Nisan 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Gündüz Akgül: Ne oldii?
Karadenizlinin simgesi haline gelen Temel’in bir fıkrası ile yazıma başlamak istiyorum.
Temel amansız bir hastalığa yakalanır. Her gün kahvede hemşerilerine hastalığından bahseder, ama kimseyi inandıramaz. Sonuçta kimsenin kendisine inanmadığına kanaat getirince, mezar taşlarını yapan hemşerisi Dursun’a gider ve bir mezar taşı yapmak istediğini, üstüne de “Hastayum dedum inanmadunuz. Ne oldii”? yazısını yazmasını söyler. Bir hafta sonra Temel mezar taşını alarak evine götürür ve Fadime’ye “Fadime’m ben öldüğümde bu taşu mezarımın başuna dik” vasiyetinde bulunur ve günü gelir Temel hakkın rahmetine erer. Fadime Temel’in vasiyetini yerine getirir taşı mezarının başına diker. Mezar taşındaki yazıyı okuyan ve Temel’e inanmayan hemşerileri, Temel’e inanıp bir çare bulmadıklarına yanarak üzülürler. Ancak iş işten geçmiştir yapacakları bir şey kalmamıştır.
Durup dururken Temel fıkrası nereden çıktı dediğinizi duyar gibiyim.
Hepinizin bildiği gibi ülkemizde tüm yasa yollarını tüketen yurttaşlar, son hak arama yeri olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvuruyorlardı.
Çoğunlukla hak ve özgürlüklerin ihlali olarak kabul edilen bu başvurular sonucu devletimiz yüklü miktarda tazminata mahkûm olurdu.
Bu durum, hak ve özgürlüklerin ihlaline neden olan iktidarın başarı hanesine eksi olarak yazıldı.
2010 yılında Anayasada yapılan değişiklikle, iktidar yargıyı yeniden yapılandırmak amacıyla bu değişikliğe iki madde koymuştu.  Bunlardan biri, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun (HSYK), diğeri de Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılmasıydı.
HSYK’nun yeniden yapılandırılması demek, ayni zamanda bu Kurulun üye seçtiği Yargıtay ve Danıştay’ın yeniden yapılandırılması demekti.
İktidar, bu değişiklikle yargıyı yürütmenin emrine alarak ve yargı bağımsızlığını yok ederek umduğunu buldu ve başarılı oldu.
Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılmasında ise iktidar, AİHM’ne başvuru sürecini uzatmak, hatta zorlaştırmak amacıyla ülkede tüketilecek yasa yollarına AYM’ne bireysel başvuru hakkını ekledi.
 12 Eylül 2010 tarihinde Anayasada yapılan bu değişiklikler halkoyuna sunularak %58 evet oyu ile kabul edildi.
Ancak, iktidar bu değişiklikle umduğunu bulamadı. Aksine AYM bireysel başvurularda verdiği kararlarla, fertlerin hak ve özgürlüklerine sahip çıkmakla iktidarda büyük şaşkınlık yarattı.
Doğrusu, o oylamada hayır oyu kullananlarda, AYM’nin yeniden yapılandırılması sırasında atanan üyelerin bu yönde karar vereceklerini beklemediklerinden, şaşkınlık yaşıyorlar.
Bu değişiklikle iktidar umduğunu bulmadığından, şimdi Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlara veryansın ediyor.
O dönemde, bu Anayasa değişikliğinin amacı, bu iki kurumun yeniden yapılandırılmasıyla, yargıyı yürütmenin emrine almayı amaçladığını, diğer maddelerin sos madde olarak bu iki maddeyi gizlemek için getirildiğini, sesimizin çıktığı, kalemimizin yazdığı kadar atlatmaya çalıştık, ama dinletemedik.
İşte, nerden çıktı dediğiniz Temel fıkrasını bunun için yazdım.
İktidar, AYM’nin verdiği kararlar karşısında şaşkınlık yaşarken…
Bu oylamada evet oyu kullanan, “Yetmez ama evet ’çiler” bu gün pişmanlık duyarken….
Bize de…
NE OLDİİ? Demek düştü. 

30.04.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Mısır’da idam, Türkiye’de gaz ve kurşun! - Tünay Süer
Sultan Erdoğan 1 Mayıs için son noktayı koymuş.
Taksime izin yokmuş!
Yenikapı'da miting yapabilirsin. Burası bana ufak geliyor diyorsan Maltepe'ye git miting yap diyormuş.
Burası bizim kutsalımızdır diyen sendika başkanına da;
“Lafa bak ya, nasıl kutsalsa...
Belli bir kabir ziyareti yapacaksan, anıt ziyaret edeceksen çelenk koyarsın ”
Demiş.
Burada belli bir kabir ziyareti yapacaksan sözleri akla iki olasılığı getiriyor.
Birincisi Atatürk ‘e tahammül edemediği için kendi yandaş kitlesine sanki orada toplanan halk Atatürk heykeline tapmaya gidiyormuş havasını yaratmaktır.
 İkincisi ise Gezi olaylarından sonra tüm dünyada ve Türkiye’de karizmasının çizilmesi ve yüz binlerin orada toplanması ile Gezi olaylarının alevlenmesi korkusudur.
Oysa işçiler için Taksimin çok önemli olduğunu aslında bilmektedir.
Taksim meydanı 1977 Kanlı 1 Mayıs olayları nedeniyle, 1 Mayıs’ın simgesi haline gelmiştir.
Elbette orası kabir değildir ama 1977 de 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı yapıldığında göstericilerin üzerine ateş açılmış 34 kişi orada hayatlarını kaybetmiştir.
Bundan ötürü Taksim Meydanı tüm işçilerin sembolü olmuştur.
Kazancı yokuşunda o kanlar kurumuş, üzerinden çok yıllar geçmiş olsa da, kalplerde dün gibi acılar taze kalmış hiçbir zaman unutulmamışlardır.
İşte arkadaşlarını, yakınlarını kaybettikleri yerde anmaları, birer karanfil bırakmaları bunun için çok önemlidir.
Anayasa Mahkemesinin kararları gayri milli diyen bu zihniyet anayasal hak olan toplantı ve gösteriye başına buyruk izin yok diyor.
Gereğini yaparım diyor.
Gereği neymiş?
39 binlik polis ordusu ile halkın üzerine gaz, plastik ve gerçek kurşun sıktırarak orada emek bayramını kutlamak isteyen kitleyi püskürtmek veya sakat bırakmak hatta ölümlerine sebep olmak.
Halkı korkutmak ve eve kapatmak!
Bunun için yeni TOMAlar alındı.
Şimdi iki türlü, içinde ne olduğu belli olmayan su sıktıracakmış. Birisini yetmemiş daha güçlü su sıkacaklarmış.
Dünyada yurttaşıyla bu kadar çatışan, potansiyel düşman gören, toplumu taraf ve karşı taraf diye ikiye bölen kaç ülke yönetimi vardır?
Kaç başbakan vardır?
Kendi saltanatı uğruna halkına bu kadar zulüm yapanların sonlarını tarihte okuduk ve gördüklerimiz oldu.
Bugünkü gurup konuşmasının arasında “korkan bir millet geleceği inşa edemez “ dedi.
Bu milletin adı Türk Milletidir ve geleceğini inşa etmek için yedi düvel ile çarpışmış, çok can kaybetmiş, öyle cumhuriyeti kurmuştur.
Korkak mıdır değil midir onu yedi düvele soracaksın ey başbakan!
Mısırda yaşanan olaylar için “Haklarını arayan insanların tutuklanmasını ve idamla yargılanmalarını kaygıyla takip ediyoruz” diyor.
Bırak hak aramayı, bayram kutlamak isteyen onca emekçiye karşı bile düşmanınmış gibi davranıyorsun.
Mısır’da idam Türkiye’de gaz ve kurşun!
Arada bir tek ilmek mi var?
Mısırdaki idama karşısın ama Irak’ta bir milyonu aşkın Müslüman Amerikan askerleri tarafından çeşitli işkencelerle öldürülürlerken, kadınların ırzlarına geçilirken sen, Amerikan askerlerinin salimen yurtlarına dönmeleri için dualar ediyordun.
“Eğer insanın değeri varsa, bunu kim olursa olsun ortaya koymak zorundasınız” demen hiç inandırıcı değil çünkü sen kendi ülkendeki senden olmayan insanlara hak tanımıyorsun.
12 yıllık iktidarında tam 12 bin 350 işçimiz iki kuruş kazanç için iş kazalarında hayatlarını kaybettiler.
Onların sağlıksız koşullarda çalıştırılmaları seni ilgilendirdi mi hiç?
Kılın kıpırdamadı,
İşçiler için ne yaptın?
Onlarca çocuk babası kaldı, onlar için ne yaptın?   
Şehit ailelerimiz için ne yaptın?
Şimdi kalkmış bir başka ülkenin insanlarına acıdığını, “Allah'a bunun hesabını veremem” diye konuşuyorsun.
Hiç inandırıcı olmuyor kusura bakma.
Ermenilere taviz niteliğinde bilmem kaç dilde açıklama yapıyorsun.
"Çok büyük acılar çekmiş bir millet olarak, yeryüzündeki her milletin acılarını anlarız"
“Mustafa Kemal tüm cepheleri görmüştü. Açık söylüyorum, yüz yıl öncenin kinine takılıp kalsak, bugün bölgemizdeki hiçbir ülkeyle iyi ilişkimiz olamaz” diyorsun ya;
Önce Mustafa Kemal Atatürk demeyi öğrenmelisin.
Sonra Türk Milletinin hiçbir düşmanına kin tutmayacak merhametli, bayrağına saygılı olduğunu da öğrenmelisin.
Atatürk’ün İzmir’in kurtuluşu esnasında basıp geçmesi için yoluna yere serilen Yunan bayrağına basmaması ve bayrağı yerden kaldırtması olayını okudun mu acaba?
 Yaralı düşman askerini sırtında taşıyıp hastaneye yollayan kahramanlarımızı tarih te yazıyor yedi düvel de biliyor.
Alman Cumhurbaşkanı'na Türklerin evleri kundaklanıyor, bunun hesabını Almanya soramıyor, gelip bize akıl veriyor, sen o aklı kendine sakla diyorsun.
Bunun hesabını ilk önce bu cumhuriyetin başbakanı olarak senin sorman gerekmez mi?
Niye elin adamına çatıyorsun?
İşçilerin taksime çıkmasını engellemeye kalkman yeni bir kaos yaratmak içindir.
Sen polislerini Tomalarını, akreplerini saldırtmazsan hiç bir şey olmayacağını, birkaç konuşma ve slogandan sonra herkesin neşe ile evlerine döneceğini biliyorsun.
Kaç kez oldu bu? Kime ne zararı oldu?
Amacın ülkeyi karıştırmak sanırım.
Hangi akla hizmeten memleketin ana muhalefet liderini savcılığa çağırtıyorsun?
Bunlar prova değil mi?
Başkanlık derken başkanlığı sultanlığa çevirip başımıza alikıran baş kesen olmak istiyorsun.
Ne parti bırakacaksın ne de özgürlük.
Buldun karşında yumuşak muhalefeti vur vurabildiğin kadar.
Ama yağma yok!
Bu ülkeye özgürlüğü, cumhuriyeti getiren CHP kısa zamanda toparlanacak Türk halkı ile karşına dikilecektir.
Çünkü Türkiye Brunei Sultanlığı değil, Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyet ile yönetilen bağımsız bir ülkedir. Atatürk iliklerimize kadar işlemiştir.

