Roland Barthes, 1968’de postmodern bir atılım olarak yazarı öldürdü.
Yani ona göre yazar, artık bir hiçti ya da metinleri ortaya koyan basit
bir aracıydı.
Bunu boşuna söylememişti Barthes, yazar ve okuyucu çatışmasında okuyucu tarafında olduğunu göstermek için söylemişti.
Diyordu ki özetle: “Okuyucu,
okuduğu eserlerden istediği anlamı çıkarabilir. Yazar, bu konuda hiçbir
şekilde okuyucuyu disipline edemez, okuyucu tamamen özgürdür.”
Barthes’ın
bu teorisi tuttu, günümüz edebiyatına bakın. Artık yazar yok, sadece
kitap kapaklarında varlar. Okuyucu; eskisi gibi yazarları önemsemiyor,
yazarın anlattıklarını okuyor ve kendince yorumluyor, o kadar. O yüzden
artık çoğu yazarı tanımıyoruz, kitapçılarda güncelden yüzlerce kitap
görüp birçoğunun yazarını bu yüzden tanımıyoruz çünkü yazarlar da
öldüklerini kabul ettiler. Okuyucuların gözünde eski değerlerinin
olmadığını, onlar için sadece anlatılanların önemli olduğunu biliyorlar.
İşte
anlattığım bu düzen, postmodern edebiyatın bir özelliği olarak çıkıyor
karşımıza ama yazarın ölmesi ilginç bir olay değil mi?
Şimdi dönüp
bakıyorum da Türkiye’mize ne kadar da acılarla, kötülüklerle,
ötekileştiriciliklerle, çıkarcılıklarla, şiddetlerle, gözyaşlarıyla dolu
bir ülkeyiz. Bunun sorumlusu seçmen olarak biz miyiz? Biz,
politikalarına inandığımız partilere seçimlerde gittik, oyumuzu verdik.
Dedik ki "ülkemizi, bizim adımıza kararlar alarak yönetin."
Peki,
ne oldu? Seçimlerden bu yana güzel ve yalnız ülkemize dönüp de bir
bakın neler oldu? Sahi, biz ne zaman bu kadar çirkinleştik?
“Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara” diye
şarkılar söyleyen yıllardan hızlıca geçip bahtı karaların erkenden
yaşama veda ettikleri bir başkenti olan ülkeye geldik. Bombalar
patlıyor, bombalar kalbimizi delik deşik ediyor. Eskiden bir terör
örgütü sayarken şimdi hangi terör örgütü yaptı bunu diye merak ediyoruz
çünkü o kadar çok düşmanımız var ki artık.
Peki, bunun sorumlusu kim? Niye sormuyoruz arkadaşlar bu soruyu?
Oldum
olası bürokratik sözlerden haz etmemişimdir. Bombalar patlıyor, aileler
parçalanıyor, hayatlar kararıyor. İşte en son da İstanbul’da patlayan
canlı bomba... Çözüm: Ya kınıyoruz ya lanetliyoruz. Pratik nerede ey
siyasetçiler? Uygulamalarınız nerede?
Eğer derdimize çare olacaksa
kınamayı, lanetlemeyi yapalım. Eğer derdimize çare olacaksa Güven
Park önünde ya da Taksim Meydanı’nda aralıksız bir şekilde haftalarca
avaz avaz bağırarak teröre lanetler okuyacağım.
Ama siz de
biliyorsunuz hatta siyasetçiler de biliyor bunu, bürokratik söylemlerin
çözüm getirmeyeceğini. Halk, artık konuşmanızı dinlemek istemiyor. Halk,
sorunları çözdüğünüzü görmek istiyor. Halk, "teröre alıştırılmış bir ülke olmayacağız" diye
isyan ediyor. Sizin son derece bayağılaşmış sözcüklerinizi dinlemiyoruz
artık. Hatta biz, sizlerin isimlerinizi bile bilmek istemiyoruz. Nasıl
ki Roland Barthes, yazarı öldürdüyse biz de bundan sonra siyasetçileri
öldürdük kabul edin.
Bizim için siyasetçilerin isimleri önemli
değil, sorunlara çözüm bulsunlar, halk için çalışsınlar yeter. Siyasetin
bir retorik olması gerilerde kalmalı. Siyaset kendisini yeniden
düzenlemeli. Klasik, alışılagelmiş siyasetin çözüm üretmediği ortada.
Öyleyse edebiyata uyarlayalım siyasetimizi, en azından adamakıllı bir iş
yapmış oluruz.
Postmodern edebiyatın sözünü ettiğim özelliklerine
benzer bir siyasete geçelim. Siyasetçilerin önemli olmadığı, erdemin,
ahlâkın, gururun olduğu, başarısızlıklarda veya kötü gidişatta koltuk
sevdasına kapılmadan istifa etiğinin eyleme geçtiği, seçmenlerin
siyasetçilerin isimlerini bile bilmediği ama sadece onların yaptıkları
icraatlara bakarak değerlendirdikleri, yeni bir siyasete, yeni bir
ülkeye geçelim.
Biz, seçmen olarak varız. Siz, siyasetçiler olarak var mısınız?
Tayfun Talipoğlu/abcgazetesi
Yorum Gönder