Ulusal Eğitim Derneği’nce her cumartesi günleri düzenlenen konferanslardan 19 Kasım 2016 günkü etkinlikte, Türkiye’de Sanatın Durumu konusu, Hacettepe Üniversitesinden Prof.Dr. Onur Bilge Kula [1] tarafından dernek salonunda anlatıldı. Konferansa, öğretmen ve akademisyenlerden oluşan üyeler izleyici olarak katıldı. Biz de bu güzel ve yararlı konuşmayı, dört duvar arasında kalmaması için okuyucularımıza da sunmak istedik. Konuşmayı yazıya dökmenin zorluğu yanında, umarım kusurlarımız affolunur.
Konu üzerinde Prof. Dr. Onur Bilge Kula konuşmasını şöyle sürdür:
“-Sanatın özüyle ilgili bazı belirlemeler yapmak isterim. Çünkü Türkiye’de durumu belirleyebilmek için sanatın özüyle ilgili birtakım belirlemeler çerçevesinde Türkiye’de sanatın durumunu konuşmamız gerekiyor. Sanat her şeyden önce özgür bir yaratımdır. Sanat bir biçimlendirme eylemidir. Her sanat belli bir malzemeyi biçimlendirir. Örneğin edebiyat dilsel malzemeyi biçimlendirmeyle oluşur. Müzik sesi, ritmi biçimlendirir. Heykel kayayı, taşı, demiri, toprağı biçimlendirerek oluşur. Resim de boyaları diğer nesneleri biçimlendirerek oluşur.
Biçimlendirme çok doğal olarak herhangi bir nesneyi var olduğu durumdan çıkararak ona yepyeni bir öz kazandırma eylemidir.
Bir de hemen şu sorulabilir, diyelim ki, ben şu konuşmayı yaparken dili biçimlendiriyorum. Ama dili estetikleştirmiyorum, sanatsallaştırmıyorum. Düz bir anlatım mantığıyla anlatıyorum. Dili sanatsallaştırmak demek, zaten edebiyat en genel anlamıyla bütün türleri içeren anlamda edebiyat kavramını kullanıyorum, roman, öykü, drama, şiir, deneme, edebiyat ancak dilsel malzemenin estetikleştirmesiyle olur. Bunun en somut örneklerden birisi Yaşar Kemal’dir. Yaşar Kemal’in romanlarından birisinin giriş bölümü o kadar şiirseldir ki Zülfü Livaneli o bölümü türküleştirmiştir. Düz yazıyla bir romanı girişi, düz yazıyla yapılmış bir giriş, ama türküleştirmeye elverişli. Çünkü yazar, zaten anlatım, İnce Memet Romanı düşünün, roman aslında Çukurova’nın türküleştirilmesidir. Hem roman türküleşiyor, hem Çukurova’nın insanı romanda türküleştiriliyor. Dolayısıyla edebiyat dilsel malzemenin estetik durumu getirilmesiyle olanaklı olarak ortaya çıkabiliyor. Şimdi çok doğaldır ki bir malzemeyi biçimlendiren sanatçıya, ister yazar olsun, ister heykeltıraş olsun, ister ressam olsun veya müzisyen, besteci biçimlendireceği nesneyi nasıl biçimlendireceği söylenemez, kurala bağlanamaz. Yaşar Kemal’e veya Nazım Hikmet’e veya Ahmet Ümit’e veya Orhan Pamuk’a şunu söyleyemeyiz: “Sen örneğin Elveda Vatanım romanını yazarken, İttihat ve Terakki’yi anlattığın bölümleri şöyle anlat” diyemeyiz, böyle bir şey olamaz. Dolayısıyla sanatın, ilk başta söylediğim tümce sanat tümüyle özgürlük gerektiren biçimlendirme edimdir, eylemidir, derken bunu kastediyoruz.
Sanatçıya ve sanatsal yaratıcıya kural konulamaz. O nedenle de Zaten kural konulmaya kalktığı zaman yaratılan şey sanat olmaktan çıkar, dıştan belirlenmiş her hangi bir kullanıldık nesneye dönüşür. O bakımdan tek tek sanat dallarına ilişkin bazı şeyler söylemek isterim.
Edebiyatla başladık, edebiyatı biraz açalım. Türkiye’de anlatı geleneği, sözlü geleneği zaten Anadolu’da yerleşik geleneklerden birisidir. Biraz önce andığım Yaşar Kemal Çukurova’da harmanlanan otların bütün estetik beğenisinin simgeleşmiş halidir. Yani Çukurova Yaşar Kemal’in kendi ailesini anne babasını düşündüğünüz zaman Van’dan Çukurova’ya göç eden bir ailenin çocuğudur, Dolayısıyla da oradaki Kürt anlatı geleneği Çukurova’nın Türkmen, Arap, Yörük anlatı gelenekleri hepsi Yaşar Kemal’de büyük bir sevgi ve büyük bir sevecenlik içerisinde bir bileşime uğrar. Yepyeni bir nitelik kazanır. Sözlü anlatı geleneği doğaldır ki yazılı anlatımın öykülemenin başlıca kaynaklarından birsidir.
Burada Yaşar Kemal’le Çukurova’yla ilgili bir şey söylerken bir başka bir şey söyleyeyim, bugün edebiyat tarihi araştırmaları Homer’in İlyada’nın yazarı Homer’in de Çukurovalı olduğunu öne sürüyorlar. Homer deyince aklımıza Batı Trakya gelir, oradaki İlyada’nın geçtiği Truva Savaşları falan filandan dolayı. Ama Edebiyat araştırmacıları Homer’deki biçen özelliklerini, Çukurova’nın biçen özelikleriyle Homer’in biçen özelliklerinin örtüştüğünü ileri sürüyorlar. Bu arada edebiyat araştırmacıları da Türkiyeli falan değil, İngiliz ve Avusturyalı, edebiyat araştırmacıları bunu söylüyorlar. Böyle baktığınız zaman Çukurova’daki anlatı geleneğinin Homer’den Yaşar Kemal’e kadar uzanan bir anlatı geleneği olduğunu da söylememiz gerekir.