Tünay Süer

İçeriği doğru, ya zamanlaması? - Gündüz Akgül
Anayasa Mahkemesinin 52. Kuruluş yıldönümünde iktidarı, daha doğrusu Başbakanı sert bir üslup ve içerikle eleştiren Haşim Kılıç’ın açıklamalarından sonra, Haşim Kılıç’ı topa tutan Bakanlar ve yandaşlar ile Haşim Kılıç’ı destekleyenlerin demeçleri gündeme damgasını vurdu ve daha uzun bir süre gündemde kalacağı görünüyor.
Ülkemizde demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile uygulanmadığını, yargı bağımsızlığının yok edildiğini, güçler ayrılığına rahmet okunduğunu neden göstererek, konuşmanın hemen sonrasında yazdığım “Bıçak kemiğe dayanınca” başlıklı yazımla Haşim Kılıç’ın sert üslubuna karşın, konuşmasının içeriğine katıldığımı belirtmiştim.
Bu yazımda ise katıldığım içeriğine karşın, konuşmanın zamanlamasını ele alıp Haşim Kılıç’a soracaklarımı dile getirmek istiyorum.
Sayın Kılıç, hukukçu olmadığı halde,  1990 yılında 40 yaşında iken Turgut Özal tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildi.
O dönemde görevde olduğum için Sayın Kılıç’ın, siyasi içeriği bulunan parti kapatma, Türban ve İmam Hatip Okulları ile ilgili davalarda ne yönde oy kullandığı çok iyi bilenlerdenim.
Gerek AKP’nin orijini (kökeni) olan partilerin, gerekse AKP kapatma davasında hiç sapma göstermeden daima bu partilerin kapatılmaması yönünde oy kullanmış ve tarafını hiç gizlemeden açıklamıştır.
Hatta AKP’nin kapatılma davasında, 6 üye kapatılmasını, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanırken, Haşim Kılıç kapatılmamasını isteyenlerin yanında oy kullanmıştı. Nitelikli çoğunluk elde edilmediğinden kapatılma reddedilmişti.
Ancak, partinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle Hazine yardımının kesilmesi kararlaştırılmıştı. Bu karar, 10 üyenin kabul, 1 üyenin ret ile alınırken, Haşim Kılıç ret oyu veren tek üye idi.
Bu davranışlarında ötürü de iktidar partisinin beğenilerini hak etmişti.
Anaysa Mahkemesi Üyesi, Başkan Vekili ve Başkanı olduğu dönemlerde tarafını hiç değiştirmemiş ve bu konuda basında da birçok haber çıkmıştır.
Bunları açıklamamın nedeni asla geriye dönüp hesaplaşmak değil, Haşim Kılıç’ın, bu gün ne tarafta olduğunu açıklamaya çalışmaktır.
AKP iktidarda olduğu 12 yıldan beri Başbakan, yargıya ve yargı kararlarına, aleyhinde olduğu zamanlar hep ayni sert eleştirileri yapmış, aşağılamış ve hakarete varacak tarzda konuşmuştur.
Örneğin;
 -“Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” (2005)
-“Efendi bu senin değil, Diyanet’in işi” (2006)
- “Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, Yargı açısından yüzkarasıdır.” (2007)
-“Ben de 3 kuruş ceza alıyorsam. Ben de bu cezayı hak ettim demeliyim. Ama neresinden bakarsanız yanlış. Hukuk bu kadar zedelenmemeli. (2008)
-“Meslek liselerinin ideolojik bakışla dışlanmasını bu ülkenin geleceğine vurulmuş acımasız bir darbe olarak görüyorum, Başbakan İmam Hatip mezunu olduğu için mi yapıyorsunuz, karar ideolojiktir, ülkenin geleceğine vurulmuş acımasız bir darbe olarak görüyorum.” (2010)
-Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın kimi kararları bizi çıldırtmıştır (2010)
-“Yargılık bir durum söz konusu değil. Paralel yapıyla alakalı bir durum olabilir. Kimse bu binanın yapılmasına engel olamaz, kimse de bu binayı yıkamaz. Güçleri yetiyorsa gelip yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım.” (2014)
-“Bir vatansever savcı çıktı, casusluk faaliyetleri ve dinlemeler için soruşturma başlattı. Bazı zanlılar tutuklandı. Aradan birkaç gün geçmeden o paralel çete devreye girdi. Paralel yapının yargıdaki uzantıları zanlıları serbest bırakıyor, Devletin koridorlarından çeteleri nasıl kovduysak, adliye koridorlarından da o şebekeleri temizleyeceğiz...” (2014)
O günden bu güne kadar neredeyse Anayasa Mahkemesinin 9. Kuruluş yıldönümü geçmiş, Sayın Kılıç, tüm konuşmalarında bunları es geçerek Başbakanın eleştirilerini gündeme alıp yanıtlamamıştır.
17 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra, 12 yıldır birlikte devleti yöneten AKP ile Cemaatin arası açılınca, karşılıklı olarak kılıçlar çekilerek yaylım ateşine başlanmıştır.
Sanki şimdiye kadar yargıya bir şey söylenmemiş gibi sesini çıkarmayan Kılıç, Twitter‘in kapatılmasından sonra Anayasa mahkemesinin açılış karar üzerine, Başbakan Mahkemeyi hedef alarak, “Anayasa kurumu çıkıyor milletin haklarını savunacağı yerde uluslararası şirketlerin ticari hukukunu savunuyor. Mahkeme kararın uygulayacağız ama saygı duymuyorum. Milli bulmuyorum. Herkes konumunu bilecek, sınırlarını bilecek.” Deyince, Haşim Kılıç, yargıya yapılan baskıyı, aşağılamayı ve hakareti hatırlamış ve meşhur konuşmasını yapmıştır.
Keşke Haşim Kılıç yargının bu şekilde vesayet altına alınmasına çalışıldığı ilk günden beri bu konuşmayı yapabilseydi.
Yapmadığına göre Haşim Kılıç, şu anda oluşan ve ortalığı toz dumana boğan ortamda safını seçmiştir kanaatindeyim.
Öyle de olsa iyi ki konuştu diyorum.
Sayın Kılıç Konuşmanızın içeriğine katılıyorum.
Ancak zamanlamasında geç kaldığınızı söylemek zorundayım.
Gönül istedi ki bu konuşmayı Haşim Kılıç değil, şimdiye kadar demokrasi, özgürlük, insan hakları ve yargı bağımsızlığı savunan ve bu konuda bedel ödemiş bir aydın yapsaydı.
Ama yapılmadı….

27.04.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Bıçak kemiğe dayanınca! - Gündüz Akgül
Ülkemizde o kadar çok olağandışı olaylar oluyor ki bu olaylarla ilgili amatörce yazı yazmaya başladığımda, uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş ve halka mal olmuş özdeyişlerden, yazı konusu olaya cuk oturanları kullanmaktan keyif alıyorum.
Anayasa Mahkemesinin kuruluşunun 52. Yıl töreninde, Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı konuşma birçok özdeyişe cuk diye oturduğundan, bu özdeyişleri belirtmek istiyorum.
-Etme, bulma dünyası, / Rüzgâr eken, fırtına biçer, / Ne ekersen, onu biçersin, / Bıçak, kemiğe dayandı.
75 yaşında ve 30 yılını yargıda geçirmiş biri olarak, Haşim Kılıç’ın, bu gün yaptığı konuşma üslubu ve içeriği, tonunda bir konuşmaya tanık olmadım.
Haşim Kılıç’ın konuşmasının üslubuna ve içeriğine katılıp katılmadığımı yazının sonuna bırakarak, neden böyle bir konuşma yaptığının nedenleri üzerinde durmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti,  demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Yurttaşlar,  kendileri ait egemenlik haklarını yetkili organlar eliyle kullanır.
Bu organlar, Yasama, Yürütme ve Yargıdır.
Bu organların birbirlerinden bağımsız çalışmasına da güçler ayrılığı diyoruz.
Ne yazık ki AKP iktidarı döneminde, güçler ayrılığına rahmet okunmuş, tüm güçler tek elde (daha doğrusu tek kişide) toplanması için Anayasaya aykırı her türlü yasal düzenleme yapıldığından, çoğu Anayasa mahkemesinden geri dönmüştür.
Yargı konusunu düzenleyen ve Anayasada yer alan,
- İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. (Md.125)
-Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler. (Md.138)
-Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler. (Md.140)
-Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. (Md.153)
Kurallar, bir anayasa maddesi olarak orada yazılı olmasına karşın uygulama acaba bu yönde midir?
Bu sorunun doğru yanıtı, iktidarın yargıya bakış açısıyla ancak verilebilir
Çeşitli yargı kararlarını beğenmeyen Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, yargı hakkındaki sözlerine baktığımızda;
- “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.”
 -“Efendi bu senin değil, Diyanet’in işi”
- “Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, Yargı açısından yüzkarasıdır.”
-“Ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyım. Neymiş birine 'Sayın' demişim. Açılan davada üç kuruşluk tazminat davası... Ne demek bu. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nı manevi tazminata mahkûm ettik. Hukuk bu kadar zedelenmemeli. Nefislerimizi bu kadar tatmin etme yoluna gitmemeliyiz.”
-"Bizler milli iradenin üstünde bir irade tanımıyoruz…….. Bu karar her şeyden önce parlamentonun yetkilerini de dışlayan bir karar olması sebebiyle milli egemenlik noktasında da tartışılacak bir karardır. Takdir edersiniz ki bununla ilgili olarak da ülkemizin geleceği noktasında şunu da açık net söylemek zorundayım; Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın üstünde değildir"
- “Meslek liselerinin ideolojik bakışla dışlanmasını bu ülkenin geleceğine vurulmuş acımasız bir darbe olarak görüyorum, Başbakan İmam Hatip mezunu olduğu için mi yapıyorsunuz, karar ideolojiktir, ülkenin geleceğine vurulmuş acımasız bir darbe olarak görüyorum.”
-''Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın kimi kararları bizi çıldırtmıştır''
-“Yargılık bir durum söz konusu değil. Paralel yapıyla alakalı bir durum olabilir. Kimse bu binanın yapılmasına engel olamaz, kimse de bu binayı yıkamaz. Güçleri yetiyorsa gelip yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım.”
- “Bir vatansever savcı çıktı, casusluk faaliyetleri ve dinlemeler için soruşturma başlattı. Bazı zanlılar tutuklandı. Aradan birkaç gün geçmeden o paralel çete devreye girdi. Paralel yapının yargıdaki uzantıları zanlıları serbest bırakıyor..”, “Devletin koridorlarından çeteleri nasıl kovduysak, adliye koridorlarından da o şebekeleri temizleyeceğiz...”
-“Anayasa kurumu çıkıyor milletin haklarını savunacağı yerde uluslararası şirketlerin ticari hukukunu savunuyor. Mahkeme kararın uygulayacağız ama saygı duymuyorum. Milli bulmuyorum. Herkes konumunu bilecek, sınırlarını bilecek.”
Başbakan, kendisi ve partisi aleyhine verilen mahkeme kararlarını ve bu kararları veren mahkemeleri, küçümser bir üslupla aşağıladığı ve hakarete varan söylemlerle suçladığı görülmektedir.
İktidar başının yargıya ve yargı kararlarına bakış açısı bu olunca yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtına geçelim.
Demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile uygulandığı, güçler ayrılığının eksizsiz uygulandığı parlamenter sistemde;
Haşim Kılıç’ın, üslubu doğru mudur?
Kesinlikle hayır.
Haşim Kılıç’ın, konuşmasının içeriği doğru mudur?
Kesinlikle hayır.
Böyle bir düzende yargıçlar sadece kararları ile konuşur.
Ülkemizde demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile uygulanmadığına, yargı bağımsızlığının yok edildiğine, yargı kararlarının uygulanmadığına, güçler ayrılığına rahmet okunduğuna inanıyorum.
Yargıda bıçak kemiğe dayanmıştır. Günün birinde mutlaka bir Yargıç ve Cumhuriyet Savcısı her türlü sorumluğunu göze alarak yargının onurunu kurtarmak adına bu konuşmayı yapacaktı.
Haşim Kılıç’ın yaptığı da budur.
Haşim Kılıç’la dünya görüşümüz tamamen ayrı olmasına karşın, yargı adına konuşmasına katılıyorum.
Başbakanın deyimi ile herkes konumunu bilecek.

