Günümüzde sosyal ve siyasi olaylar öylesine saptırılıyor ve bunu en çok bu ülkeyi adil ve ehliyetli bir şekilde yönetmek için seçilenler yapıyorsa o ülkenin geri gitmesi kaçınılmazdır ve bunu yapanlar kendi ülkelerine büyük zararlar verdiklerinin farkında bile değiller. Sırf Atatürk dönemini kötülemek ve seçimler veya başka sahalarda halkın verdiği desteği kaybetmemek için yalanlardan ve tatsız ithamlardan kuleler oluşturuyorlar. Bölge insanlarımızın bir siyasi partiye destek vermeleri saygın bir durumdur ama o siyasi parti ayrımcılığı desteklediği anda bu saygınlık ihanete dönüşür. Dersim iddiaları da bu kulelerden biridir.
Birkaç gün önce bir devlet büyüğümüz şahane bir yakıştırma! yaptı ve Dersim Meselesini İslam tarihinin en acı olaylarından biri olan “Kerbela” olayı ile eşleştirdi. Öyle görünüyor ki Tıpkı Ermeni isyanlarında olduğu gibi Hıristiyan Batı dünyasının desteğini arkasında hisseden PKK sempatizanları Türkiye yöneticilerini de arkalarına almış gibiler.
Kürt meselesi sadece günümüzün sorunu değildir. Bu sorun Osmanlı döneminden intikal eden önemli iç sorunlardan biridir. Bu gün sizlere bu sorunun tarihsel gelişimi ve günümüz Kürt asıllı aydınlarımızın en çok abarttığı ve tıpkı Ermeni Soykırım iddiaları gibi lanse etmeğe çalıştığı Cumhuriyet döneminin en önemli ayaklanmalarından biri olan Dersim İsyanı konusunda bilgi sunmak istiyoruz.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına doğru, tıpkı diğer Müslim, Gayrimüslim Sırp, Romen, Bulgar, Yunan, Rum, Ermeni, Arnavut ve Arap toplumları gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan Kürt asıllı aşiretler de Batılıların etkisinde kalarak yer yer isyan etmeğe başlamışlardı. Birinci Dünya Savaşı içinde özellikle İngiliz, Fransız ve Rus ajanlarının Ermeni isyanları üzerinde yoğunlaşan gayretlerinin hem Türkler ve hem de Ermenilere büyük acılar çektirdiğini biliyoruz. Savaş sırasında Türk Orduları hem dünyanın en güçlü ülke orduları ile savaşmak ve hem de iç düşmanlarla boğuşmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Milli Mücadele döneminde de İngiliz, Fransız ve Yunanlılar kendi güçleri yerine Osmanlı toplumu içindeki ırki ve mezhebi farklılıkları ustaca kullanarak Osmanlı halklarını isyana sürüklemişler, Halife emri ile yayınlanan fetvalarla Anadolu’nun her tarafında başlatılan isyanlarla birlikte, bölgedeki Kürt asıllı aşiretleri de isyan ettirmişlerdi.
Cumhuriyet döneminde gelince; ayni Batılı tezgâh işlemeye devam etti ve ilk isyan 1925 yılında, İngilizlerle Musul meselesinin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemde başlatıldı. Musul sorunu sahip olduğu büyük petrol rezervleri nedeni ile hem genç Türk Cumhuriyeti ve hem de İngiliz İmparatorluğu için hayati önemi haiz bir bölgeydi. Hatta 30 Ekim 1918 günü Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığı zaman Musul Bölgesi Türklerin elinde bulunuyordu. Ancak İngiliz hükümeti bölgedeki kuvvetlere Musul’u işgal etme talimatı verince İngilizler baskı yapmağa başladılar ve Hükümetin talimatı ile oradaki kuvvetler geri çekilince, ancak 4 Kasım günü Musul işgal edilebildi. Daha sonrada orayı savunan komutan, sırf bu nedenle suçlanıp yakalandı ve Malta Adasına sürgüne gönderildi.
Musul meselesi Milletler Cemiyetinin hakemliğine bırakılınca Türkler “Musul bir Türk yurdudur ve öyle kalmalıdır” tezini savunurken İngilizler “ Musul bir Kürt yurdudur. Öyle kalmalıdır” tezini savundular. Şeyh Sait isyanı da bu nedenle İngilizlerin teşvik ve desteği ile ve İngiliz tezini savunabilme amacı ile çıkartıldı.
Mustafa Kemal Musul meselesine büyük önem veriyor ve şöyle diyordu:
“Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada bir Kürt Hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa bu düşünce bizim sınırlarımız içersinde yaşayan Kürtleri de etkiler.”