Böyle bir köklü anlatı geleneğinin olduğu ülkede, ayrıca şunu da söyleyeyim, Antik Yunan kültürünün geliştiği odak noktası Türkiye’dir. Özelikle Türkiye’nin ortasından batı kesimine kadar bütün o coğrafya bu uygarlığın geliştirildiği yerdir ve burada sadece heykel şu bu değil, aynı felsefe değil, aynı zamanda çok ciddi edebiyat birikimi de oluşturulmuştur. Edebiyatın türlerini zaman içinde olgunlaşan, zaman içinde yetkinleşen türleri olarak düşünebiliriz ama başlangıç noktaları vardı. Şiirin de, dıramanın da, öykünün de, romanın da başlangıç noktalarını Antik Yunan’da Anadolu’da gerçekleştirildiği konuda da geniş bir görüş birliği var. Edebiyatın bütün türlerinde çok güçlü bir edebiyat üretimi bu gün Türkiye’nin en önemli kazanımıdır diyebilirim.
Size şöyle söyleyeyim, 2015 yılı itibariyle Türk iye’de, yuvarlayarak söylüyorum rakamı, 55 bin yeni başlık kitap yayınlanmıştır. Bu 55 bin kitabın yaklaşık yüzde 35 i edebiyat sanat üzerinedir. Dolayısıyla hiç küçümsenmeyecek bir edebiyat üretimi var Türkiye’de ve çok da iyi. Çok iyi yazarlar topluluğuna sahibiz. Yazarlarımız genç, çok sayıda kadın yazarımız büyük başarılar elde ediyorlar. Çeşitli yaşlarda çeşitli eğitim düzeyinde son derece hem başarılı, hem üretken yazarlar topluluğuna sahibiz. Bunu çok önemsemek gerekir. Bu yazarlarımızın başka bir özelliği daha var. Türkiye’de Orhan Pamuk Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Birçok insanın buna farklı görüşleri olabilir. Ama şunu da bilmek gerekir. Orhan Pamuk bir başka dili ana dili düzeyinde biliyor, İngilizceyi. Bir başka dil de edebiyat kuramına ilişkin Amerika’da dersler veriyor. Bunun anlamı şudur, başka bir okul çevresinin edebiyattan beklentilerini bilebiliyor. Dolayısıyla yazdıkları şey en fazla okunan kitaplar arasında yer alması rastlantı değildir. Şimdilerde büyük ölçüde yazarlarımızın bir de, şunu söyleyeyim, yazarlarımızın dünya dillerine çevrilmesi olayında çok önemli bir atılım oldu. O da Türk edebiyatının dünyaya açılımı; Kültür ve Turizm Bakanlığının bir projesiydi.
Benim genel müdürlüğüm sırasında son dünya dilinde bir hafta süren çalıştaylar kurduk. İngilizceden Türkçeye çeviri yapan, Türkçeden İngilizceye çeviri yapan, Fransızcaya, Arapçaya, Rusçaya, Çinceye, tüm bu çevirmenleri Türkiye’ye çağırıp Büyükada’da bir hafta, hem ben görevdeyken onlarla pratik olarak dil felsefesi çeviri kuramı açısından tartışmalar yapıyordum. Hem de kendi aralarında tartışıyorlardı, böylece nitelikli bir çevirmen, yani Türkçeyi, yazarı kadar elbette olamaz ama yazarının estetikleşme düzeyinde çevirdiği dilde estetik olarak yeniden üretime yeteneğine sahip çevirmenlerin olması da çok önemlidir. Bu gün, şöyle söyleyeyim size Türk edebiyatından çok önemli sayıda yazarın çok önemli sayıda yapıtı dünya edebiyatının yüzde 85 ine ulaşabiliyor. Okunuyor mu yüzde 80 i tarafından ayrı bir konu, ama okura ulaşabiliyor, bu çok önemli bir şeydir. Bunun daha da genişletilmesi gerekir, çünkü bir ulusal edebiyatın Türk Edebiyatı Alman edebiyatı İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı dediğimiz edebiyatlar son çözümlemede ulusal edebiyatlardır. Bir ulusal edebiyatın dünya edebiyatıyla buluşması ona eklemlenmesi, onun bir parçası durumuna gelmesi çok önemlidir. Yani şöyle söyleyeyim size, İngiliz uygarlığının Fransız uygarlığının veya kültürünün dünyada etkinleşmesinin en önemli koşullarından birisi edebiyatlarının diğer edebiyatlardan önce dünya edebiyatı durumunu yükselmiş olmasındadır. Dolayısıyla Türkiye’de üretilen edebiyatın çeşitliliğini anlatmağa çalıştım, dünya edebiyatı düzeyine çıkmış olması önemsenmesi gereken bir şeydir.
Şimdi fakat şöyle söyleyelim, AKP nin gerek dile bakışı, gerek sanata bakışı, gerekse dışlayıcı politikaları hemen kendisini son beş altı yılda çok daha belirginleşti, göstermeye başladı. Bazı yazarlarımız, Nazım Hikmet gibi, Zülfü Livaneli gibi veya başka yazarlarımızın yapıtlarının dünya dillerine çevirisini yasal olarak desteklememe yönünde kararlar olduğu biliniyor. Bu dışlayıcı, sanatı bölücü, dışlayıcı şey sanata en büyük zarar veren davranıştır. Ve AKP nin politikalarında bu son derece belirgin olarak ortaya çıkıyor.
Başka bir şey daha var, dil ile ilgili olarak dil bilincin aynasıdır. İnsan neyi düşünebiliyorsa, dil onu anlatır. Yani şöyle söyleyelim, Türkçe, Türkçeyi konuşan insanlar neyi düşünebiliyorlarsa, Türkçe onu anlatabilir. Türkçenin kendisini konuşan insanların dışında bir gelişim kaynağı yoktur. Dolayısıyla bu resmi politika AKP nin dile ilişkin politika Arapçayı giderek öne çıkarma politikası elbette Türkçe’nin bir sanat dili olarak, edebiyat dili olarak gelişmesi ve kullanmasına da olarak olumsuz etki yapabilecek durumdur. Yazarlarımızın bundan etkilenmesi ayrı bir konu, etkilenmeyen yazarlarımızın çoğunluğu olduğu apayrı bir konudur. Ama bir olumsuzluk olarak edebiyata yansıyan ayırımcı ve dışlayıcı tavrın örneği olarak bunu söylemek istiyorum.