25.04.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Bu Kötülüğü Kendilerine Niye Yapıyorlar? - Hayrettin Ökçesiz
Özerk bölge dedikleri bir coğrafyaya Kürtler kendilerini niye hapset(tir)mek istiyorlar? Böyle bir şeyi elde ettiklerinde, ülkenin geri kalanına, ama kendileri için pek iyi olmayacak bir iyilik yapacaklar: İran, Irak ve Suriye'ye tampon bölge oluşturacaklar. Bölgenin tüm cerahatini kendi içlerinde toplayacaklar ve yayılmasına karşı filtre işlevi göreceklerdir.
Öte yandan, bununla batıdaki Kürtlere  büyük bir kötülük yapacaklardır. Siyasal bölgeleşmeyle bu insanlar batıda azınlık olarak algılanacaklardır: Gündelik yaşamları zorlaşacak; ikide bir, kovulmakla tehdit edilecekler, birçok şeyle suçlanacaklar, özgür ve rahat yaşayamayacaklardır. Sürekli bölünmeden sorumlu tutulacaklar, korku kapılarını bekleyecektir. Kanunsuz işlerin haklı haksız adresi sayılacaklardır. Ya da kraldan çok kralcı olmayı seçerek, gönüllü asimilasyona yöneleceklerdir. Ucuz ve kaçak işçi olarak kullanılacaklardır. Bu ürkünç ve üzücü haller Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bile ciddi boyutlarda yaşanmaktadır. Kürtler kendi bölgelerindeyse arzu edildiği ölçüde kalkınamayacaklar, bölge sorunlarının girdabında boğulacaklar; kendilerini iyice insanlıktan çıkaracak derebeylerine koşulsuz teslim olacaklardır.
Özellikle Irak Kürt yönetimi  Batıya ulaşmak istediğinden Türkiye Kürtlerini önemli bir basamak olarak görmektedir. Bizim Kürtler için bu durum ciddi bir düzey kaybı, gelecek kaybı, gerileme demek olacaktır.
Bu bölünmeden Türkiye bir kayba uğramayacaktır. Sorunlarından arınacaktır. Daha ileri hamleler için güç toplayacaktır.  Türkiye'nin geri kalanında başka hiç bir kimse etnik bölünme heveslisi değildir. Olmayacak da. Çünkü onlar olmak istedikleri yerde ve konumdadırlar.
Tabii, biz işlerine karışmayalım. Ama ben başıma (AKP'yle birlikte) ördükleri dinci, etnik çoraptan kurtulmak istiyorum. Anayasamızda yazdığı gibi, çağdaş, Atatürk ve Cumhuriyet ilkelerine, devrimlerine bağlı, laik, demokratik, sosyal bir Hukuk Devleti'nde birlik içinde yaşamak istiyorum. Özgürlüklerin bu çerçevenin içinde daha kolay büyüyeceğini ve bu çerçeveyi çok daha fazla genişleteceğini düşünüyorum. Özgürlükleri besleyecek, genişletecek, herkese yayacak daha verimli başka bir zemin düşünemiyorum.

Kürtler bütün bunların ayırdındaysalar ve işler buna rağmen kolay değilse, bize o zaman hükümetin, temsil yetkisi ve çoğunluğu bulunmayan bir silahlı örgüte güç ve toprak devrederek bu insanlara bu kötülüğü reva gördüğünü söylemek kalacaktır. Belki şu ünlü “açılım”dan bunu anlamalıyız. Polisiye edebiyatın yine ünlü sorusunu sorarak bu planın mantığını anlamaya çalışabiliriz:Cui bono?
Tüm bunlar Kürtlere değilse, kime yarayacaktır? Ülkenin bölünmesinden, dinsel ve etnik parçalanmalardan, ileri sınıf çatışmalarından kimler semirecekse en azından onların sevineceği; bu işlerde parmağının olacağı, hatta eylemsel rolünün bulunacağı biçiminde düşünmek pek yadırgatıcı olmasa gerek.
Tam da bu noktada benim önerim, “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti”nin tüm bu çözülme, parçalanma, ayrışma olgularına karşı bir panzehir oluşturacağı: laik devletle dinsel; sosyal devletle sınıfsal; demokratik hukuk devletiyle de etnik kaosun önüne geçerek; “insanlık onuru”nun korunması, koşullarının sağlanıp geliştirilmesi ödevine dayalı bir hukuk düzeninde her bir insanın bir yurttaş ve birey olarak kendi ayrılığından ve aynılığından bir zarar görmeksizin, aksine bu özellikleriyle yaratıcı katkılar getirebileceği bir varoluşa kavuşabileceği yönündedir.
Kürtler gerçekten neyi istiyorlar? Bunu bilmenin bir yolu var mı? Onların yerine konuşanların gerçekten onların düşüncelerini söylediklerinden nasıl emin olabiliriz?
Bu topraklardan Türkiye Cumhuriyeti’nin silinmesini istemeye başkalarının her kalibreden pek çok nedeni vardır. Bizimse, birlikte ya da değil, bir tek nedenimiz söz konusu: “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!”

 Hayrettin Ökçesiz/Cumhuriyet/Bilim Teknoloji

Çayıra salınan at, eşek, koyun mutludur. Karnı tok, uyuyan kedi mutludur. Uygarlıkla ilişkileri yok. Çiçeğe konan arı da mutlu olmalı! Belki farkında değildir. Onun balını yiyen ayı da mutludur. Ama uygar değildir. Kaldırımda uyuyan köpek mutludur. Ama onun yanından geçen mutlu değildir. Bunları birlikte yaşatan belediye de uygar değildir. Yolları otopark olarak kiralayan belediye mutlu olabilir. Ama uygar değildir. Kaldırıma çöp bırakan mutlu olabilir. Ama uygar değildir.

Mutlu Ama Uygar Değil! - Doğan Kuban
Türkiye’de daha acıklı olan 2014 yılında bizi Ortaçağ’da yaşatan kurumsal ilkelliktir. Bu denli vurdumduymaz olabilen bir halkın uygar olacağını hayal etmek olanaksız. Gerçi toplumun uygar milyonları da var. Fakat kendimizi ne kadar soyutlasak, yaşamı halkla paylaşmak zorundayız. Onun için her gün bir basamak daha aşağı inen ilkel olgular utandırıcıdır. Türk toplumunu küçük düşürücüdür.
Günlük gazetelerden bir utanç listesi:
41 ülkenin demokrasi sıralaması yapılmış. İslam dünyasının en gelişmiş ülkesi Türkiye listenin sonunda. Sıralamayı yapan oldukça ünlü bir Alman vakfı: Bertelmann Stiftung. AB ve OECD ülkelerini içine alan bu listede ekonomi, sosyal politika ve Çevre politikası verileri değerlendirilmiş. İfade ve toplantı özgürlüğünün kısıtlanması, demokratik hakların ihlali, medya yozlaşması, ve hak, hukuk konularında, Avrupa’nın eski komünist ülkelerinin, İsrail’in, Yunanistan’ın, Şili’nin, Meksika’nın, Malta, Romanya ve Macaristan’ın gerisindeyiz. Sadece insan kasapları ülkesi Yugoslavya’dan öndeyiz. Bereket Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İslam ülkeleri var.

AKP’li bir belediye başkanı kadınları çalıştırmayacağını söylemiş. Bunu örf ve âdete uygun olsun diye yapacakmış. Bu kent Türkiye sınırlar dışında mı? Bu adam İstanbul’da kadınların çalıştığı banka, dükkân görmemiş mi? Yasa bilmiyor. Tarih de bilmiyor. Örf ve âdet sandığı, ve toplumun büyük çoğunluğunun varlığını unuttuğu şeyler, bütün İslam dünyasının nüfusunun bugünkü Türkiye’nin onda biri kadar olduğu 1500 yıl önceydi. Arap yarımadası cahiliye çağında yaşıyordu. Kimsenin arabası, televizyonu, telefonu, bilgisayarı yoktu. Deve ve eşekle İstanbul’da dolaşan kimse görmüş mü bu başkan? Bu düşünce ve tutumun adını koyabilir misiniz? Bir Türk (adı Ali imiş) Kâbe’de (Ali Gate) önünde, ailesinin erkekli kadınlı fotosunu çekmişler. 1986’da Suudi Arabistan’da piyasada en son model foto makineleri satılırdı. Fakat fotoğraf çekmek yasaktı. Hele Kâbe’de foto çekenleri linç bile edebilirlerdi. Suudi Arabistan ne kadar gelişmiş. E! Örf ve âdet ne olacak?

İş makinaları ile gelen silahlı (?!) kişiler bir tiyatro sahnesi yıkıp, ağaç sökmüşler. Ne zaman? Gece yarısı! Bunlar ağaç ile tiyatro arasında bir fark olduğunu mu bilmiyorlar, yoksa buraya yanlışlıkla gelen mezar kazıcılar mı? Niye gece? Niye ağaç! Niye silah!
Bunlardan iş isteyenin nasıl bir vatandaş olduğu konusunda bir düşünceniz var mı? Sizce bu nasıl bir toplumun üyesidir?
Bunu anlayamadığım için size soruyorum
 Maçta sahaya atlayan bir futbol tutkulusunun dövülerek öldürülmüş cesedi ertesi gün çöp tenekesinde çıkmış. Bizim toplum geçen gün oy pusulası ile çöpü karıştırmıştı. Şimdi cesetle çöpü karıştırıyor. Bu arada seçim sandığı ile mezar da birbirine karışıyor.