Şeyh Sait isyanı Anadolu’nun Doğusunda büyük bir bölgeye yayıldığı halde bölgenin en sorunlu kesimlerinden biri olan tarihi isyan yurdu Dersim bu isyana katılmadı.
Seyh Sait İsyanı’yla başlayıp (1925) Ağrı İsyanı’yla süregelen (1930) olayları üzerine hükümet, 1934 yılından itibaren Doğu’da çıkan ayaklanmaları kararlı bir biçimde çözmek üzere İskân Kanunu’nu çıkarmıştır. . Tasarıya göre topraksız köylüye toprak verilecekti. Bu sorun sadece bu bölgede değil, Türkiye’nin çoğu illerinde mevcuttu. Çok uzun tartışmalardan sonra yasa teklifi TBMM’de kabul edilerek yasallaştı.
1935 Kasımında Atatürk’ün gündeme getirdiği ve aynı yılın son günlerinde kabul edilen Tunceli Kanunu ile Dersim’de önemli aşamalar kaydedilmeye çalışıldı. 25 Aralık 1935 tarihinde 2884 sayılı Tunceli ilinin yönetimi hakkındaki yasa, T.B.M.M.’nde kabul edilerek, 2 Ocak 1936 tarihinde de yürürlüğe girdi. Vali ve komutan yetkilerini birleştirerek yönetim yetkilerini arttıran bu yasa ile Dersimin adı Tunceli (Tunç-eli) olarak değiştirildi ve bölgeye has bazı tedbirler planlandı.
Bu gelişmelerden rahatsız olan ve bölgede, yüzlerce yıl neredeyse fiili bir bağımsızlık içinde yaşayan aşiretçi egemen güçler tepki göstermekte gecikmediler. Bu yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren, Tunceli’de aşiret, ağalık, şeyhlik ve seyitlik yönetiminin yıkılarak, bu tip geleneksel kurumların egemenliğine son verilmek isteniyordu.
Merkezi otoritenin Tunceli’de gittikçe güç kazanması üzerine aşiretler arasında kaynaşmalar başladı. Bunlardan en önemlisi, Seyit Rıza önderliğinde yapılan hükümet karşıtı propagandadır. Bu propagandaya göre, aşiret kadınlarının namusu tehlikededir. Bunlar gündüzleri kocalarının, geceleri “karakol efradının” malı olacaktır. Hükümetin yaptırdığı karakollar yakında bu bölgeden sürülecek olan aşiretleri kontrol edebilmek içindir. Köylerdeki bütün halk bir yere toplanacak, evlerin içine tıkılacak, bu evlerin önünde birer polis bekleyecektir. Ekmek ve odun “vesikayla” verilecektir. Halkın bütün kazandığı elinden alınacaktır.
Bu propagandalar sonucu, Dersim’de Seyit Rıza’nın aşireti 21 Mart 1937 günü ayaklanarak karakol ve köy basmış, 28 Nisan 1937’de İçişleri Bakanlığı bu baskınları bir rapor biçiminde düzenlemiş ve 3 Mayıs 1937’de cezalandırma harekâtına askeri uçakların aşiret reisleri toplantıdayken yaptıkları bombalamayla başlandı. Uçaklardan birini ilk kadın savaş pilotumuz Sabiha Gökçen Hanım kullanmaktaydı. Ertesi gün Bakanlar Kurulu, Atatürk ve Fevzi Çakmak huzurunda toplanarak gizli bir karar aldı. Bu karar doğrultusunda Tunceli, Elazığ ve Bingöl’ü içeren bölgede Dördüncü Genel Müfettişlik kurulmuş ve bu göreve de General Abdullah Alpdoğan getirilmiştir.
18 Eylül 1937’de Başbakan İnönü, T.B.M.M.’nde, gelişen olayları şöyle değerlendirmektedir: “Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten kışkırtıcı ve başı dönmüş ne kadar adam varsa bunlar reisleriyle birlikte etkinlik olanağından tamamen yoksun bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisi imha edilmiş ve diğer reislerin hepsi yakalanmış ve adalete teslim edilmiştir...”
İnönü, T.B.M.M.’nde ıslahat raporunu değerlendirmesinden bir hafta sonra bir buçuk aylık izne ayrıldı ve Başbakanlıktan uzaklaştırıldı. Celal Bayar’ın Başbakanlığa atanmasından sonra, 12 Kasım 1937’de Atatürk’ün de katıldığı “Şark Seyahati”ne çıkıldı. Bu gezi sürerken, Seyit Rıza ve yandaşları yakalanmış ve 15 Kasım 1937’de Elazığ’da idam edilmişlerdir.