Şimdi diğer taraftan böyle çok güçlü bir edebiyatı olan bir ülke çok guru verici ve güven verici, çükü edebiyat diğer sanatlara göre aslında en kalıcı sanat dallarından birisidir. Zaten edebiyat, sanat filozoflarının sanatları aşamalandırır iken belli ölçütleri vardır. Örneğin Hegel estetik felsefesi bakımından aşılamaz bir filozoftur. Hegel [2] felsefesi büyük ölçüde estetik felsefedir.
Hegel’in üç ciltlik estettik üstüne yapıtında sanatları sınıflandırırken edebiyatı birinci sıraya koymasının nedeni edebiyatın malzemesinin dil olmasıdır. Dil zaten düşüncenin ürünüdür. Diyelim ki heykel doğal bir malzemeyi taşı, kayayı veya mermeri işliyor onu sanatsallaştırıyor. Ama yazar düşünsel bir malzemeyi tekrar düşünselleştiriyor. Dolayısıyla malzemesinin niteliğinden ötürü, edebiyat sanatlar arasında hem öndedir, hem de bir ulusun tarihsel sürekliliği açısından her zaman için çok daha kalıcıdır ve etkileyicidir, edebiyat. Bununla diğer sanatları küçümsediğim için söylemiyorum, ama dediğim gibi bu edebiyatın önemini vurgulamak bakımından bu gün eğer Türkiye’de, bir de şunu da söyleyelim, edebiyatla ve dille bağlantılı olarak alfabe değişikliği Latin alfabesine geçiş bu gün AKP nin içinde belli odakların asla özümseyemedikleri olaylardan birisidir. Zaten bu Arapçanın tekrar güncelleştirilmesi olayı da bu alfabe değişikliğine karşı duyulan hazımsızlığın bir örneğidir. Herkes biliyor ki daha önce Arap alfabesi kullanılırken, Osmanlıca nihayet Arap alfabesinin Türkçenin belli seslere uydurulması ile ortay çıkan bir durumdur. Nasıl Latin alfabesinde de bazı değişiklikler yaptı isek yumuşak ğ Almanca İngilizce, Fransızca da yok, ama Türkçe var. Türkçenin ses yapısının alfabeye uyması veya alfabenin ses yapısına uydurulmasının bir sonucudur, bu. Bu alfabe değişikliği bir uygarlık alanı değişikliğidir, bunu kabul etmek lazımdır, çok önemlidir. Batı uygarlığı alanına geçiş ve Batı uygarlığında bir yarışa girmenin en önemli ön koşullarından birsidir, zaten okuma yazmanın kitleselleşmesinin de gerçekleşmesi bu alfabeyle olmuştur. Alfabe değişikliğinden önce öne sürülen bir şey vardır, alfabe değişikliği ile kültürel mirasımızdan koptuk ecdadımızdan koparıldık falan filan diye bir öne sürüm v ardır. Bu son derece gerçekliği son derece az bir öne sürümdür, çünkü zaten okuyan yazan son derece azdı ve o Osmanlıcayla yaratılan edebiyat Divan Edebiyatı, o edebiyatı da Türk edebiyatının bir parçası olarak değerli bir edebiyat olarak görüyorum, onda özellikle vurgulamak isterim. Çünkü hiçbir sanat yaratımın küçüksemek olamaz. O da Türk edebiyatının bir parçasıdır ancak, son derece sınırlı bir okuyucu kitlesine ulaşan bir edebiyattır.
Dolayısıyla buradan bir başka şeye daha geçeyim, okuyucu, bir edebiyat yapıtı okunmuyorsa yoktur. Çok önemli edebiyat yapıtı olabilir. Okurla buluşmuyorsa, geniş okur kitleleriyle buluşmuyorsa varlık kazanamaz. Dolayısıyla okur, edebiyat yapıtı yazınsal yapıtı bütünleştiren en büyük etmendir. Zaten şöyle söyleyelim, her okuma yazınsal yapıtı yeniden üretmek demektir, yeniden yorumlamak demektir.
Kendi deneyimlerinizle şunu deneyebilirsiniz, daha önce beş yıl önce, on yıl önce okuduğunuz bir yazısal yapıtı yeniden okuyun eğer yazılı bir değerlendirmeniz varsa, daha önceden o değerlendirmenizle son okumanız arasındaki farkı kendiniz göreceksiniz. Çünkü her okuma insanda yepyeni, insanın içinde bulunduğu duygusal duruma göre psikolojik durumu göre, toplumsal durumuma göre, bilgi birikimine göre her okuma yeni bir yorum demektir.
O nedenle de Türkiye’de bu kadar, biraz önce söyledim, çok iyi hoşnutluk verecek düzeyde bir edebiyat üretimi var. Hoşnutluk verecek düzeyde okuma var mı derseniz, orada biraz daha yapılması gereken iş olduğunu düşünüyorum. Gerçi 2012 yılında yaptığımız Türkiye edebiyat haritası vardı. Edebiyat haritasında Türkiye’deki ortalama okuma ile ilgili birkaç sorudan elde etiğimiz şöyle bir veri ardı: ortala 2012 itibariyle söylüyorum, yedi kitap okunuyor Türkiye’de. Kimisi 70 kitap okuyor, kimisi hiç okumuyor, ama ortalamaya böldüğünüz zaman yedi kitap çıkıyor. Zaten şimdi bile şöyle bir mantık yürütebiliriz, kaç tane, diyelim ki Türkiye’de son bir ay içerisinde yüz tane roman çıkmış olsun. Bu yüz tane romanda toplam 500 bin adet basılmış olsun, çünkü artık bazı yazarlar 300 bin-400 bin bazen romanlar satılıyor ve okunuyor. O sayıyla okura böldüğünüz zaman zaten ortaya bir şey çıkar. Toplam kitap sayısını toplam okur sayısına veya insan sayısına böldüğümüz zaman aşağı yukarı yedi çıkıyor. Fakat biraz önce de dediğim gibi bazıları 70 tane okur, bazıları hiç okumaz.