Bir üniversite atanması haberi okudum. Önce alınacak adaylar seçiliyormuş. Sonra onların biyografilerine göre gazete ilanı veriliyormuş . Bu ilana en uygun adaylar seçiliyormuş. Burası bir üniversite. Bir rektörü var. YÖK diye bir fetva merkezi var. Bu biyografileri bilen bir kurum seçimden önce seçilecekleri saptamış!?

Sabahtan akşama kadar bu hikâyeleri dinleyen ve fıttırmayan bu toplum, kanımca, güneşte uyuyan kedi kadar mutludur. Oy’unu para ile satıp birkaç gün karnını doyuruyor. Gazeteler bir gökdelen fiyatına bir seçim satın alındığını yazıyor. Türk toplumunun bu kadar ucuz olduğuna inanmıyorum. Ama kör cahil olduğuna kalıbımı basarım.

BU SEÇİM YÖNTEMİNİ KİM İCAT ETTİ?
Partiler nasıl kabul ettiler? Zarfın açık kalması ve içine istediğin şeyin girip çıkması bir Türk yöntemi mi? İptal için bu kadar çok koşul olan bir seçim yöntemini akıllı bir toplum kabul edebilir mi? Damganın kendisi ve etrafındaki çizgi damganın basılacağı daireden daha büyük. Hiçbir Türk, eğer mimar ya da tasarımcı değilse, az okumuş ve kâğıt kalem görmemiş biri ise, o dairenin içine ‘evet’ damgasını doğru basmamıştır.

En çok iptal oyu AKP nin kazandığı sandıklarda çıkmış. Güçlü olanın istediğini iptal edebildiğin bir sistem. Torba kaçırmak, torba delmek, elektrik santralına kedi girmesi türünden ayrıntılar birkaç paraya oy atanları ilgilendirmez.

Bu komediyi demokrasi diye sunmak toplumu cehaletle damgalamak değil midir? Çok partili sistem, demokrasiyi kontrol etme amacını taşımıyor mu? Sandığı kontrol edemeyen partiler başka şeyleri nasıl kontrol edecek? Dervişçe ya da filozofça ‘Böyle gelmiş, böyle gider’ demek çağdaş bir tepki değildir. İnsanların biraz para karşılığı oy vereceğine inanmak istemesem, yani onlara böyle bir davranışı yakıştıramasam da mitinglere ücretle katılanların teşhiri ayyuka çıktığı için bunu kabul etmemek olası değil. Kanımca bütün bu olup bitenler, uzun süreli, planlı bir beyin yıkama ve kandırılma operasyonuna toplumca kurban olduğumuz düşüncesine daha uygun düşüyor. Bu tür uzun vadeli stratejilerin devlet programları olarak emperyalist merkezlerde geliştirildiğini yıllarca okuduk. Fakat son seçimde, sayısız yasa dışı manipülasyona karşın AKP’ nin %4045 lik bir oy düzeyinde kalması toplumun aptal olmadığını kanıtlıyor. Bu ülke için çok önemli bir aydınlanma garantisi ama, yakın geleceği kurtarmaya yetmez. Kaldı ki bütün aptalların iktidara oy verdiği düşüncesi de ‘olasılık kuramı’ içinde kabul edilemez. Ülke, kültür ve ahlak olarak, içi boşaltılmış oy torbasına benziyor. Yaşamak için gülümsemek gerek, ama ağlanacak bir durum var.

DİVRİĞİ HEYKELİNİ KURTARIN
 Yaşamın hiçbir boyutu politik kararların etkisi dışında kalmıyor. Böyle bir sonuç insanları umutsuz yapıyor. Sorunları insan odaklı yanıtlamazsak uygarlık söz konusu olamaz. Fakat dünyanın fiziksel geleceği uygarlık konjonktürünün sonunda egemen olması gerektiğini düşündürüyor.

Yazımı ülkenin en büyük uygarlık ayıbını anımsatarak bitireceğim. Kanımca, yukarıdaki bütün hastalıkların arkasında düşünce ve sanat karşısında gelişmemiş bir duyarlık sorunu var.

Romalı yaşlı Cato diye bilinen devlet adamı ve yazar her konuşmasını Kartaca yok edilmelidir, diye bitirirdi. Ben de uygarlıkla ilgili her yazımı ‘Divriği heykelini kurtarın!’la bitirmek istiyorum.

