Osman Bey veya Osman Gazi ya da Osman Han Osman Bey, Türkmence: Osman Gazi,) mahlasıyla Fahrüddin veya Osmancık, (1258, Söğüt – 1 Ağustos 1326, Bursa) Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı'nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahı olan Türk hükümdar. Dedesi Süleyman Şah, büyükannesi Hayme Hatun (Süleyman Şah'ın eşi), babası Ertuğrul Gazi ve annesi Halime (Haime) Hanım'dır. [1]
EL ÖPTÜREN TEKFURA İNTİKAM HIRSI
Osman Bey Osmanlı Devletinin ilk hükümdarıdır. Osman (Avrupa’lılar Otman derlerdi) kelime anlamı kemik kıran demektir. Dr. Zenker’in hazırladığı sözlükte “Usum” kelimesinin çoğulu olduğu belirtilerek anlamı açıklanmıştır: “Toy kuşunun yavrusu, yılanın, canavarın yavrusu”.
Komşu olmaları nedeniyle Osmanlılar Bizans’ın komşu tekfur ve kentleri ile ilişkileri vardı.
Komşu Köprühisar Tekfuru bir incir ağaçlarının altında bir eğlence düzenlemiş, yenilip içiliyordu. Osman Bey de komşuluk hatırına bu eğlenceye davet dilmişti. Tam yemeğin ortasında Köprühisar Tekfuru birden elini uzatıp, o zamanları pek genç ve henüz tanınmayan Osman Bey’e öptürmek istemişti. Çok genç olan Osman Bey, ani uzanan eli öpmüş, fakat bu olay onun içine yer etmişti.
OSMAN BEY ILIMLI OLMASINI İSTEDİĞİ AMCASINA YAYIYLA VURDU
Çok ani olan bu el öptürme olayını Osman Bey, bir hakaret olarak saymış, ne pahasına olursa olsun bu hakaretin öcünü almak istiyordu. Bu nedenle hırs aklını o kadar başından almıştı ki, Tekfura karşı sefer yapmak için askerlerini yoldaşlarını topladı ve savaş kurulu oluşturdu. Topladığı savaş kurulunda bulunan ve Osmanlıların çok saygı gösterdikleri, yüz yaşındaki amcası Dündar Bey, Osman Bey’e sabırlı, ılımlı olmasını öğütledi. İçini kin, intikam bürüyen Osman Bey, o kadar sinirlenmişti ki yaşlı amcası Dündar Bey’e yayıyla vurdu. Yaşlı adam yeğeninin hırsla vurduğu darbesinden kurtulamadı ve öldü.
Osman Bey, hiddetinin neye mal olduğunu anlayınca çok üzüldü, çünkü öz amcasını öldürmüştü. Olan olmuştu, ama Osman Bey, komşu Tekfura karşı düşüncesini değiştirmedi; Köprühisar üzerine yürüdü. Köprühisar Türk ordusuna dayanamadı ve düştü. O bölgedeki kaleler ve küçük kentler Osman Bey’in egemenliğini kabul etti.
OSMAN BEY YURDUNU GENİŞLETİYOR.
Kâh dostlukla, kâh savaşla Osmanlı ile Bizans’ın inişli çıkışlı teması devam etti. Osman Bey’in yakın arkadaşlarından birinin oğlu Kara Ali, şirin küçük bir Rum adası olan Kalolimni’yi (şimdiki İmralı) fethetti. Bu başarıdan dolayı, bu şirin ve sevimli adada yaşayan adanın en güzel kızını Kara Ali’ye verdi. [2]
O zamanlar, henüz Suriye ve Anadolu Türklerinin resmi hükümdar olan Selçuklu Sultanı lll. Alaaddin Osman Bey’e, Bizans’tan fethedilmiş olduğu Karahisar’ı bağışladı. Bu arada Osman Bey’e, onu öteki Türk beyleriyle aynı düzeye yükselten “Beylik” unvanını verdi. Selçuklu sultanının n verdiği unvanın onayı olarak gönderdiği bir davul, bir bayrak ve bir tuğu Osman Bey saygıyla aldı.
ÖLÜM DÖŞEĞİNDE OSMAN BEY’İN ÖĞÜDÜ
Osman Bey, Cuma günleri Pazar kurulan meydanda kadılık görevi yapıyordu. Bu görevi tarafsızlıkla yapmakla kalmıyor, siyasal yatırım yaparak Hıristiyanlara da hoş görülü davranıyordu. Hıristiyanlar bu durumdan son derece hoşnuttu.