Bunun içinde ayrıca okul kitapları da var. Her ülkede de yalnız okul kitapları da okunan kitaplar arasında sayılır. Şimdi Almanya ile Türkiye arasında bir karşılaştırma yaptığımız zaman Almanya nüfusu Türkiye’den birkaç milyon fazla. Almanya’nın ulusal gelirleri Türkiye’nin yaklaşık yedi katı, ulusal geliri Türkiye’ni yaklaşık yedi katı fazla. Ama Almanya’da üretilen kitap sayısı Türkiye’nin iki katı. Yani Türkiye’nin bu kitap üretimindeki geldiği olumlu noktayı görmemiz bakımından bir örnektir bu. Almanya’nın ulusal geliri kişi başına Türkiye’den yedi kat fazla. Ama hadi yedi kat demeyim de hadi beş kat olsun, ihracatı yedi kat fazla, ulusal geliri beş kat diyelim, kitap üretiminde ise iki katı civarında. Okuma oranlarında da öyle, iki katlı bir şey var, Almanya ile Türkiye arasında gelişmiş payı bakımından. Şimdi bu şeyle baktığınız zaman okur sayısının henüz daha yeterli bir düzeye gelmediğini ama çok da kötü olmadığını söylememiz lazım. Yani çünkü bazı yerlerde kalıp sözler var; Japonya’da bir kişi 25 kitap okuyor, Türkiye’de 25 kişi bir kitap okuyor. Hayır, artık bu tür sözler gerçeği yansıtmıyor. Kendi insanımızı küçümsememize gerek yok.
Sorunları da bilmek gerekir ama olumlu gelişmeleri de, her türlü olumsuzluğa karşın, bakın 15 yıllık AKP iktidarındaki olumsuzluğa karşın Türkiye bir sağduyu üretmekte sorunlarını bilim dışı, akıl dışı yönetime karşı sorunlarını bilim ve akıl çerçevesinde insancıl bir birikim çerçevesinde çözmek konusunda bir tarihsel güce potansiyele sahip ülke.
SANAT ELEŞTİRİSİNDE YARGIÇLIK OLMAZ.
Edebiyatla ilgili olarak, biraz edebiyat eleştirisi, sanat eleştirisi onu da, edebiyatla ilişkilendirerek dile getireyim. Sanata ilişkin her türlü değerlendirici tavır eleştiri demektir. Bir edebiyat bilimci, oturur bir romanı kahramanları bakandan izler bakımından, dili estetikleştirme yeterliliği bakımından romanın diğer öğeleri ele aldığı tarihsel döneme ilişkin bilgi bakımından irdeleyebilir çok farklı şey olabilir, ama sıradan bir okuyucu da bir romanı okuduğunda “sevdim”, “sevmedim” demesi bile o edebiyat yapıtına ilişkin bir değerlendirme demektir. Şu kadarını söyleyeyim, sanat eleştirisinde yargıçlık olmaz. Yani yargıçlık olmakla şunu kastediyorum, yargıç gibi hüküm veremezsiniz. “Berbat, atın bunu çöpe, olmaz böyle şey”, “ben bu romanı beğendim” diyebilirsiniz, “ben bu romanı beğenmedim” diyebilirsiniz. Ama sizin veya sanat eleştirmenin hata ilişkin değerlendirici değerlendirmede bulunan öznenin sözü nihayet özneldir. Nasıl ki sanat yaratımı öznelse sanata ilişkin değerlendirim de özneldir. Fakat şunu da söylemek gerekiyor, diyelim ki sanata ilişkin değerlendirme özneldir, peki nasıl oluyor da, bir sanat yapıtına ilişkin nerdeyse dünya düzeyinde benzer görüşler orya çıkar. Şimdi diyelim ki Nazım Hikmet, diyelim ki Maksim Gorki nasıl oluyor da dünya okurları bu yazarlara, şairlere veya Picasso veya başka birisine bir sanatçıya ilişkin olumlu görüşe varabiliyorlar. Bu şu demektir, sanat yapıtına ilişkin, her ülkede değişik koşullarda benzer değerlendirmeler yapılabilir. Sanatı algılayan da, üreten de, değerlendiren de insandır. İnsan felsefi olarak bir olanaklar arlığıdır ve insan benzerlikler yaratabilir. Şöyle söyleyelim bir düşünce birbirinden hiç haber olmayan iki insan tarafından düşünülebilinir. Hegel’in aşkı anlattı bir diyalektik üçlülük vardır. “Seven, sevilen, sevgi Aşık Veysel’in Türksünü düşünün “güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa”. Müthiş bir diyalektiktir. Âşık Veysel’in Hegel’i okumuş olması, adını duymuş olması bile, hadi Köy Enstitülerindeki deneyimden dolayı Hegel adını duymuş, konuşulmuş olabilir, ama okumuş olması söz konusu değil. İnsan farklı koşullarda dünyanın farklı coğrafyalarında benzer düşünceleri düşünebilir. İnsan olmanın özünden gelen bir şeydir bu. Dolayısıyla da sanat yapıtına ilişkin sen de benzer yargılamalarda bulunabilirliği. Benzer değerlendirmelerin buluşması da bir sanat yapıtıdır, sanata yapıtına ilişkin dünya ölçeğindeki ortak görüşü oluşturur zaten.
AYDINLANMA AKLIN ÖZGÜRLEŞMESİDİR.