Ne var ki, Dersimde olaylar durmamış, yeni ayaklanmalar baş göstermişti. Dördüncü Genel Müfettişliğin 6 Ocak 1938’de hazırladığı bir raporda, Dersimde o güne değin 5050 silah toplanmış ve bunun yararlı yanları da görülmeye başlanmış ve isyan Hatay Meselesinin Fransa ile yoğun bir şekilde tartışıldığı 1938 yılında sona erdirilebilmiştir. Temmuz 1938 ilk günlerine kadar Tunceli Harekâtının kayıp durumu şöyledir: İsyanla mücadele eden kuvvetler 67 şehit ve 115 yaralı, isyancılar da 163 ölü ve yaralı vermiş, 866 kişi hükümet kuvvetlerine sığınmış, bu arada 60 kadar köy de ağır hasar görmüş, 7 kişi idam edilmiştir.
6 Ağustos 1938’de Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir kararla Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 7.000 kişinin batı illerinde iskânına, yasak bölge dışında bulunan, ancak yerlerinde bırakılması uygun olmayan aşiret başkanları, kolbaşıları, seyit ve şeyhlerle bunların aile ve yakınlarının da batıya nakle tabi tutulmaları kabul edildi.
Bu Zorunlu Göç ve isyanı bastırma harekâtı, tıpkı “Ermeni Soykırım iddialarında” olduğu gibi Kürt milliyetçilerince 100.000 kişinin yok edildiği gibi çok abartılı rakamlar öne sürülerek bir “soykırım” olarak tanıtılmak istenmektedir. Oysa Dersim isyanı da incelememizde açıkça görüldüğü şekilde, daha önce İngilizlerin Musul meselesinin tartışıldığı dönemde çıkarttığı isyanlar gibi, Fransızların Hatay meselesini etkilemek için çıkarttığı, geniş çaplı bölgesel isyanlardan biridir. Tabii ki İsyanın bastırılmasında bölge halkının büyük yardımları olmuştur
Atatürk ve Bayar ile birlikte Doğu gezisine katılan Sabiha Gökçenin Dersim’e ilişkin anılarına göre, Atatürk’ü görmeye gelen bir Dersimli Mustafa Kemal’e “Biz namert insanlar değiliz Paşam. Biz nankör insanlar da değiliz. Ama gaflete geldik. ... Ben ve daha birçok Dersimli Türkiye’nin esenliği için yabancı boyunduruğundan kurtulmak amacıyla senin emrin üzerine silaha sarıldık. Bu topraklar hepimizin Paşam. Ama kendini bilmez üç beş kişi, cahilleri kandırarak buraların adını lekelemek istediler. ...” sözleri ile bir tür özür dilemiştir.
Dersim İsyanı konusundaki yazımızı, geçmişte olduğu gibi günümüz ve gelecek günlerde de daima göz önünde tutmak mecburiyetinde olduğumuz, Mustafa Kemal Atatürk’ün köylüye verdiği cevapta belirttiği temel görüşleri dikkatinize sunarak son vermek istiyoruz.
Mustafa kemal silah arkadaşım diye hitap ettiği köylüye şu sözleri söyledi: “Hatasız kul olmaz. Birkaç kişinin hata yapmasıyla bu hataya uzaktan yakından ortak olmamışları bir tutamayız. Sizler bizim kanımızdansınız, bizim insanlarımızsınız, bu toprakların insanlarısınız. Geçmişteki ufak tefek hataları unutmaya, kin beslememeye, kardeşliğimizi sürdürmeye zorunluyuz. Ben Dersimlilerin... Nasıl temiz, nasıl asil duygulu, nasıl vatanperver olduklarını yakinen bilirim. Sizlerin böyle hareketlere asla katılmamış olduğunuzdan da haberim var. ... Biz bir milletiz, bundan başka gidecek Türkiye’miz yok. Bunu bilir, bunu anlarsak, bizi ne içerden ne de dışarıdan kimse yıkamaz.”
Son bir not da şu: Atatürk affeder, hayatlarını bağışlar korkusuyla Seyit Rıza ve arkadaşlarını alelacele, otomobil farlarında idam eden İnönü değildir. İnönü yanlış hedef gösterilmektedir. Onu idam edenler dönemin başbakanı Celal Bayar ve Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangildir.
Dr.M. Galip Baysan
Yorum Gönder