Bu ülkede emperyalizme tutsaklık uğruna mı demokrasiye geçildi? ‘Her
mahallede bir milyoner yaratmak’, tarikat ve cemaatlere can vermek
amacıyla mı yola çıkıldı? Yolsuzluklar, faili meçhuller ve dış politika
kaosları adına mı perdelenmiş uğraşlar sergilendi? Demokratik karakterli
bir ideoloji olan Atatürkçülüğün doğasına uygun kültür neden
oluşturulamadı? Böylesine bir demokrasi, ulusalcılık zemininde ilerici,
toplumcu ve bağımsız ‘millî irade’ yarışmalarına tanıklık edebilirdi.
Ama olmadı. ‘Hurafe ve safsatalarla’ iradelere set çekildi.
Yerel seçim sonuçları; nice şaibe savlarıyla yüklü, yıpranmış,
çelişki ve başarısızlıkları ortaya serilmiş olan bir siyasal iktidarı
yerinde tuttu. Gözleri perdelenmiş ve zihinleri koşullanmış birtakım
kitleler şaşılacak kayıtsızlıkla bildiklerini okudular. Bu gelişmenin
bir başlangıcı vardır. Buna elbette bakılmalıdır.
Tarihte halkın; kişilik, dirlik ve esenliğini bilinçle geliştirmeyi
amaç edinen devrimlerin, geniş kitlelere kendisini kabul ettirmesi daima
zor olmuştur. Yüzyılların karanlığına bırakılmış saplantılarla iç içe
girmiş halkların aydınlatılması için, çetin aydınlanma uğraşları
verilmiştir.
Türkiye’de Cumhuriyet ve devrim ilkelerinin; teokratik, bağnaz ve
hanedan egemenliğine dayalı zeminle yer değiştirmesi hızlı ve keskin bir
süreçtir. Kemalist ivme, evrensel yankılı ve etkin derinlikli
devrimlerin alınyazısı olan; “halka rağmen ama halk için” gerçeğini de doğal olarak yaşamıştır.
İrdeleme:
Siyasal bilimci Maurice Duverger, “tek parti, tek şef” nitelikli partilerin uluslararası boyutta değerlendirmesini yaparken, Atatürk ve İnönü
devirlerindeki CHP için: “Totaliter yapıdan uzak, iç muhalefete açık,
durmaksızın çok partili sisteme geçmek isteyen özgün ve esnek bir yapı
göstermektedir” der. Hatta Duverger; “Demokrasiye geçişin zorunlu
ertelemelere uğramasının “mahcubiyeti” tek parti CHP ‘de yaşanmıştır” şeklinde sözlerini sürdürür.
1925’te İngiliz tahrikli “şark isyanına” bulaşan “ Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” veya 1930 ‘daki “Menemen” olayının ortam bulmasında açık rol sahibi “Serbest Fırka
“ etrafındaki eylemler ortadayken, demokrasi içinde değil miydik?
İkinci Dünya Savaşı’nın 6 yıl süren ve 52 milyon insanın canını yakan
kan ve ateşle dolu çatışması anımsanmalıdır. Türkiye’yi bir barış adası
olarak koruyan İnönü yönetiminin, demokrasi için bu dönemde gösterdiği
çabalar belleklerden yitirilmiş midir?
Cumhuriyet rejimi kökleşmeden, Kemalist devrim pekişmeden, Köy
Enstitüleri işlevini tamamlamadan, toprak reformu gerçekleşmeden,
gerici-faşist kıpırdanmalar gereğince önlenmeden çok particiliğe
geçilmiştir. Çünkü Cumhuriyet, demokratik devrimci tutumu vazgeçilmez
bir acillik saymıştır.
Türkiye’deki demokrasi adımlarında “dış etmenlerin zorlamasından”
çok konu açılmıştır. Ama kesin gerçek, Atatürk ve İnönü’nün;
demokrasiye öncülük eden istekli tavırlarıdır. 50.000 Cezayirliyi bir
günde katleden Fransa veya 1946 yılından bu tarafa en az 50 ülkede iç
kargaşa ve darbe yaratan ABD nasıl bir insani demokrasi anlayışında
olmuşlardır? Kenya’lı yurtseverleri kurşuna dizdikten sonra
Hint-Pakistan ve Kıbrıs kavgaları çıkaran İngiltere, hangi yetkinlikle
demokratik önermeler sürme hakkına sahip görülmüştür? Ama Fransa, ABD ve
İngiltere, faşist İspanya ve Portekiz rejimlerinin Şefleri Franco ve Salazar’la NATO’da beraber olurlarken demokrasi koşullarını aramamışlardır. Taçlı monarşilerin ve Sevr’cilerin
kendilerine özgü demokrasileri mi Türkiye’yi zorlamıştır? Bunların
hiçbiri 1925 ve 1930 ve 1945’lerdeki demokratik yönelişlerin akıl verici
adresleri değildir.
1950’de toprak ağalarından oluşan DP iktidarını işbaşına getiren
yoksul kitleler bu kez 2014’ te yine kendi yoksul yaşamlarına karşıt bir
gücü yerel çoğunluklu iktidar yapmışlardır. İktidar kadrolarına ilişkin
yargılamalar gerektiren gerçekler, dikkate alınmamıştır. Gerilimden
medet uman, totaliter, antidemokratik ve güven vermeyen bir anlayışa
nedense destek çıkılmıştır. Bu desteğin akıl ve mantıkla ilişkisini
bulmak güçtür.
Öbür yandan sürekli; “ sağlaşıp, sığlaşarak” topluma bir türlü
ciddi sosyal, ekonomik ve kültürel projeler sunamayan, devrim
öğelerinin örselenmesini seyreden sözde toplumcular da eleştirilmelidir.
1937’de Anayasal kimlik kazanan “Altıok” esaslarını koruyamayanların, 1946’lardan günümüze doğru gelen toplumsal sorumlulukları fazlasıyla büyüktür.
Cumhuriyetin devrimci özünü savunan düşünce ve eylemler, çok partili
süreçte kendilerine gerekli mevzileri bulamadılar. “Halka mal olmamış
devrimler vardır” diyen tutucularla, “Altıok’un bazıları kırpılmalıdır”
diyen liberal dönekler arasında nice ilkeler öğütüldü.
Sonuç:
Halktan yana ilerici ve toplumcu düzen kurulabilseydi işte o zaman demokrasi, bilinçli bir “milli iradeye”
dayalı olurdu. Yoksa aldatılmış, kültürel donanımdan yoksun bırakılmış
ve sulandırılmış bağımlı yığınların noksanlıklarla dolu beyan
yansımaları, bir “ideal” irade değildir.
Ertuğrul Kazancı
Yorum Gönder