Ama bütün bunlara rağmen, sanata ilişkin değerlendirmelerde yargıçlık olamaz. Bu şey özellikle Aydınlanma döneminde çok tartışılan bir konudur. AYDINLANMA AKLIN ÖZGÜRLEŞMESİDİR. İNSANIN AKLININ DÜNYASALLAŞTIRMASIDIR. Daha da somut söyleyelim, DÜNYA SORUNLARINI DÜNYA YÖNTEMLERİYLE ÇÖZMEKTİR. Yani ilahi dünyada boşlukta dolaşmak değildir. Aydınlanmanın zaten o İmanuel Kant’ın Immanuel Kant [3] “Aydınlanma nedir” adlı yedi sekiz sayfalık bir yazıdır. Dünyada etkisi olan bir şeydir. Oradaki ilk tümcesi şudur: “Aydınlanma insanın kendi yarattığı ergisizliklerden kurtulmasıdır”. Erginsizliği bağımlılık olarak düşünebilirsiniz. Düşünmeme yetersizliği olarak düşünme yetersizliği olarak anlayabilirsiniz, çoğaltabilirsiniz, eğer yetersizlik kavramını, ama görüldüğü gibi burada aydınlanma dediğimiz zaman aslında tekil bir insana “sen kendin yarattığın kendin içine soktuğun durumdan yine sen çıkma zorunluğundasın aynı zamanda aydınlanma özet olarak.
Aydınlanma aynı zamanda aklını kullanma cesareti göster tembellik ve korkudan kurtul” çağrısıdır.
Görüldüğü gibi bütün bunlar tekil bireye yalpan çağrıdır. Çünkü her şeyin özünde tekil birey vardır. Sanatın özünde de, bilimin özünde de, aydınlanmanın özünde de tekil birey vardır. Aydınlanmacıların bir şeyi var, aydınlanma sanata görev yükler, sanat, insanın kendisini ve toplumun kendisini aydınlatmasına katkı yapmasıdır, aydınlanmanın çok özet olarak söylüyorum, sanata bakışı budur. Şimdi aydınlanmacılar da bu konuyu tartışıyorlar.
SANATA GÖREV YÜKLENEBİLİR Mİ?
Biraz edebiyattan da en genel anlamıyla, “SANATA POLİTİK BİR ANLAMDA GÖREV YÜKLENEMEZ.
Zaten biraz önce konuşmamın başında sanat özgür bir yaratım eylemidir demekle bunu kastettim, sanata hiçbir görüş adına görev yükleyemezsiniz. Ama sanatçı kendi özgür tercihiyle siyasal tercihler yapar. Evrensel değerleri sanatının çıkış noktası durumuna insan severliği, insancıllığı, akılcılığı, toleransı, çoğulculuğu, özgürlüğü, demokrasiyi, insanların eşitliğini cinsiyet karşıtçılığını buna benzer bütün değerler her sanatçı kendi içeriği ile kendi sanatının yaratımının kaynağı durumuna getirir. Şu sanata görev yüklememe özellikle Avrupa’da Musolini ve Hitler Faşizminden sonra yaşanan sanatı yok etme, toplumu sanattan arındırma ve ülkede diyelim ki Hitler döneminde dönemin büyük düşünürleri ve sanatçıların büyük çoğunluğu Almanya’yı terk etmiştir. Kimisi gönüllü, kimisi zorunlu sürgüne gitmiştir. Kalanlar da Hitler Faşizminin araçları propagandistlere dönüşmüşlerdir. O nedenle o deneyimi de yaşayan sanat filozofları, örneğin Teodor örneğin Vater Benyamin oradan sonra sanata görev yüklenemeyeceği konusunda çok ilkeli tavır takınılmıştır. Biz sadece olumlu değerler açısından sanata görev yükleme anlamında bir şey düşünmeyiz. Olumsuzlukları da düşünmek lazım, o nedenle de sanata görev yüklenemez, sanatta yargıçlık olmaz, sanatçının kendi özgürlük alanını kendisi bildiğince ve keyfince belirlemelidir. Sanatçının keyfine de herkesin katlanması lazımdır. Çünkü oradaki keyfilik yaratmaya yarayan bir keyfilik, başkasına zarar veren bir keyfilik değil.
Diğer sanatlara ilişkin Türkiye’de müzik konusunda halk müziği çok güçlü bir gelenektir. Özellikle Cumhuriyet döneminden sonra Atatürk’ün yurt dışına gönderdiği, eğitim öğretim amaçlı gönderdiği o birinci kuşaktan bestecileri düşünün, onların çalışmalarıyla çok sesli sistemine, notalama sistemine, notalama tekniği buna benzer şeylerin Batı birikiminin Türkiye’ye taşınması, Bela Bartok [4] gibi önemli bir Macar müzisyen bestecinin Türkiye’ye gelip müzik derlemeleri yapması bunlar çok önemli atılımlardır. Fakat bir eksiğimizin olduğunu özellikle klasik müziğinde, konservatuar eğitiminde Türk halk müzik geleneğinin de çok seslilik çerçevesinde eğitimine önem vermek gerektiği bu gün kabul edilen bir gerçektir. Bunun daha da aşması gerekiyor. Müzik olarak, özellikle bizim halk türküleri, sanıyorum Yahya Kemal olmalı, “Batı’nın filozofları var, bizim de halk aşıkları var” sözü; halk türkülerindeki anlam derinliği müthiştir. Ahmet Yesevi’den, Yunus Emre’den Aşık Veysel’e kadar uzanan bir Pir Sultan Abdallardan Anadolu Abdallarından, Karaoğlan’dan, Aşık Veysel’e, Mahsuni Şerif’e kadar gelen o geleneği düşündüğünüz zaman müthiş bir felsefe vardır orda. Zaten o düşünsel derinlik, giderek daha fazla genç sanatçının onları keşfetmesine yol açıyor ve çok da güzel bir şey bu.