Sanat tarihi yaşamımın en büyük amacı Anadolu Türk uygarlığının en büyük anıtı ve dünya heykel sanatının en özgün örneklerinden biri olarak kabul ettiğim Hürremşah’ın Divriği taç kapılarını dünya sanat tarihinde hak ettiği yere çıkarmak oldu. Ahlat’lı bu büyük sanatçının başka bilinen yapıtı yoktur. Bu taç kapıların taş oymaları, İslam sanatında, Ortadoğu sanatında eşi olmayan, heykel niteliğinde, dünyanın en özgün sanat yapıtlarıdır. Elli yıllık bir çalışma ve yayın etkinliğine karşın bu başyapıt yok olma tehlikesinden henüz kurtulmadı. Bunu yapamayan bir toplum, özgürlük ve adaleti çöpe karıştırır. Güneşte uyuyan kedi gibi mutlu olabilir. Fakat entelektüel mutluluğa erişemez ve hiçbir boyutta uygar olamaz.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Soykırım iddialarına karşı çıkmayın, faşist ilan ederler
Bu konunun pek okunmadığını, ilgi çekmediğini, “Şimdi bunun sırası mı” denileceğini biliyorum, ama yine de yazmadan edemedim. Her yıl 24 Nisan öncesi, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları gündeme gelir ve “Soykırımı kabul edin” baskıları başlar. Ülkemizdeki bir kesimde, en basit ifade ile “Ermenileri kesmişiz abi” anlayışı hâkimdir. Soykırım gibi bir insanlık suçunu, 1-2 kitap ve yazı okuyarak ya da kulaktan dolma bilgilerle, enternasyonal dayanışma ve halkların kardeşliği söylemlerini kullanarak Anadolu insanına yükleme hevesindekilere ne deseniz boş. Bu konuda 3 kitap yazmış, 5 ülkenin arşivlerini incelemiş, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Ermeni yazarların yayınladığı tüm kitapları okumuş biri olarak, gerçekleri belgeye ve bilgiye dayalı ortaya koymaya çalışırım. Ölçülü ve dikkatli tarzıma rağmen, yine de çokbilmiş cahillerin sloganı geçmeyen hakaret içerikli yorumlarına muhatap olurum.
Yaşanan acı olayları kimse yok sayamaz. Ermeniler ve Türkler karşılıklı büyük acılar çekmiştir. Anneannem 4 yaşındayken, sülalesinden 250’den fazla kişi Erzurum’dan Batıya doğru kaçarken, Ermeni Komitecileri tarafından Erzincan’ın Tercan ilçesi yakınlarında durdurulur. Kafilenin kapatıldığı samanlık ateşe verilir. Annesi, toprağı elleriyle kazarak, anneannemi o boşluğa koyar ve üstüne kapanır. Bu katliamdan sadece anneannem ve dayısının oğlu sağ kurtulur. Onlara, yüzlerce kimsesiz Ermeni ve Türk çocuğunu evlat edinen Kazım Karabekir Paşa sahip çıkar. Dedemim sülalesinden yine 250’den fazla insan, Ermeni Komitacıları tarafından Sarıkamış yakınlardaki bir derenin içinde, balta, bıçak, satırlarla katledilmiştir. Dedemin ve anneannemin gözlerine, yüzlerine sinmiş o tarifsiz acıyı hep görmeme rağmen, Ermenilere karşı asla kin beslemedim. Konuyu 25 yıldır hep objektif bir gözle araştırdım.
24 Nisan’da ne olduğunu özetleyerek başlayalım. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mart 1915’de Rus Ordusu’nun Van’a girmesiyle Ermenilerin büyük bir katliama başlamaları üzerine Osmanlı Hükümeti, İstanbul’daki Ermeni Patriği ve Osmanlı Meclisi’ndeki Ermeni milletvekilleri ile bir toplantı yapmıştır. Toplantıda, Ermeniler, vatandaşı oldukları Devlete karşı Rus Ordusu ile işbirliği yapmaktan ve katliamdan vazgeçmeleri, konusunda uyarılır.
Buna rağmen, saldırılar sürünce Osmanlı Hükümeti, 24 Nisan 1915’de, İstanbul’daki Ermeni komitelerinin önde gelenlerinden 235 kişiyi Ankara-Ayaş ve Çankırı’ya sürgüne gönderir. İşte bu tarih soykırım iddiacıları için sembolik gün olur.
Ermenilerin saldırılarının devam etmesi üzerine ise Hükümet, 27 Mayıs 1915’te, “Tehcir” kararı alarak, özellikle Doğu Anadolu’nun 6 vilayetindeki Ortodoks Ermenileri, İmparatorluğun güneydeki eyaletlerine zorunlu göçe tabi tutmuştur.
10 Haziran 1915 tarihli İçişleri Bakanlığı talimatnamesi, Tehcir’e tabi tutulan Ermenilere, gidecekleri yerlerde arazi ve ev verilmesini, sermaye ve araç gereç sağlanmasını, tarım bölgelerine yerleştirilmesini, uygun kasaba ve köy yoksa yeni köylerin, çiftliklerin kurulmasını istemektedir.
Tehcir sırasındaki masrafların karşılanması için 250 milyon kuruşa ulaşan bir bütçe ayrılmıştır. Bütçe, her kişi için 2 para ile 10 para arasında değişen günlük harçlık verilmesini de içermektedir. Paranın yetmediği görüldüğünde ise Adana, Konya, Urfa, Maraş, Halep gibi vilayet yönetimlerine ek ödenekler gönderilmiştir.
İçişleri Bakanlığı, Haziran ayından itibaren, Erzurum, Elazığ, Bitlis, Konya başta olmak üzere birçok vilayetin valisine gönderdiği telgraflarda, zorunlu göçe tabi tutulan Ermenileri yol boyunca koruyamayan, eşkıya baskınlarına, soygunlara, öldürülmelerine engel olamayan ve kötü davranan yetkililer hakkında işlem yapılmasını, askeri mahkemelere sevk edilmelerini emretmiştir. İşte bu süreçte, 1916 yılının sonbahar aylarına kadar mahkemeler, 67 kişiye idam, 524 kişiye hapis, 68 kişiye de para ve sürgün cezası vermiştir.
10 Haziran 1915 tarihli talimatname, Ermenilerin, ayrıldıkları yerlerde bıraktıkları malları koruma altına da almıştır. Buna göre, Ermenilerin taşınmazlar başta olmak üzere geride bıraktıkları tüm varlıkları, mühürlenerek kayıt altına alınıp korunacaktır. Ambarlarda, tarlalarda, evlerde kalan ürünleri, yiyecekleri açık artırma ile satılarak parası sahipleri adına kaydedilecektir. Bu işleri Taşınmaz Mallar Komisyonu yapacaktır. Kayıtların örnekleri vilayet ve sancak yönetimlerinin yanı sıra kiliselerde de tutulacaktır.
18 Aralık 1918’de ise Hükümet, Ermeniler için Geri Dönüş Kararnamesi çıkarmıştır. Bu kararnameye göre Ermenilere evleri, arazileri geri verilecek, kilise, okul, yetimhane vb yerlerdeki eşyaları teslim edilecek, içine göçmen yerleşmiş evlerin tasfiyesi gerçekleştirilecektir. Ayrıca dönüşlerin güvenlik içinde olması için gerekli tedbirler alınacaktır.
Yurtdışında katıldığım panellerde, bu son örneği verdiğimde, soykırım iddiacıları, “Savaşı kaybetmiş Osmanlı’nın, Tehcir’den 3,5 yıl sonra aldığı Ermenilerin geri dönüşü kararı inandırıcı değil. Zaten Ermeniler, müttefikler sayesinde dönecekti” diye tepki gösterirdi.
Buna yanıtım, “10 Haziran 1915 tarihli talimatname ile kısmen başlayan Zorunlu Göç, İstanbul’dan, tüm vilayetlere ve sancaklara gönderilen emirle, 25 Kasım 1915’te geçici olarak durdurulmuştur. Osmanlı Hükümeti, 15 Mart 1915’te ise Tehcir’i tamamen durdurmuştur. Yoldaki kafilelerin, o sırada bulundukları yerlerde iskân edilmeleri emri verilmiştir” olmuştur.
Bir başka konu ise Zorunlu Göç uygulaması dışında tutulan Ermenilerdir.
İçişleri Bakanlığı’nın vilayetlere, sancaklara gönderdiği, ilki 9 Haziran 1915’de, sonuncusu ise 3 Mayıs 1916’daki birçok telgraf ve yazıda, Katolik ve Protestan mezhebinden Ermenilerin, 5 bin civarında Ermeni askeri ailesinin, devlet memuru olarak görev yapan Ermenilerin ve ailelerinin, komitacılarla ilişkisi olmayan Ermeni tüccarları ve ailelerinin, kimsesiz Ermeni çocukların, bazı özel durumu olan Ermenilerin Tehcir kapsamı dışında tutulması emredilmiştir. O dönem, 100 binden fazla Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’daki, ayrıca, İzmir, Aydın, Trakya ve diğer batı vilayetlerindeki Ermenilerin Tehcir’e tabi tutulmadıkları da unutulmamalıdır.
Ölü sayısı da soykırım iddiacılarının tahrif ettiği konulardandır. Onlara göre 1,5 milyon Ermeni öldürülmüştür. 1897-1903 yılları arasında Osmanlı İstatistik Umumi İdaresi Müdürü Mıgırdıc Sınabyan adlı bir Ermeni’dir. Sınabyan döneminde, 1897’de yapılan nüfus sayımında 1 milyon 42 bin 374 olan Ermeni nüfusu, 1903’de başlayıp 1906 yılında sona eren sayıma göre de 1 milyon 50 bin 513’dir. Son olarak 1914’de yapılan nüfus sayımında Ermeni nüfusu 1 milyon 299 bin 7’ye ulaşmıştır. İşte bu rakamın içinden 1,5 milyon ölü üretilmektedir. Bazı Ermeni tarihçiler ise Ermeni nüfusu için hiçbir resmiyeti olmayan 3 ya da 3,5 milyon gibi rakamlar verip, ölü sayısını dengelemeye çalışmaktadır.
Atatürk’ün saygınlığı ve inandırıcılığını bilenler, Ermeni iddialarını uluslararası kuruluşların resmi belgelerine sokmayı başarmıştır. Bu durumun en somut örneği, Avrupa Parlamentosu üyesi Per Gahrton tarafından hazırlanan Güney Kafkasya Raporu’nda yer almıştır. Avrupa Parlamentosu’nun, 28 Şubat 2002’deki Genel Kurul toplantısında oylayarak kabul edilen raporda, “Atatürk, 10 Nisan 1921'de Meclis'te yaptığı konuşmada, Ermenilere soykırım uygulandığı yönünde ifadeler kullanmıştır” denilmektedir.
Atatürk’ün yaptığı iddia edilen konuşmanın tarihine bakıldığında, 10 Nisan 1921’de Meclis’in kapalı olduğu görülecektir. Bu hatırlatıldığında, Gahrton bilgileri Ermeni kaynaklarından aldığını ve doğruluğunu araştırmadığını söylemiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Halep’i işgal eden İngiliz askerlerinin bir Osmanlı memuru olan Naim beyin odasında, Talat Paşa’nın “Kıyım” emrini içeren telgraflar ele geçirdiği iddia edilmişti. Daha sonra Aramyan isimli bir Ermeni bu telgraflardan bazılarına sahip olduğunu duyurunca, 1922’de bir açıklama yapan İngiltere Dışişleri Bakanlığı, İngiliz askerleri tarafından ele geçirilen telgraflar olmadığını bildirmiştir. Adı geçen telgraflar İngilizlerin elinde olsaydı, 44 Osmanlı yöneticisini Ermeni kıyımından mahkûm etmek için Malta’da kurdukları mahkemede kullanır, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na, elinizde belgeler varsa gönderin diye yalvarmazlardı. Bu telgraf gerçek olsaydı, Berlin’de Talat Paşa’yı öldüren Ermeni militanın davasında, avukatı önce mahkemeye kanıt olarak sunup sonra da geri çekmezdi. Ayrıca yapılan incelemeler, telgrafların biçim, içerik, şifreleme ve yazılış olarak Osmanlı resmi belgelerine benzemediğini, miladi takvim ile Rumi takvimin karıştırılması sonucu hatalı tarihlendirme yapıldığını, Paris’teki Ermeni Komitesi tarafından hazırlandığını, sahte olduğunu ortaya koymuştur. Buna rağmen, Ermeni ve Batılı tarihçiler, sahte telgrafları kanıt olarak kullanmaya devam etmektedirler.
1915 olaylarıyla ilgili özür dilenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Ama hemen belirteyim ne Türkler Ermenilerden ne de Ermeniler Türklerden özür dilemeyecektir. İngiltere, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Rusya bir araya gelerek, “Yüzyıllar boyunca iç içe sorunsuz ve barış içinde yaşamış, kardeş olmuş, sadece cami ve kiliseye giderken ayrılmış Ermeniler ile Türkleri, sömürgeci çıkarlarımız nedeniyle birbirine düşürdüğümüz için özür diliyoruz” diyeceklerdir. Beklenen özür budur.
Artık Avrupa ve Amerikan üniversitelerindeki panellere davet edilmiyorum. Soykırım iddiacısı yazar, akademisyen ve tarihçiler, “Soykırımı kabul etmeyen biri ile aynı panelde konuşmak istemiyoruz” diyorlar. Yalancının yalancıya propagandasını tercih ediyorlar. Kimileri de, “Bağırıp, sinirlenip, köpürmediği, sadece belgelerle konuşup, Ermeni Başbakanı Kaçaznuni’nin Romanya’da yaptığı açıklamayı ve itiraflarını anlatıp bizi zor duruma düşürdüğü için televizyon programlarına, panellere davet etmeyin” diyerek herkesi uyarıyor.
Bu toprakların insanlarının yapısında katliam, kıyım ya da soykırım yoktur. Kimse sömürgecilerin işlediği cinayeti Anadolu insanına yıkmaya kalkmasın. Elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince doğru bilgi ve belge ile karşı koyarız.
Daha geniş ve ayrıntılı bilgileri, Sömürgecilik Tarihi Işığında Ermeni Sorunu” adlı kitabım ve yayınlanmış diğer kitaplarımda bulabilirsiniz.

 Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Anadolu İhtilali, toplumsal hukuka saygılı bir mücadeledir. Emperyalizmi alt ettiği kadar “saltanat-hilafet” yöntemiyle ulusal egemenlik erkine el koyanları da tasfiye etmiş bir devrimdir. “Biat” rejimini kaldırarak demokratik halk “meşruiyetini” sağlayan eylemdir. Ama ulusal egemenlik erkinin bireysel keyfiliklerle yitirilme olasılığı, yıllar sonra önümüzde bir büyük tehlike olarak durmaktadır.

Ulusal Egemenlik ve Bireycilik - Ertuğrul Kazancı
Ulusal egemenlik, devlet kuran ve kamu yönetimiyle ilgili kurallar getirme erkine sahip halkın üstün ve genel iradesidir. Yaratıcı güç, ülkenin geleceğine ilişkin kararlar almaya yetkili olan halkın kendisidir. Böyle bir kudret, devlet işleyişini kurumlaştırarak kamusal düzenlemeleri gerçekleştirir. Ulusal egemenlik erkinin genel irade adına kamusal alanlarda varlığını göstermesi de yasama, yargı ve yürütme yoluyladır.

23 Nisan 1920 tarihinde Anadolu’da başlatılan ve ulusal egemenliği öngören çığır, yüzyılların mutlak bireyciliği etrafındaki geleneksel birikimi yıkıp atmıştır. Toplumcu değerlere bir bütün olarak ulaşmak ve o değerleri yaratan halkın varlığını esas almak ilke sayılmıştır. Türkiye, kurtuluş ve kuruluş yıllarındaki evrensel saygınlığını bu tutumuyla elde etmiştir.1950’ler sonrasının, “Odunu koysam mebus olur” anlayışına kadar ulusal egemenlik, ulusal iradenin demokratik kaynağı olarak kabul edilmiştir.

Evrensel ölçütlerde bilinir ki, ulusal egemenlik hukukunu çiğnemeye kalkışanlar, gerici-faşist dikta sistemleridir. Ulusal iradeyi istedikleri gibi şekillendirmek için uğraşlar verir, ilerici-toplumcu değerleri bağnazca yok ederler. Ulusal egemenlik erkine kavram olarak yabancı, güdümlü, kişiliksiz ve bilinçsiz yığınlar onların türedikleri var oluş nedenleridir. Sonunda sadece kişi profiline bağlı totaliterliklere yol açarlar. Hitler, Mussolini, Salazar, Franco, Batista, Pinochet ve niceleri bu konuda öne çıkmamışlar mıdır? Oysa ki Atatürk: “Ulusal irade, yalnız bir kişinin değil tüm ulusun istek ve emellerinin bileşkesidir” der.

Bir süreç
Türkiye’de ulusal irade seçimle cumhurbaşkanını belirleyecektir. Asıl önemli olan da ulusal egemenlik sahibi halkın seçimde hangi kıstası yeğ tutacağıdır? Adaylıkta adları geçenler: “Biz oturur, görüşür konuyu çözeriz” demektedirler. Tamamlayıcı sözleri de herhalde şöyle olacaktır: “Sizler de oy verici kitle olursunuz…”

Ulusal iradenin esası demokrasidir. Antidemokratik davranışları eleştirilen hükümetin başkanıyla, onun icraatlarına onay verdiği izlenen taraflı bir makam sahibi arasındaki paylaşım, hangi ülkesel yararı sağlayacaktır? İradenin sahibi halkımız, buyurgan ve kendi varlığını önemsemeyen yaklaşımı sindirecek midir? Yoksa Cumhuriyet ve devrimi öngörenlere özgü irade beyanında mı bulunacaktır?

Bir kısım halkımız, iradi gücüne karşın neden hafife alındığını iyice düşünmeli sonra da kusur arayan gözlerle kendisine bakmalıdır. Bu yönde Cumhuriyetin kurucusunun tanımını da hatırlamalıdır: “Bu devletin ve ulusun başında hiçbir kuvvet ve hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da ulusal egemenliktir. Ulusal egemenlik, ulusun bireylerinden ötede genel irade, ayrı bir kişiliktir.”