Osman Bey, Komşu Bizans’tan yaptığı savaşlarla yurdunu epey genişletti. Nihayet Osman Bey, bir baba, bir hükümdar olarak görevini yapmış insan huzuru ile 1326 yılında yere serili keçe yatağında yatarken yatak çevresine çocuklarını, komutanlarını, danışmanlarını topladı ve halefi Orhan Bey’e hitaben henüz gücünü kaybetmemiş olan bir sesle, Osmanlılar tarafından yüzyıllar boyu unutulmayan bir konuşma yaptı:
“-Ruhumu ferahlatan sen, kederlenme! Beni, herkes gibi şu kötülüklerle dolu dünyada ilk nefes alışımızdan beri pençesi altında tutan yazgımın ellerinde can çekişirken görüyorsun. Ben gerçek yaşamı düşünüyorum. Geleceğin mutlulukla, zaferle, şanla dolu olsun. Senden ayrılmaya hazırlandığım şu sıralarda gözüm arkada kalmıyor. Çünkü seni yerime bırakıyorum. Şimdi son öğütlerime kulak ver.
Bütün kaygılar senden uzak olsun. Seni çevreleyen kutlulukla, asla zorba olma. Bakışlarını zalimlikten kaçır. ADALETİ GELİŞTİR VE ONU YERYÜZÜNE SÜS YAP. Bedenimden ayrılacak ruhumu, kazanacağın zaferlerle sürekli mutlu kıl. Dünyayı fethettiğin zaman da kılıcını kullanarak dinimizi yaymaya çalış.
Hıristiyan krallıklar ile hakka dayanan dostluklar kur. BİLGİNLERİ HER ZAMAN ONURLANDIR, BÖYLECE İLAHİ ADALETİ SAĞLAMLAŞTIRIRSIN. NEREDE OLURSAN OLSUN, BİR ADAMIN BİLGİN OLDUĞUNU DUYARSAN, ONU SERVETE BOĞ, ONU YÜKSELT VE ONDAN YARDIMLARINI ESİRGEME.
Orduların ve servetin seni hiçbir zaman gurulu yapmasın. Çevrende sürekli yasalarla aydınlanmış kişiler bulunsun. Yasanın ülkeleri ayakta tutan tek temel olduğuna inanarak, onu darbelerden koru. İlahi yasalar bizim tek amacımız olmalıdır. Attığımız her adımda Tanrı’ya biraz daha yaklaşalım.
Boş girişimlerle, verimsiz kavgalarla zamanını boşa harcama. Çünkü yanlış tutkular, dünya imparatorluğunun sonu olur. Bana gelince, ben inanç gücünü yaymak için çalışırım. Sen benim isteklerimi tamamlayacaksın.
Bulunacağın mevki, senin herkese karşı eli açık bir büyük önder olarak davranman gerektiriyor. Halkına karşı pek çok görevin var; ona karşı iyilik ve bağışlamayla davranırsan hanlık unvanına layık olursun.
Durmadan, halkıma karşı nasıl iyilik yapacağım diye düşüneceksin. Ancak o zaman Tanrı’nın sevgisini kazanırsın”. [3]
YA GÜNÜMÜZDE NASIL?
Osman Bey, günümüzden 675 yıl önce, ölüm döşeğinde çocuklarına, bilime, bilim adamlarına bu denli önem vermelerini, onları yüceltmelerini, onurlandırmalarını, onları servete boğmalarını isterken, öğütlerken günümüzün devlet adamları, nice profesörleri, bilim adamlarını kıldan sebeplerle hapislere atmaktalar, cezalandırmaktalar. Bilim adamları çalışacak üniversite bulamamaktalar. Cumhurbaşkanının yandaş diye atadıkları rektörler, bilim adamları, profesörler arasında seç kat yapmaktalar. Atatürk zamanında Batı’nın bilim adamları ülkemize davet edilirken, günümüzde kendi bilim adamlarımız yurdunda üniversite bulamadıkları için yurdunu yavaş yavaş terk etmekteler, yurt dışında başka üniversitelerde çalışmak zorunda kalmaktalar, ya da yurdunda katledilmekteler. Hapiste olan akademisyenleri bir soruşturun, göreceksiniz. Böyle ülkede bilim de, bilim adamı da gelişmez.
Örnek mi? Dediğimize tek bir tane örnek verelim. Prof.Dr Servet Tanilli (1931-2011) Dersleri bir konferans niteliğinde cereyan eden ve tıka basa anfilerde izlenen Tanilli, 1970'lerde DGM'ce yargılandı. 1978 Nisanı'nda Şişli Siyasal'daki dersinden evine gitmek üzere okuldan ayrıldı ve Göztepe'deki evinin yakınında faşist saldırganların hain bir silahlı saldırısı sonucu vurularak felç oldu. Engelli arabası ile 1981'de araştırmalarını sürdürmek ve ders vermek üzere Strasbourg Üniversitesi'ne gitmek zorunda kaldı. Katledilen, hapse atılan bilim ve düşün adamlarımızı yer darlığından alamıyoruz.