HEYKELE TÜKÜREN, KARS’TA HEYKEL YIKTIRAN ZİHNİYETLE SANAT GELİŞEMEZ
Bunu biraz özendirmek gerekir ama nitelikli bir şeyle piyasalaştırmadan ve ticarileştirmeden o konularda yapılacak çok şey var. En az baskı gören belki odur. Çünkü Türkiye’de gericiliğin hedef aldığı sanatlar arasında özellikle heykel ve resim var. Bu tabi nerede başladı, çok somut sanat düşmanlığı Ankara Belediye Başkanının heykellerin içine tükürmesiyle başladı. Şimdiki Cumhurbaşkanının Kars’taki heykele “ucube” deyip ondan o heykelin parça parça kesilmesiyle başladı. Sürüyor, İzmir’de bir ahşap heykel, nihayet Metro durağındaydı birkaç kez korundukça kırılıyor. Yani birileri çıkıyor en son saldırılarda bu Çağdaş İstanbul Temporay İstanbul etkinliğinden, bundan bir ay önceydi, kısa süre önceydi birtakım insanlar ki, herhalde yönlendirildiklerini varsayabiliriz. Açık şekilde bir sanatçı, sanatını beğenmeyebiliriz, sanatına son derece eleştirel sözle dile getirebiliriz, o sanatçının öyle bir şey yapma özgürlüğü varsa bizim de onun sanatına ilişkin uygar bir çerçevede eleştirel düşünce eleştirel görüş belirtme özgürlüğümüz var. Ama gidip onu parçalama özgürlüğü kimsenin yoktur. Ben ecdadımın orda bir Abdulhamid’in mayonun üzerine işlemiş bir sanatçı ben ecdadıma bunu yakıştıramıyorum” . O ecdat birincisi herkesin, hepimizin ecdadı, kimsenin ona sahip çıkma hakkı yoktur.
İkincisi, kimse kendi özel düşüncesini, bir siyasi partisinin düşüncesini Türkiye toplumunun tümünün düşüncesi olma hakkına sahip değildir. Türkiye toplumu çoğulcu geleneği güçlü olan ve bunu yaşatmakta zorlukları olsa da, yaşatmakta karlı bir toplumdur.
Şunu da söyleyeyim ki, sanat çok doğal özgürlük ve tolerans gerektiren bir etkinliktir. Çokluk durumu vardır Türkiye’de, her anlamda, etnik alanda çokluk durumu var, mezhepsel anlamda çokluk durumu var, çeşitli dinlerin bir arada bulunması anlamında çokluk durumu var, ama çoğulculuk bilinci çoğulculuk bilinç çokluk durumuna koşut bir gelişmişlik maalesef gösterememiştir. Dolayısıyla çokluğun çoğulculuk bilincine dönüşmesi bir toplumun uygarlaşması bakımında özellikle Türkiye gibi imparatorluk mirasçısı toplumların uygarlaşması bakımından son derece önemlidir. Bunun için de tolerans gereklidir. Tolerans konusu Türkiye’de mesleki düzeyde, sanatsal düzeyde en az konuşulan, en az önemsene bir konudur. Çok yazık çok büyük ezikliktir bu. Bütün dünya ülkelerinde toleransla ilgili ilişkin binlerce araştırma ve kitap bulabilirsiniz. Ama Türkiye’de bunun sayısı onu geçmez. Çok düşündürücüdür. Hepimizde şöyle bir ön kabul var, “biz zaten daha önce komşumuz Rum’du, Ermeni’ydi, Hıristiyan’dı şuydu buydu, biz bunların ayrı olduklarını düşünmezdik”. Keşke ayrı olduklarını düşünseydik de ayrı olarak bir arada insanca yaşamanın koşullarını da aramayı akıl edebilseydik. Çünkü bunu düşünemediğimiz için bu kez çoğulcu tokluk durumu çoğulcu bilince dönüşmediği için yer yer yıkıma dönüşüyor. Bu, hala Türkiye’nin önünde en önemli görevlerden birisidir. Çokluk durumunu çoğulculuk bilincine dönüştürmek Türkiye’nin başaramadığı konudur. Bunu başaramadığı sürece Türkiye’nin gerilimleri de, öyle sanıyorum ki, bitmeyecektir. Bu sanat içinde en önemli engellerden birisidir. Çünkü bu kadar saltçı görüşler yani şöyle diyor, “ben şöyle olmak olmasını istiyorum, bu böyle olmaz” özellikle dediğim gibi görsel sanatlar heykel ve resim Türkiye’deki yıkıcı, yok edici bakıştan en fazla zarar gören iki sanat alanıdır. Bunun da nedeni bellidir. Sanki İslam’da böyle bir şey varmış gibi, kendilerine göre yepyeni kurgusal bir anlayış geliştiren saldırgan yıkıcı, yok edici bir anlayış bu alanlarda sanatçılara yaşatma ve yaratma olanağını son derece zorlaştırıyorlar.
Burada önüne geçilmesi gereken en önemli konu, birincisi sanatın ve sanatçının özgürlüğü söz konudur.
SANAT KURUMLARI DA SANATÇI DA ÖZERK OLMALI
Bir başka konu burada; sanat kurumların özerkliği konudur. Bazı insanlar şöyle düşünüyorlar, Türkiye’de Devlet Tiyatroları var, devlet opera ve balesi var, güzel sanatlar müdürlüğü var, buraların orkestraları var. Bu kurumların özerk olması gerekir. BU kurumlar devlet, kamu kaynaklarıyla yaşıyorlar, ama gerçek anlamda sanat yapacaklarsa yönetiminin özerk olması gerekir. Özerklikten şunu anlıyoruz: Orada sanatsal etkinliklerin türü, biçimi, süresi, içeriği sanatçılar tarafından belirlenmelidir, özerklik budur. Sanat kurumlarının özerkliği sanatsal etkinliklerin sanatçılar tarafından belirlenmesi demektir. Sanatçılar kamu görevlisi olabilirler, ama asla devlet memuru gibi düşünemezler. Onların özgürlük alanlarına özgürlük alanlarına saygı duymak gerekir, başka türlü zaten sanat yapamazlar. Burada da şimdi artık özellikle AKP yönetiminin en çağ dışı tavrı burada ortaya çıkıyor, “ben parasını verirsem istediğimi yaptırırım”. Bunun dışında sanat kurumlarının Devlet Tiyatroları, opera, balenin dışında, güzel sanatların dışında bir de belediyelerin, yerel yönetimlerin sanat kuruluşları var. Yerel kuruluşların sanat kurumları yapması son derece önemlidir. Bu gün burada bu önem daha da ortaya çıkıyor. Neden? AKP nin Türkiye’yi sanatsızlaştırma çalışmasına karşı hiç değilse AKP li olmayan yerel yönetimlerin alternatif seçenek sanat kurumları yapması gerekir. Bunu da en iyi şekilde belediyeler ve yerel yönetimler yapabilirler. Yani söylemek istediğim şudur, belediye tiyatroları, operası, balesi olmak durumundadır. Bu gün opera ve balede uygulanan resmi siyaset şudur: Kadro vermez, insanları ayrılmaya zorlar, sanat yapmalarını olanaksızlaştırır, zaman içinde bu kurumları kendi içinde yok etmek. Kapatmış olmuyor ama öyle bir politika uygula ki zaman içinde bunları yok et. Şimdi Devlet Opera ve Balesi bundan en fazla zarar gören kurumlardan b irisidir, bu politikadan. Zaman içinde yok etmek politikasından en fazla zarar görmektedir. Yeni personel, yeni eleman alınmamaktadır, eskileri işini doğru dürüst yapmaları engellenmektedir.