Ulusal egemenlik adına yürütme erkinin paylaşımını kararlaştıracak olanlar yıllardır işbaşındadırlar. Hukukun üstünlüğünden tutunuz da demokratik yöntem ve ulusal duyarlılıklara söz konusu paydaşlarca ne dereceye kadar uyulmuştur? Yanlış inanç sahteciliği ve boş sözler eşliğinde ulusa hükmetmeye çalışmaktan öte hangi zihniyetten sivrilmişlerdir? Halkçı-devletçi ekonomiyi, kamu zararı için neden terk etmişlerdir?


Temel hak ve özgürlükleri baskı altına alarak biber gazı ve tazyikli sudan destek alan, yürütme erkini yargı ve yasamanın üzerine bina etmeye çalışanlar açıktır. Gençlerin yürek sızlatan akıbetlerinden acı duymayanlar, maddesel şaibe savlarına kulak asmayanlar ve “idarei maslahatçılar” niçin revaçtadırlar?

Bilgisizlik ve koşullanmış tutkuların zihinlerde cirit attığı bir ülkedeyiz. “Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğu” yaklaşımı 1950’lerden bu tarafa göz ardı edilmiştir. Çünkü gelip geçen birtakım iktidarlar, sorgulayan, araştıran ve irdeleyen gerçekçiliği asla sevmemişlerdir. Aradıkları öğe, uyuşturulmuş halk yığınlarını dayanak etmektir.

Yeri gelmişken belirtmek isteriz ki, değerbilir uluslar, bağırlarından çıkan büyük hizmet sahiplerine özen gösterirler. Türkiye’de iş bir ölçüde aksinedir. Atatürk dolaylı, İnönü doğrudan doğruya hedeftir. Özellikle de Çankaya’nın olası adayı, “Ulusun tersine dönmüş alın yazısını yenen”, Lozan yapıcısı ve Cumhuriyetin kurucularından İnönü’yü yergilerle dilinden düşürmez. O zaman da bir anekdot aklımıza gelir: Ernest Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” romanıyla evrensel ün kazanmıştır. Roman, 193639’lar arası İspanyası’nda emperyalist payandalı faşizmin Cumhuriyetçilere saldırısını anlatır. Yurtseverlerin umulmadık dirençlerinden parlak kesitler verir. Yazar, 1923’ün Lozanı’nda İsviçre’dedir. Cepheden gelen Türkiye başdelegesinin antiemperyalist kavgasını gözlemler ve övgülerle dolu gazete haberleri yapar. Hemingway’ın yıllar sonra İnönü’ye gönderdiği imzalı romanı bu saygıyı ifade içindir. Ama “BOP” eşbaşkanına imzalı takdirlerini sunacak ilerici-devrimci bir tek kitap yazarı düşünülemez.

Sonuç:
Seçim yoluyla beliren ulusal irade, ulusal egemenliğin önemini bilinçle taşıyorsa ideal demokrasi gerçekleşir. Yoksa feodal, teokratik ve güdümlü dürtülerle aldatılarak çağcıl kültürden yoksun bırakılmış insanların irade beyanları sağlıklı olamaz. Böyle bir ülkede ulusal egemenliğe ait erk ve bundan doğan hak, sonunda birkaç kişinin elinde yitirilir. Tehlikenin büyüğü de buradadır.

 Ertuğrul Kazancı / Eğitimci-Hukukçu

Gündüz Akgül: Yitik Yıllar…
Sevgili dostlar,
Doksan yılını aşmış Cumhuriyetimizde, kendimce önemli gördüğüm ve yitik olarak kabul ettiğim yılları hakkında ki görüşlerimi sizlerle paylaşmak gereğini duydum.
1923-1938 Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk dönemi 15 yıl.
15 yıl tarihte pek uzun bir süre sayılmamaktadır.
-Bu süre içinde yıkılmış bir imparatorluğun külleri üzerine kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde bir biri ardı sıra gerçekleştirilen devrimlerle aydın bir Türkiye yaratılmış, kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) sayesinde ekonomi canlandırılmış, iş gücü yaratılarak yurttaşların yaşam seviyeleri yükseltilmişti.
-Latin alfabesinin kabulü ile eğitime büyük önem verilmiş, kısa sürede okuma-yazma oranı yükseltilmişti.
-İmparatorluk döneminde ikinci sınıf yurttaş sayılan kadınlar, erkeklerle eşit haklara kavuşturulmuş ve çalışma ortamında yerini alması sağlanmıştı.
-Ülkemizin, uluslararası arenada onurlu yerini aldığı yıllardı.
-Türk halkının çağdaş uygarlığı yakalaması amacıyla Halk Evleri kurulmuş ve devrimlerin halk tarafından benimsenmesinde bu kurumların büyük hizmetleri görülmüştü.
-Bu dönemde çok partili hayata geçmek için iki girişim yapılmışsa da yeni parti kuranların devrimlere zarar verdiği anlaşıldığından zamanı gelmemiştir düşüncesiyle bundan vazgeçilmişti.
Yapılanlara bakıldığında bu yıllar, her konuda başarının doruğa çıktığı yıllar olarak görülmektedir.
1938-1950 Milli Şef İsmet İnönü dönemi 12 yıl.
-Bu süre içinde büyük önderin ilke ve devrimlerine dokunmamakla birlikte, Köy Enstitüleri gibi ülkeye aydınlık yayan kurumlar hayata geçirilmişti.
-Hitler çılgınlığı ile başlayan ikinci dünya savaşına ülkemizin girmemesi sağlanarak, takdire şayan bir dış politika uygulanmıştı.
-Cumhuriyetin Kuruluşundan sonra epey bir zaman geçmesine karşın tek parti dönemine devam edilmesi beraberinde bir takın sıkıntılarda getirmişti.
-Kırsal kesimde Jandarma baskısı, vergi ağırlığı yurttaşları yeni bir arayış içine sokmuştu.
-Meclise getirilen Toprak Reformu yasa tasarısı, CHP Milletvekili Adnan Menderes’in etrafında toplanan toprak ağalarının itirazları ile karşılık bulmuş ve CHP’den ayrılan Adnan Menderes ve arkadaşları 1946 da Demokrat partisini (DP) kurarak, İsmet İnönü’nün de tek parti düzeninden çok partili düzene geçiş düşüncesinde olmasıyla, çok partili hayata geçilmişti.
-Sonraki yıllarda CHP ortanın solundadır söylemi de İnönü’ye aittir.
1946 Seçimlerine katılan Demokrat parti, iktidar olmayı başaramamıştı.
14 Mayıs 1950 tarihinde çok partili dönemde yapılan ikinci seçimde, Demokrat parti “Yeter söz Milletin” sloganı ile katıldığı seçimlerde büyük bir başarı sağlayarak tek başına iktidar olmayı başarmıştır.
1950-1960 Demokrat Parti dönemi 10 yıl.
-Bu süre içinde alına Marşal yardımları ile ilk etapta halka büyük bir refah sağlanmışsa da zaman içinde “elini veren kolunu kaptırır” hesabı ABD’den yakamızı kurtaramamışız.
-Soğuk savaş dönemi olduğu için Rusya’nın korkusu ile NATO’ya girilmişti.
-NATO üyesi olduğumuz için Güney ve Kuzey Kore savaşına müdahale eden ABD yanında, hala akıl erdiremediğim savaşa katılarak yüzlerce evladımızı şehit verilmişti.
-NATO üyeliğimiz nedeniyle ABD’ye ÜS vermişiz ve bu güne kadar yurdumuzdan söküp atamıyoruz. Topraklarımız içinde olan bu Üs’ler ABD izin vermedikçe subaylarımız girememektedir.
-1954 ve 1957 genel seçimlerini de kazanarak tek başına iktidar olan DP, zaman içinde muhalefete, basına, aydınlara baskıyı arttırmış, gençlik sokağa dökülmüş ve çıkan olaylarda şehit vermişti.
- Adnan Menderes milletvekillerine “siz isterseniz şeriatı bile getirisiniz” diyerek laiklikten ödün vermenin yolunu açmıştı.
-Atatürk ilke ve devrimlerinden oy uğruna ödünler vererek tarikatların tekrar palazlanmasına olanak tanınmıştı.
Sonuç: Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 1960 tarihinde yönetime el koyarak darbeler dönemini başlatmış ve DP iktidarına son vermişti.
Demokrat kişiliğimden ötürü demokrasilerde seçimin dışında iktidarın darbelerle el değiştirmesine kesinlikle karşıyım.
 Ancak 1960 İhtilalini demokrasiye bir darbe olarak değil, kesintiye uğrayan demokrasiyi rayına oturtan bir hareket olarak görüyorum.
12 Mart 1971 Tarihinde verilen muhtıra ve 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan faşist darbe ile 1960 ihtilali arasındaki farklar böyle düşünmemi gerektiriyor.
1960 İhtilali, emir komuta zinciri içinde bir yerlerden emir alınarak değil, alttaki genç ve aydın subayların demokrasiyi rayına oturtmak için yaptıkları bir harekettir.
Nitekim İhtilalden sonra kurulan kurucu meclisin yaptığı 1961 Anayasası, Cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü anayasasıydı.
Bağımsız yargı, Anayasa Mahkemesi, Grev ve lokavt, sendikal haklar, özerk kurumlar (TRT, Üniversiteler) bu anayasanın unutulmaz eserleridir.
1971 muhtırası ile başlayan ve sonraki sağ iktidarla tarafından devam eden Anayasa değişiklikleri ile 1961 Anayasasından eser bırakılmadı. 1980 ihtilali ile tamamen kaldırıldı.
12 Eylül 1980 ihtilalinden önce CHP lideri Bülent Ecevit kısa aralıklarla koalisyonun büyük partisi olarak iktidar olduysa da, gerek ortaklarının siyasi düşünceleri gerekse iş çevrelerinden gereken yardımı görmeyişi nedeniyle sosyal demokrat programını uygulama olanağı bulamadı.
.
Genel olarak, DP mirasçısı olan Süleyman Demirel’in kurduğu Adalet Partisi (AP) bazen tek başına bazen de Milliyetçi Cephe (MC) şeklinde iktidar oldu.
1980 İhtilali ile mevcut siyasi Partiler kapatılınca AP tabanı Doğru Yol Partisini (DYP) kurarak siyasete devam etti.
AP ve 1980 ihtilalinden sonra DYP Genel Başkanlığı yapan Süleyman Demirel’in dönemi gel eğitlerle doludur.
21.03.1975- 21.06.1977 iki yıl üç ay,
21.07.-05.01.1978 altı kusur ay,
21.11.1979-11.12.1980 bir kusur yıl,
20.11.1991-16.05.1993 iki buçuk yıl,
-Süleyman Demirel de oy uğruna dini siyasete alet etmek ve tarikatlara bu nedenle ödün vermek nedeniyle, Atatürk ilke ve devrimlerinin kan kaybetmesine göz yummakta geri kalmadı.
-Bu gün laik cumhuriyetin bu ödünlerden ötürü tehlikede olduğunu görünce günah çıkarıp, cumhuriyet sahip çıkmaya çalışıyorsa da, atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere.
-“Dün dündü bu gün bu gündür” veciz sözü de Demirel’e aittir.
-Demirel Cumhurbaşkanı olduktan sonra, parti Genel Başkanı olan ve 25.06.1993- 06.03.1996 tarihleri arasında Başbakanlık yapan Tansu Çiller de diğer sağ liderlerden farklı bir davranış göstermedi.
12 Eylül 1980- 6 Kasım 1983 Milli Güvenlik konseyi dönemi 3 yıl.
Türk demokrasisinin en karanlık günleri diyebileceğim bu üç yılda, Konsey üyesi generaller, Atatürkçüyüm diyerek, ne kadar Atatürk kurumu varsa ( Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu) içini boşaltarak ve Atatürk vasiyetini hiçe sayarak, laik bir devlet olduğumuzu söyledikleri halde, alanlarda ayetli söylevlerle, Din ve Ahlak derslerini Anayasal zorunluluk haline getirerek, Atatürk ilke ve devrimlerine en ağır darbeyi vurdular.
Aydın ve demokrat insanların işkence zindanlarında gördükleri zulümlerin izleri hala toplumda devam etmektedir.
1983-1989 Ana Vatan Partisi (ANAP) dönemi 6 yıl.
1980 İhtilalini yapan komuta kademesindeki beş generalin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyinin (o zaman ki söylemle beşi bir yerde)  kurulacak siyasi partilerin kurucularını veto etmek hakkı bulunduğundan (ne biçim demokrasi ise), Nakşibendi tarikatına mensup Turgut Özal’ın Ana Vatan Partisi (ANAP) ve Asker partisi olarak lanse ettikleri Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve emekli Vali Necdet Calp’ın Halkçı partisi (HP) vize alabildi.
Parti kuruluşu için 30 kurucu üye zorunlu olduğundan SODEP’in otuzuncu kurucusu, kurtuluş savaşının kahramanı İsmet İnönü’nün oğlu bilim adamı Erdal İnönü’de veto yiyenlerdendi ve SODEP bu nedenle 1983 seçimlerine giremedi. ANAP seçimleri büyük bir çoğunlukla kazandı.
-ANAP döneminde, papatyalar gündemde söz sahibi oldular.
-Oğlanın, altın çocuk diye adlandırılan yurtdışından getirtilen arkadaşları, sonraları çoğu yolsuzluk soruşturmalarının sanıkları içinde yer aldılar.
-Dört eğilimi kucaklıyoruz sloganı ile iktidara gelen Özal, iktidar döneminde önceliği hep tarikatlara tanıdı.
-Tarikatlar ülkede cirit atmaya başladılar.
- Özal’ın “Benim memurum işini bilir”, “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz” sözleri günün özdeyişleri oldu.
-Belleklerde kalan genel kanı,  bu dönem yolsuzlukları oldu.
-Turgut Özal 1989 yılında Cumhurbaşkanı olduktan sonra, ANAP zaman içinde kurulan koalisyonların ortağı olduysa da sonradan eriyip yok oldu.
03.Kasım.2002 den beri iktidar olan ve halen devam eden AKP dönemini baştan beri hep birlikte yaşadığımız ve halen yaşamaya devam ettiğimiz ve olumsuzlukları devamlı dile getirdiğimiz için ayrıca değerlendirmesini yapmıyorum.
İşte böyle sevgili dostlar,
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşı İsmet İnönü ile kısa aralıklarla ortaklı iktidarlara Başbakanlık yapan Bülent Ecevit’in iktidarları dışındaki yılları (AKP dönemi dâhil),  belirttiğim nedenlerle ülkem için “YİTİK YILLAR” olarak değerlendiriyorum.
Belirttiğim nedenlerle bu yıllarımızı boşuna harcayıp, Atatürk ilke ve devrimlerinden sapma göstermeseydik, ülkemiz şimdi çok değişik bir durumda olurdu.
Yazı biraz uzun oldu ama tarihe not düşmek için 90 yılı ancak bu kadar özetleyerek yazabildim.
Affola…

