gününde şu ilginç öyküyü anlatmıştı:
[2] Bu öykü, Gaziantep folklorundan alınmış, Gaziantep Savunmasının belli başlı kişilerinden olan İnce-Zade Hüseyin Efendi anlatmış, Folklorcu Cemil Cahit Güzelbey derlemiştir.
Yorum Gönder