TELİF HAKKI SANATÇIYI YAŞATIR, TÜRKİYE’DE DOĞRU DÜRÜST TELEİF HAKKI ÖDENMİYOR.
Telif hakları ödenmemektedir, özellikle. Sanattaki en önemli konulardan birisi de telif hakkı deyince bu çok önemsenmesi gereken şeydir. Zaten telif ilk yaratandır. Bunun bir estetik düşünceyi bir estetik yapıtı il yaratan insanın hakkının her koşul hakkında ödenmesi gerekir. Bu gün Türkiye’de özellikle müzisyenlerin çok yakındığı konulardan birisi, her tarafta müzikleri çalınmaktadır, telif hakkı ödenmemektedir. Telif hakkı sanatçının yaşaması için zorunlu gerekli bir şeydir. Bizler hem sanat yaşasın istiyoruz, ama hem de sanatsal ürünlerden yararlanırken hiçbir ödeme yapmak istemiyoruz, bu olamaz. Sanatçıyı yaşatmak için de gerçekten onu yaşamını, insanca yaşamını güvence altına alacak koşulları yaratmak gerekir.
Bu sanat kurumlarının özgürlüğü konusunda Türkiye gerçekten dünyada en gerilerdedir. Sanatı yok etme, sanatsızlaştırma giderek resmi politikaya dönüşmektedir. Bunlarla birlikte şöyle bir şey daha söyleyeyim, sanat mekânları son on yılda, merkezi hükümet tarafından sanat kurumları yapıldığına tanık olan var mı? Yok. (Salondan “yıkıldığına tanığız” sesleri geliyordu). Hiçbir sanat mekânı yapılmıyor. (Salondan “taverna yapılıyor” sesleri). “AKP dışında yerel yönetimlere çok görevler düşüyor, örnek sanat mekânları yaratmaları gerekir. Bakın İstanbul Belediyesinin yaklaşık yüz yıldan beri Şehir Tiyatroları var. Şimdiye kadar bu sanat kurumları o şehrin kültürel dünyasını zenginleştirici olarak çalıştırlar. Son on yıldan beri çalışmaları engellendi, yönlendirilmeye çalışıldı, o sanat kurumunun özerkliği ayaklar altına alındı. Kendi yöneticilerini seçemediler. Ama diğer taraftan İzmir’e baktığınız zaman İzmir’de görkemli bir opera ve tiyatro binası da yoktur. Bu da ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Kısacası sanat mekânları, sanat belli mekânlarda yapıldığı için mekânı olmayan sanat olmaz, dolayısıyla sanata mekân yaratacaksınız. Sanatın uygun mekânları olması gerekir.
Tiyatro binaları, tiyatro yapan insanlar o tiyatro binalarının planlarının tasarımlanması ve yapının içinde olmak zorundadır. Çünkü onlar oynuyor, onlar biliyor o konuyu; onların sanat yapanların dışında sanat mekânı tasarımlamak çok büyük bir ayıptır. Onların görüşünün alınması gerekir, sadece tiyatro binaları da değil, heykel, resim, doğru dürüst kaç tane sanat müzemiz var. Çağdaş sanat müzesi çağdaş sanatı desteklemek için kaç tane ressamdan resim tablosu satın alınıyor. Peki, bu insanlar nasıl yaşayacak hem olmalarını çok istiyoruz, hem çok gerekli diyoruz, ama yapıtlarının satın alınması konusunda da en ufak bir şey yok.