22.04.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Bağımsızlık Benim Karakterimdir - Erdal Atabek
Mustafa Kemal Atatürk.
Kendi karakterini ulusunun kaderi yapan lider.
Ulusal bağımsızlık.
Kuvayı Milliye. Ulusal Güçler.
Misakı Milli. Ulusal Ant.
Ulusal Kurtuluş Savaşı.
Zaferin üzerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti.
Dünya tarihini değiştiren büyük bir devrim.
Dünya emperyalist devlerinin şaşkınlığı.
Sömürgelerin uyanışı.
Asya tarihinin değişimi.
Afrika’nın ayağa kalkışı.
Avrupa tarihinin yön değiştirişi.
Yıkılan imparatorluklar. Devrilen Çarlık Rusyası.
Atatürk Cumhuriyeti, dünya tarihinin yeniden yazılışıdır.
Ulusal. Bağımsız. Laik. Cumhuriyet.
***
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı bu büyük değişimin tarihidir.
Mustafa Kemal Atatürk dönemi on beş yıldır: 1923-1938.
İsmet İnönü dönemi on iki yıldır: 1938- 1950.
Sonra Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP iktidarları.
Hep sağ iktidarlar. Hep bir askeri darbeyi izleyen sağ iktidarlar.
Dünya emperyalizminin parçası olmayı politika yapan iktidarlar.
1950-2014 arasındaki 64 yıl. Dört 15 yıldan fazla zaman geçti.
Nereden nereye geldik?
Köy Enstitülerinden imam hatip okullarına geldik.
Halkevlerinden Kuran kurslarına geldik.
Ulusalı unuttuk. Yerel ile evrensel arasına sıkıştık.
Bağımsızlık yerini Amerika ile İslam dünyası bağımlılığına bıraktı.
Laiklik suçlandı, “dinsizlik” tehdidi ile karartıldı.
Ulusal birlik, etnik köken ayrımcılığı ile parçalandı.
Özgürlükler adım adım baskı altına alındı.
Artık tek parti tahakkümü de aşılıyor.
Tek adam dönemi başlıyor.
Biat-itaat kültürü Türkiye’nin yeni kültürü yapılmak isteniyor.
Olacak mı?
23 Nisan 2014 bu dönüşümün tarihi olarak mı kutlanacak?
***
Hayır. Böyle olmayacak.
Böyle olması isteniyor olabilir.
Koşullar artık oluştu sanılabilir.
Ama böyle olmayacak.
Ülke içinde “aydınlanmacı güçler” sanıldığından çok daha güçlüdür.
Dünyanın gidişi zorbalığın destekçisi olmayacaktır.
İçerde de yolsuzluklar, rüşvetler, bunları örtmeye yönelik çabaların üstü kapanmayacaktır.
Sadece, nereden nereye geldiğimizi bilmek zorunludur.
Atatürk’ün adını anmak değil, tarihsel bilincinin sahibi olmak gereklidir.
Yanlışı kabul etmemek, zorbalığa boyun eğmemek görevdir.
2023 yılını nasıl kutlayacağız?
1923 Türkiyesi’nin mirascısı mı olacağız?
1923’ün mezar bekçisi mi?
Bunu bu toplumun kararlılığı belirleyecektir…

 Erdal Atabek/Cumhuriyet

Tek çare Sarıgül! - Tünay Süer
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerine üç gün kala Kadıköy İskelesindeki CHP seçim Bürosunda çalışan arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim.
Birkaç adım ötemde adamın birisi bağıra bağıra bir şeyler anlatıyor bazı arkadaşlarım onu dinliyorlar, ikna etmeye çalışıyorlardı.
Yanlarına gidip ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Adam bilmem kaç yıllık CHP li olduğunu ama bu seçimde ailesi ve yakınları ile birlikte CHP’ye katiyen oy vermeyeceğini söylüyordu.
Nedenini sordum.
Filanca yerde AKP bayrakları ile caddeler sokaklar donatılmış ama bir tane CHP bayrağı yokmuş.
Ona, asılan bayrakların geceleri AKP tarafından kaldırıldığını, kesilip atıldığını izah etmeye çalıştım.
AKP vızır vızır çalışıyormuş!
Bir CHP li evlerine gitmemiş.
Neden Mustafa Sarıgül aday yapılmış?
Bu arada adamın yüzünü inceliyor içimden samimi olup olmadığını, doğru söyleyip söylemediğini düşünüyordum.
Adam neredeyse ağlamaklı olmuştu bu sıra.
Hanımefendi, ben her gün oradan geçiyorum asılıp asılmadığını bilmem mi?
Size yalan söylemem ne kazandıracak bana? Dedi.
Bu sözü üzerine ne diyeceğimi şaşırmıştım.
Partinin CHP ilkelerini benimsemeyen adaylarla, milletvekilleri ile Atatürk çizgisinden farklı bir strateji ortaya koyduğunu nefes almadan, motor gibi anlatmaya başlamıştı.
Boyna sayıp duruyordu. Belli ki çok dolmuştu.
Bir es aldı ve yine konuşmaya başladı.
“Sonra, ilk önce başka bir aday burada adaylığını açıkladı (Gürsel Tekin’den bahsediyordu) ardından Sarıgül’ün adaylığı açıklandı.
Siz halkla alay mı ediyorsunuz?
Memleket elden gidiyor, şu CHP’nin yaptığı işe bakın,”
Neredeyse Atatürk’ün partisi olmaktan çıktı, dedi.
Hani derler ya beş para ver konuştur yüz lira ver susmaz, işte öyle bir durumdu o an yaşadığım.
Ne var ki adamın samimiyeti açık seçik ortada ve söyledikleri doğruydu.
Garibin içi yanıyordu belli ki.
Bu sırada gözlerinde biriken birkaç yaş damlası yanaklarından aşağı süzülmeye başlamıştı. Ben görmeyeyim diye başını yana çevirdi, sol elinin tersi ile sildi.
İnanın yüreğim paralandı.
İşte CHP ‘yi böylesine yürekten seven bir kişi vardı karşımda.
Oyumu vermeyeceğim, aileme de verdirmeyeceğim sözleri sırf kızgınlığındandı.
Neyse ben gerekli şekilde onu ikna etmek için konuştum, bir oyun dahi çok değerli olduğunu anlatmaya çalıştım.
Başarılı oldum mu olamadım mı bilemem ama en azından siniri geçmiş, bağırtısı bitmiş durumda, el sıkıştık yanımızdan ayrılıp gitti.
İşte, vatandaşın çoğu bu isyanlar içindeyken seçime girdik.
Tabi sonucu kazanamadığımız için hezimet oldu.
                                                     ****
İstanbul’u mutlaka almamız lazımdı.
Sarıgül’ün agresif, şımarık halleri, birilerine miting alanında “dinlemiyorsanız buradan ayrılın “demesi, bir başka yerde yumruğunu konuşturması ve de miting yaptığı alanlarda CHP bayrakları yerine sarı flamaların görülmesi, tek çare Sarıgül reklamları, flamaları partinin önüne geçti adeta. Hepsi yanlış birer hata idi.
Hatalar bu kadarla bitmiyor tabi. Aile boyu meclis üyelikleri, eski eşini başkan adayı yapması, oğlunu, oğlunun şoförünü dahi meclis üyesi yapması, ilçelere müdahalesi örgüt üzerinde çok kötü etki yarattı.
Genel merkezin ulusalcıları dışlaması, tecrübeli üyeleri sandıklarda görevlendirmemesi de tuzu biberi oldu.
Yani seçimi kaybetmemiz için bir çok sebep sayabilirim.
Seçimlerden sonra Kılıçdaroğlu’nun Beşiktaş’ın çiçeği burnunda yeni belediye başkanını arayarak 17 Aralıkta göz altına alınan şahsı derhal meclis üyeliğinden çıkartması talimatını vermesine başkanın verdiği yanıt;
Onu ben çıkartamam ancak Sarıgül çıkartır” demesi de ayrı bir konu. Zihinlerde genel başkanlığa soyunduğunu her zaman söyleyen Sarıgül mü genel başkan, Kılıçdaroğlu mu sorusunu oluşturdu.
Daha önce, seçim zamanı da genel başkanın emrinin kale alınmadığını ne yazık ki bu gün basına düşen yeni bir haberden öğrendik.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ”İstanbul seçim sürecinde ı Kadir Topbaş’la ilgili seçimin gidişatını değiştirebilecek önemde 2 tane belgeyi, Mustafa Sarıgül ve Oğuz Kaan Salıcı’ya açıklama yapmaları için vermiş.
Habere göre ne Mustafa Sarıgül’ün ne de Oğuz Kaan Salıcı’nın belgelerle ilgili bir açıklama yapmadığını, belgelerin kayıplara karıştığını söylemiş.”
İnanılır gibi değil!
Ne derece doğrudur bilemem ama seçimlerde Sarıgül’ün aday yapılmasının yanlış olduğunu günlerce söylemiştik.
AKP’nin ayyuka çıkan yolsuzluk tapeleri, bakanların istifaları ile yer yerinden oynarken biz seçim kazanamıyoruz ve bir de şu kadar puan farkı yaptık, oyları şu kadar artırdık diye hava atıyoruz...
Komik doğrusu...
Aylar öncesinden İl başkanlığını bir kenara koyup Sarıgül’ün özel danışmanı, reklamcısı gibi çalışan İl Başkanı Salıcı’nın bütün performansını ona harcaması,  örgütle ilgilenmemesi de seçim kaybetmenin nedenlerinden sadece bir tanesidir.
Kılıçdaroğlu’ nun Topbaş hakkında verdiği iki önemli dosyanın açıklanmamasının hesabı sorulmalıdır.
Ayrıca İstanbul Kadıköy’de bir panelde halkın sorularını yanıtlayan, gerçekleri konuşarak özeleştiri yapan kadın milletvekillerimiz(Birgül Ayman Güler, Nur Serter) haklarında ileri geri konuşanlar, örgütün rızası olmadan milletvekili yapılanlar hatta genel başkan yardımcılığına getirilenlere de birkaç sözüm olacak.
Bu değerli ve çok sevilen vekillerimizin disipline sevk edilmesini isteyenler;
Ağrı’da HDP 'ye oy isteyen İst. Milletvekili Binnaz Toprak, 
Siirt’te BDP' ye oy isteyen PM Üyesi Dursun Bulut için ne yapılmasını öneriyorlar?