TARİHE YAZILAN VİCDAN AZABI
Osman Bey öldüğü zaman mirası, bir atlının silahları ve bir çobanın araçlarından başka bir şey değildi. Yenişehir’deki evinde en ufak bir servet bulunmadı. Kendine bağlı topluluklardan aldığı vergiler arkadaşlarına dağıtılmıştı. Bir tahta kaşık, bir tuzluk, renkli iplikle işlenmiş uzun bir ceket, keten türban, tarla sürmek için birkaç çift öküz, koyun sürüsü ve Arap atları. İşte bütün serveti bunlardı. Atları oğullarına kaldı; Mezopotamya koyunlarından meydana gelen sürüsü imparatorluğa ait mallara dâhil edildi.
Osman Bey’in, oğullarına karşı şefkatle, arkadaşlarına karşı tatlılıkla, yendiklerine merhametle dolu olan kalbi, yalnızca, bir savaş kararına karşı çıkan amcasını vurduğu sopa darbesinin günahıyla burkulmuştu. Fakat bu günah da yine kalbinin kötülüğünden değil, kendisine hâkim olmayışından kaynaklanmıştı. Ölümüne kadar vicdan azabı çekti. Tarihsel olayları yazanlara emir vererek, bu yanlış davranışının özellikle tarihe yazılmasını istedi. Böylece kendinden sonra gelecek nesillere, kızgın davranışların insanı akraba katili bile yapabileceğini göstermek istedi. Amacı vicdan azabı çektiğini herkese duyurarak, insanların davranışlarına dikkat etmeleri için uyarmıştı.
Damarlarında büyük bir şiddet akıyordu. Fakat buna rağmen, halkına iyilikle, düşmanına acımayla yaklaştı. Bu nedenle kendisine “Şefkatli Osman” denildi. Halk, padişahların tahta geçme törenleri sırasında, “yeni hükümdar bütün erdemlerin yanı sıra, Osman Bey’in şefkatini de alsın” diye dua ederdi. [4]
Osman Bey’in Malhatun ve Rabia Bala Hatun diye iki eşi oldu. Bunlardan Orhan Bey Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Alâeddin Bey, Melik Bey, Savcı Bey, Fatma Hatun gibi sekiz çocuğu oldu.
OSMAN BEY’İN MEZARINA DAVUL KONDU
Osman Bey, 1326 da mutlu bir şekilde öldüğü zaman, Karahisar’daki egemenliğini göstermek üzere Sultan Alâeddin tarafından gönderilen davul ve tuğ mezarının üzerine konuldu. Ancak sonradan çıkan bir yangınla Osman Bey’in inancını ve devletin egemenliğini gösteren bu iki ulu eşyayı yok etti. Kılıcı ve sancağı imparatorluk hazinesinde olduğu gibi korundu.
Osmanlıların kuruluş yıllarıyla ilgili en büyük araştırmayı yapan Hammer [5] bu kılıcı iki sivri uçlu, enli bir pala olarak tarif etmiştir. Böyle iki uçlu ve iki taraflı keskin kılıcı ilk kez Hz. Ömer’in kullandığı anlatılır. (Hz. Ali’nin kılıcı da iki uçlu idi, “Zülfikar” olarak anılırdı). Osmanoğulları bu silahı bayraklarına işledi. Böylece bir ucu ile Asya’yı, diğer ucu Avrupa’yı tehdit eden bir simge oluşturdular.
Türklerde davul, Orta Asya’dan gelen bir gelenekti. Orta Asya’da bir Türk’e beylik verilirken ona bir davul, bir tuğ, bir silah (ok) verilirdi. Günümüzde bile bütün Türk boylarında, köylerde davulsuz düğünü düğünden saymazlar.
İslamiyet’ten önce kurulan Orta Asya Türk devletlerinde “davul”, hem varlık, bağımsızlık ve egemenlik simgelerinden biri, hem de askeri müzik topluluklarını oluşturan “tuğ takımları” ile Eski Türk inancının ve din ululuları Kamların (Şamanların) baş çalgısı olmuştur [6].
Günümüzde bile Orta Asya’da kalan bazı Türk Boylarının Şamanları mutlaka davulla ayin yaparlar. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden öğrendiğimize göre, Osmanlı padişahlarının içinde Osman Bey, aklına estikçe Orta Asya töresi olan davul çalıyordu.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_Gazi
[2] Osmanlı Tarihi Alponse de Lamartine (1790-1869) Kapı Yay. 2011 sf 15)
[3] Osmanlı Tarihi Alponse de Lamartine (1790-1869) Kapı Yay. 2011 sf 17-18)
[4] Osmanlı Tarihi Alponse de Lamartine (1790-1869) Kapı Yay. 2011 sf 19)
[5] Joseph von Hammer-Purgstall, (1774-1856) Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı
[6] https://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/61.php
Yorum Gönder