Başka bir şey daha, belki bu işe bizim seçenek sanat kavramını savunanların yapması gereken bir şeyi, örneğin bir ili örnek seçebiliriz. Varsayalım ki İzmir, İzmir’in tiyatrosu, operası, balesi, onlarca heykeli, onlarca resim tablosu bir yıl boyunca, altı ay ressamlar resmini yapabilir, heykeltıraşlar heykelini yapabilir, ortaya bir örnek çıkarabiliriz, ama bu kararlılık, bu istencin olması lazım. Olmadığı zaman olmuyor. Böyle bir sanat evinde, müzisyenler bestelerini yazabilirler, bütün sanat dalları orada kendisini yepyeni bir kent görünümünü yaratabilir; bunu şöyle bir kafanızda tahayyül edebiliyor musunuz, görülür hale getirebiliyor musunuz? Böyle bir yıl on tane heykeltıraş, on tane ressam, on tane besteci, on tane yazarın İzmir’i yazdığını düşünün. Sonra şöyle bir örnek vereyim size, Almanya’da sadece Berlin’de üç binden fazla bir yılda yazara çeşitli sürelerle Berlin’e gelip, üç ay, altı ay, yedi ay kalma ve istediği gibi, istediğini yazma olanağı veriliyor. Bunu düşünenler çok iyi düşünmüşler, şunun için, yani bir insan altı ay Berlin’de yaşarsa, yazdığı şey zorunlu olarak Berlin’le ilgili olacak. Berlin’i bundan daha iyi tanıtımı olabilir mi? Bunu bizim için Ankara için yaptığımızı, Antalya için, Hatay için, Adana için yaptığımızı düşünün. Henüz bir böyle bir yazarlar evine sahip değiliz, yani dünya yazarlarını çağırıp konuk edeceğimiz üç ay, altı ay Türkiye’nin bir yerinde konuk edip onların burada bulunup yazmalarını sağlayacak bir mekânımız yok daha bizim. Ama bu sadece son 15 yılın sorunu da değil. Burada biraz da öz eleştirel olmak gerekir. Bu tür şeyler, sanat atılımla olur, sanat yenilikle olur, sanat özgür düşünce zaten yaratım içindir. Sanatçının keyfi önemsenmelidir” dediğim şey o olmasa zaten yaratım olmaz. O nedenle de yenileşme, özgürleşme, demokratikleşme, bir alanda sanata yeni yer açmada zaten son derece de gereklidir. Bu olmadan sanatın etkinlik alanı olabileceğini düşünme hayal bile etmek zor”
Ülkemizde sanat konusunda bu yararlı konuşmadan sonra dinleyicilerin katkı ve soruları ile konuşmalar sona erdi.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Sonnotlar:
[1] PROF. DR. ONUR BİLGE KULA KİMDİR, ÖZGEÇMİŞİ:
Öğrenim ve Akademik Gelişim Süreci:
1960- 1971:İlk,- ortaokul ve lise (Kayseri)
1971-1973: Almanya’da Dil ve Üniversite Öğrenimi Hazırlık Sınıfı (Studienkolleg)
1973-1974: Berlin Teknik Üniversitesi Maden Mühendisliği Öğrenimi
Birinci Üniversite Öğrenimi
1974-1978: A.Ü. DTCF Alman Dili Edebiyatı Öğrenimi ve Diploma (Pekiyi Derece) ile Bitirme
İkinci Üniversite Öğrenimi:
1978-1983: Berlin Özgür Üniversitesi , Eğitim Bilimleri Fakültesi (Freie Universität Berlin Fachbereich Erziehungs-und Unterrichtswissenschaften Institut für Interkulturelle Erziehung) Kültürlerarası Eğitim ve Sosyoloji Öğrenimi ve Diploma (İyi Derece) ile Bitirme
1983-1986: Almanya- Berlin Özgür Üniversitesinde Doktora Öğrenimi ve (Summa Cum Laude) Bitirme
Konu: “Almanya’daki Türk Göçmen İşçi Kültürünün Kültürlerarası Eğitim ve İletişim Açısından İşlevi”
24 Ekim 1988: Doçentliğe Yükselme ve Atanma
15 Aralık 1993: Profesörlüğe Yükselme ve Atanma
Bildiği Yabancı Diller: Almanca, İngilizce
Medeni Durumu: Evli ve bir kız babası
Meslek Deneyimi:
1978-1986: Berlin-Spandau Çok Amaçlı Lisede Öğretmenlik ve Özgür Üniversitesi ve Sosyal Danışmanlık Yüksekokulu’nda Öğretim Görevliliği
1986-1993: Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyeliği
Mart 1993- Nisan 2003: Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyeliği.
Nisan 2003’ten bu yana: Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyeliği
Yönetim Deneyimi:
Mart 1988-Mart 1993: Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Alman Dili ve Eğitimi Anabilim Dalı Başkanlığı
Nisan 1988-Aralık 1992: Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Bölümü Başkan Yardımcılığı
Eylül 1988-Aralık 1992: Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcılığı
Haziran 1993-Nisan 1994: Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Mart 1993-Eylül 1996: ME.Ü. Rektörlük Yabancı Diller Bölümü Başkanlığı
Mart 1993-2001: ME.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı
Mart 1993- Ocak 2000: Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı
Mart 2010- Mart 2013: T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (vekaleten)
Temmuz 2013- Nisan 2016: Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı
Üye Olduğu Uluslararası Kuruluş: Uluslararası Germanistler Birliği (IVG)
Üye Olduğu Ulusal Kuruluşlar: P.E.N. Yazarlar Derneği Türkiye
BESAM (Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
Türkiye Sosyal ve Beşeri Bilimler Milli Komitesi Üyeliği, 1995- 1997
(YÖK Başkanlığı’nın 28.07.1995 tarih ve 14787 sayılı yazısı)
Bilimsel Danışmanlık: TÜBİTAK dış danışmanlığı
Bilim Ödülü: Hacettepe Üniversitesi 2005- 2006 Akademik Yılı Bilim Ödülü
Yayın Yaptığı Başlıca Araştırma Alanları :
Batı edebiyatında ve felsefesinde oryantalizm, toplum bilim, eğitim ve kültür bilimleri, Alman felsefe tarihi (Aydınlanma felsefesi), estetik, dil felsefesi ve edebiyat kuramı
Prof. Dr. Onur Bilge Kula’nın yurt içi ve dışında yayımlanmış çok sayıda kitabı ve bilimsel makalesi, bildirisi ve yazısı bulunmaktadır.
Kitapları Arasında Yer Alan Kitaplarından Bazıları Şunlardır: “Hegel Estetiği ve Edebiyat Kuramı I- II- III”, “Kant, Schiller, Heidegger Estetik ve Edebiyat”, “Marx, Benjamin, Adorno Sanat ve Edebiyat”, “Brecht, Lukacs, Bloch Sanat ve Edebiyat”, “Batı Edebiyatında Oryantalizm I- II”, “Batı Felsefesinde Oryantalizm”, “Dil Felsefesi ve Edebiyat Kuramı I- II”
Kaynak: https://bykp.chp.org.tr/Ozgecmis/MzczNTc0ODQ0NTA=/onur-bilge-kula.aspx
[2] Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Alman filozof 1770-1831)
[3] 22 Nisan 1724 – 12 Şubat 1804) Alman filozof. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirleyici olarak etkilemiştir
[4] Béla Viktor János Bartók (d. 25 Mart 1881; Nagyszentmiklós, Avusturya-Macaristan[1] - ö. 26 Eylül 1945; New York, ABD) Macar besteci, piyanist ve Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi.
Yorum Gönder