Tünay Süer

Geçen hafta Cumartesi günü (12.4.2014)sivil toplum örgütlerinin birleşerek düzenledikleri Ulusal Uyanış başlıklı paneldeydim.
Panel; İst. Kadıköy Irmak Okullarındaydı.
Panele, CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler ile İstanbul Milletvekili Nur Serter’in yanı sıra Em. Amiral Türker Ertürk, Akut Başkanı Nasuh Mahruki, Gazeteci Can Ataklı ve B.K.İŞ.Anadolu Yakası Başkanı Abidin Baysal toplantıyı düzenleyenlerin çağrıları üzerine katılım sağlamışlardı.
Bence panel çok güzel geçti.
Gelenler duymak istediklerini duydular ve sorularına içtenlikle yanıt aldılar.
Bu toplantı bir özeleştiri toplantısının dışında ileride bir daha aynı hataları yapmamak için ne yapabiliriz-di.
CHP ye oy verdiğini söyleyen Gazeteci Barış Yarkadaş’ın iki değerli milletvekilimize saldırıya varan yorumlarını şiddetle kınıyorum.
Birgül Ayman Güler ve Nur Serter’in sözleri CHP'ye oy veren ya da vermeyen binlerce kişiyi partisinden soğutuyormuş.
Gerçek öyle mi acaba?
Barış Yarkadaş’ın yazısında:
Serter’in, CHP’nin Doğu ve Güneydoğu'daki oylarının düşmesini değerlendirirken, "AKP ve BDP' ye oy verenlerin çocuklarının sayısı artıyor demesindeki gerçekleri tamamıyla saptırarak okurlarına duyurmasının altında ne vardır?
Serter zihniyeti, CHP'nin Doğu ve Güneydoğu'nun yanı sıra Batı bölgelerinde yaşayan Kürt seçmenle arasındaki makasın açılmasına sebep oluyor” diyor.
(Bu sözleri de abartılıdır. Bir kere Serter, Kürt kelimesini kullanmadı.)
Doğudaki Kürt, “buna sadece Kürt demeyelim zira Türklerde yaşamaktadırlar oralarda, halk demek daha doğru olur” yoksul ve çok şeyden yoksun kalmıştır. Temel hak ve özgürlükler evrensel değerlerdir, yıllardır ihmal edilmiş o bölgelerimizde Türkçe bilmeyenleri vardır, bir yandan PKK tehditleri, töre, beylik, ağalık gibi ilkel döngünün içerisinde sıkıntı çekmektedirler. Batıdaki ise, gelişmiş büyük kentlerde olduğundan gerek eğitim, gerekse sosyal durumda daha avantajlıdır.
Çocuğu dünyaya getirmek marifet değildir, ona sağlam bir gelecek hazırlamaktır önemli olan.
Evet, Doğu ve Güneydoğu'da çocuk sayısı HIZLA artmaktadır. Bir kadın en az on çocuk doğurmaktadır. Hem kadına hem de o çocuklara yazık değil mi?
Yokluktan 12 +13 yaşındaki kız çocukları bizzat aileler tarafından para karşılığı ikinci eş olarak birilerine satılmıyorlar mı?
Kadına acımayan, kadını üretim makinesi haline getiren zihniyeti kınaması ve bunun çözümlerini getirmesini beklerdim yazardan.
50 yıl, yüz yıl sonrasını düşündüğümüzde Türkiye nüfusu oldukça artacaktır!
Bu günkü yoksullaşmış, tarımı bitmiş, cumhuriyet değerlerinin yok edildiği, özelleştirme adına birçok kuruluşun peşkeş çekildiği, işsizliğin hat safhada olduğu, bir torba gıdaya oy verecek duruma getirilmiş Türkiye’yi göz önüne alırsak vay geldi başımıza.
O çocuklar yoksulluk içinde büyümektedirler. Büyük kentlere çocuk göçler başlamakta ya tinerle ya da başka kötü alışkanlıklarla sefil oluyorlar.
Bunun ne Kürtlükle ne de Türklükle ilgisi vardır.
Köprülerde su satan, araba silen çocuklar görüyoruz.
Bunlar Kürt, Türk, demeden hepsi bizim çocuklarımızdır.
Biz Kemalistler her zaman bu gözle baktık.
Çünkü bizler önce insan diyenlerdeniz.
Gelişmemiş yoksul kalmış bölgelerimizdeki bu durumda dünyaya getirilen çocukların istikballeri için, Türkiye’nin istikbali için kaygı duymak gerekir.
Gerçekleri konuşmak, kaybımızda olsa cesaretle i geleceğimiz için konuşmalı eleştirilerimizi yapmalıyız. Yapmazsak iktidar olamayız.
Bu iki vekilimiz partimizin iktidar olması için çalışan, Atatürk ilke ve devrimlerine gönülden bağlı vekillerimizdir. Söylediklerini çekinmeden parti meclisinde de söylemektedirler.
Biliyorsunuz 17 Aralık yolsuzluk iddiaları ile sarsılan AKP karşısında dikta rejiminden usanan ve kurtulmak isteyen halk % 99 gibi bir çoğunlukla hiçbir seçimde görülmediği gibi sandıklara koşmuştu.
Buna rağmen CHP beklendiği gibi bir sonuç çıkartamadı.
Toplumu kucaklamak adına,  partiye, kuruluş felsefesine, Atatürk Devrim ve İlkelerine saygı duymayan, benimsemeyen kişileri alıp önemli konumlara getirme yanlışlıkları, yanlış adaylar ve yanlış politikalar CHP ‘nin önünü kesmiştir.
“2014 yerel seçimlerinde CHP %28'e yakın oy aldı, aslında bu rakam daha önceki seçimlerde alınan sonuçlardan yüksektir ama beklenti daha yüksek olunca sonuç başarısız olarak algılandı” demek sadece tesellidir.
Şüphesiz CHP toplumun tüm katmanlarından oy alacak, almalıdır da.
Ne var ki, " Toplumu tamamen kucaklıyoruz!", derken doğudaki bölünme arzusunu da içinde barındırmak olmamalıdır.
Cemaate övgüler yağdırmamak gerekirdi.
Ankara Milletvekilimiz Emine Ülker Tarhan’ın Genel Başkan Kılıçdaroğluna dediği gibi;
“İnsanlar nerede durduğumuzu bilmediği için oy vermedi. Sosyal demokratız diyorsunuz, sağa açılım yapıyorsunuz. Bu ikisini nasıl bütünleştireceğiz. Bu parti solcu, ulusalcı olmak suçsa bunun izah edilmesi gerekiyor”
“Seçimlerde belli bir tarafla işbirliği içinde göründük. Belki bir işbirliği olmadı ama böyle bir algı oluşturuldu. Kesin bir dille de reddetmeliydiniz, tepki göstermeliydiniz. Ama böyle yapmadınız”
Evet, işte hangi bir olumsuzluğu dile getirelim.
CHP'nin devrimle, kurtuluş savaşıyla perçinleşmiş altı temel ilkesini benimsemeyen, bizleri duymayan, dışlayan bir yönetim ile karşı karşıyayız.
İstiklal Savaşına Rum Katliamı diyenler, tekke zaviyeler açılsın diyenler, Gülen muhterem bir zattır diyenler, seçimlerde Ağrı'da oyumuzu kime verelim? Diye soran vatandaşa HDP’ye oy vermesini söyleyenler sayesinde bu parti halktan oy alamadı.
BDP Özerklik ilan etmeye kalkıyor. Doğu ve güneydoğuda fiilen uyguluyor bunu. Adam kaçırmalar, yol kesmeler, hüviyet sormalar vb...
Ve CHP den bu konuda tık yok.
Daha yazmaya kalksam niceleri ile sayfalar yetmez.
Sonra partiyi kuruluş felsefesine, Atatürk devrim ve ilkelerine sahip çıkmaya çağıran vekillerimizi, bizleri suçlayacaksınız ha?
İnsan biraz utanır ya!

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget