İlk kez bu denli sinirlenmiş görüyordum Dedem Hacı Feyyaz’ı.
Yüzü kıpkırmızı olmuş bağırıyordu; “Sen kim oluyorsun da Mustafa Kemal Paşa’yı İslam düşmanı ilan ediyorsun? Sen nasıl bir din adamısın? Nankör, mübarek Cuma günü söyleyecek söz mü kalmadı?”
İlkokul yıllarında, benim için yaz tatili, Erzurum’un Horasan ilçesine gitmek, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim, yengelerim, anneannem ve sevgili Hacı dedemle birlikte olmak, Aras Nehri’nde yüzmek, balık tutmak, at binmekti.
Ama dedemin dizlerinin dibinde seferberlik yıllarını, Ruslara nasıl esir düştüğünü, Ermeni çetelerinin yaptığı katliamları, yokluğu, kıtlığı, açlığı ve tarif edilmesi fedakârlıklar sonucu kazanılan Kurtuluş Savaşı’nı dinlemenin yeri bir başkaydı.
Hacı Feyyaz, Kazım Karabekir Paşa’yı anlatırken heyecanlanır, Mustafa Kemal dediğinde ise, sesi titreyerek, “Mustafa Kemal Paşa’yı bize Allah gönderdi. O, milletin önüne düşmeseydi kim bilir ne olurduk oğul” der, cebinden mendilini çıkarıp, benden gizlemeye çalıştığı gözyaşlarını silerdi.
İlerlemiş yaşına rağmen bağda, bahçede, tarlada çalışan, yüzlerce hayvanla ilgilenen, 5 vakit namazında, ibadetinde olan Hacı Feyyaz’ın bulunduğu yerde Mustafa Kemal’e kötü söz etmek kimsenin haddine değildi.
Caminin Yozgat’tan gelen yeni hocası, 30 Ağustos Zafer Bayramı’na rastlayan Cuma günü, Atatürk’ü eleştirerek başladığı vaazında, kimseden ses çıkmadığını görünce, hakaretlere, iftiralara yönelmiş, bu duruma çok üzülen dedem, ibadetini tamamlayıp, kendini dışarı zor atmıştı.
Caminin kapısında beklediği genç hocaya; “Dinimiz nankörlüğü ve yalanı büyük günah sayar. Mustafa Kemal olmasaydı, buraları Ermenistan olur, sen de hocalık yapacak cami bulamazdın. Dinimizin güzelliklerini anlatmak varken, iftira etmek, nankörlük yapmak niye? Demiş, hoca ise, “Bizi, O din düşmanı değil, milletin inancı kurtardı” yanıtını vermişti.
Maddi durumu çok iyi olan dedem, büyük küçük, yerli yabancı herkese gösterdiği saygının yanı sıra cömertliğiyle de tanınıyordu.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık günlerinde, ambarındaki unu, buğdayı, yiyeceği, herkesle paylaştığından, eşine, “Kıymet, kapımıza gelenleri geri çevirmeyecek, ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir” dediğinden, sadece Horasan’da değil, tüm bölgede sevilip sayılan Hacı Dedem, hocanın yanıtı karşısında adamı doğduğuna pişman etmişti.
Evin önündeki bostanın yanından akan su boyunca sıralanan kavak ağaçlarının altında oturmayı seven dedem, minderine bağdaş kurmuş, karşı tepelerin eteklerinden geçen Aras Nehri’nin üzerindeki kemerli tarihi köprüye bakıyordu.
Sessizce minderin bir ucuna oturdum.
Elini başıma koydu, saçlarımı okşadı.
Bundan cesaret alarak sordum; “Dede, Atatürk’ü neden çok seviyorsun”
Geriye doğru yaslandı, “Balam, okulda Mustafa Kemal’i size nasıl öğretiyorlar?” diye sordu.
Hemen ayağa kalktım ve “Atam Atam, sen kalk ben yatam” diye ezberimdekileri sıralıyordum ki, Hacı Feyyaz, “Dur balam, bu sözlerin ne anlamı var ki? Başka neler öğretiyorlar” dedi.
Bu kez, “Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapamış, bütün dünya ağlamış…” diye sürdürünce, dedem, “Yeter oğul yeter, Mustafa Kemal böyle öğretilmez” diyerek beni susturdu.
Yerinden doğruldu, elini Sarıkamış yönüne uzatarak, “Rusya’da ihtilal olmuş, askerlerinin çoğu gitmişti. Mart ayının ortalarında, Ermeni ve geride kalan Rus askerlerinin Sarıkamış’a doğru uzaklaştığını gördüğümüzde çok sevindik. Ama Ermeni çetelerinin yakınımızdaki Sarıkamış’ta olduğunu bilerek yaşamak bizi tedirgin ediyordu. Belirsizliklerle dolu bu günlerde Mustafa Kemal Paşa adı kulaktan kulağa yayılıyordu. Bir gün tarlada çalışırken, arkadaşım Yetim Samet geldi, ‘Feyyaz, Erzurum’a gidelim. Mustafa Kemal Paşa geliyormuş’ deyince işi gücü bıraktım” dedi.
Horasan-Erzurum arasındaki mesafe 80 Km’dir. Feyyaz ve arkadaşları Yetim Samet, Acem Ali ve Veli Baba Köyü’nden Kürt Halit, yürüyerek, Temmuz’un ortalarında Erzurum’a giderler.
Yanındaki testiden su içen Dedem anlatmaya bıraktığı yerden devam etti.
“Erzurum’daki ilk günümüzdü. Çifte Minareler tarafında toplanmış kalabalık, subayların çoğunlukta olduğu bir grup ile konuşuyordu. Çevredekilerin elini öpmeye çalışmasından, Mustafa Kemal olduğunu anladığım kişi bana iyice yaklaşmıştı ki, askerler yoldan çekilmemi söyledi. Yanında Kazım Karabekir Paşa da vardı. Sanki donmuş kalmıştım. Bir yere kıpırdayamıyor, Paşam diye bağırıyordum. İşte o an Mustafa Kemal’in ‘Bırakın o delikanlıyı gelsin’ dediğini duydum.”
Mustafa Kemal ile Feyyaz karşı karşıya kalırlar ve aralarında şu konuşma geçer:
“Adın nedir evladım?”
“Mustafa oğlu Feyyaz, Paşa’m”
“Erzurumlu musun?”
“Seni görmek için Horasan’dan geldik”
“Peki, neden buradayım biliyor musun?”
“Memleketi kurtarmak için toplantılar yapıyormuşsun, ordu kuracakmışsın Paşa’m”
Mustafa Kemal’in yüzüne bir gülümseme yayılır ve Feyyaz’ın yanağını okşayarak şöyle der:
“Bak evladım, daha işin başındayız, ama Allah’ın izniyle ordumuzu kuracağız. Size de çok iş düşecek. Çağırdığımızda, koşup gelin.”
Paşa sözlerini bitirdikten sonra Feyyaz’ın sırtını sıvazlar ve yanındakilerle uzaklaşıp gider.
Bir süre olduğu yerde kalan dedem kendini toparlayıp, arkadaşlarına, “Dadaşlar, Mustafa Kemal nereye çağırırsa oraya giderim” diyecektir.
Feyyaz, Horasan’a döndüğünde yaşadıklarını annesi Şahmeran’a anlatır.
Nice acılar çekmiş yaşlı kadın, “Oğul, ailenin tek erkeği sensin. Baban, ağabeyin, amcaların, dayıların Çanakkale’de, Yemen’de, Hicaz’da, Balkanlarda, Galiçya’da ya şehit oldu ya da esir düştü. Kadın, çocuk ve ihtiyarlarımızın çoğunu da Ermeni çeteleri öldürdü. Nereye gidersen bizi de götür” der.
Dedem kararını hemen o an verir. Mustafa Kemal’e yakın olacaktır.
Erzurum Kongresi’nin sona erdiğini öğrendiğinde, vakit geldi der ve 1919 yılının Ağustos ayında yola çıkar.
Bir kağnısı, bir çift öküz, bir inek ve topallayan bir koç ile 3 koyunları vardır.
Kağnıya yüklediği yorgan, döşek ve birkaç eşyanın üstüne annesi Şahmeran ve 4 bacısını oturtur.
Erzurum, Erzincan üzerinden Tokat’a ulaşırlar.
Yollar kendileri gibi muhacirlerle doludur.
Açlık, hastalık, eşkıya yol boyu karşılarına çıkacak, koyunlarından birini kurtlar kapacak, bir koyunla ineğe de, Erzincan-Tokat arasında eşkıyalar el koyacaktır.
Kış aylarını Tokat’ta geçiren ailenin gereksinimlerini karşılamak için Feyyaz birçok iş yapar.
1920’nin Mayıs ayında Feyyaz, annesi ve bacılarıyla yeniden yollara düşer.
Önce Sivas, ardından Kayseri’ye ulaşırlar.
Pınarbaşı’ndan sonra bir süre de Nevşehir’de kalırlar.
Türk Ordusu’nun karargâhını Akşehir’e taşıdığı günlerdir.
Bu arada İngiliz, Yunan ve Fransızların desteklediği kimi çevreler, Mustafa Kemal’in İslam düşmanı olduğunu söyleyerek, kara çalma kampanyasını tüm hızıyla sürdürmektedir.
Feyyaz, bunlarla birçok kez kavgaya tutuşacak, Nevşehir’de, bir gece eve dönerken, 3 yobazın saldırısına uğrayacaktır.
Kafasına vurulan sopaların etkisiyle günlerce yataktan çıkamayan Feyyaz, iyileşir iyileşmez, annesi Şahmeran’a, “Hazırlanın, Akşehir’e gidiyoruz” der.
1921’in sonlarına doğru Akşehir’e gelen aile, 3 yıl burada kalacaktır.
Feyyaz’ın Mustafa Kemal’le ikinci karşılaşması Akşehir’de gerçekleşecektir.
Feyyaz, Akşehir yakınlarında, Balkan Savaşı sırasında gelen muhacirlerin toplandığı bir köye yerleşir.
“Atatürk’ü Akşehir’de de gördün mü dede?” diye soruverdim.
“Gelişimizin birinci haftasında, Karargâha gidip, ordumuz için ne yapabilirim diye sormaya karar vermiştim. Erkenden yola çıktım. Karargâha yaklaşmıştım ki, bir otomobil ve küçük bir süvari birliği yanımdan geçti. Binanın önünde duran otomobilden inenler arasında Mustafa Kemal Paşa vardı. Hemen o yana doğru koştum, ama askerler beni durdurdular. Paşa’yı görmek istediğimi söyledim. Yaşı ilerlemiş bir çavuş, Mustafa Kemal’i görmenin şimdilik mümkün olmadığını tatlı bir dille anlattı.”
Eve dönen dedem, sözlerini şöyle sürdürdü;
“Gece uyku tutmadı. Sabah ezanı okunurken kalktım, Karargâha gittim. Nöbetçilerle konuşurken bir hareketlilik başladı. Mustafa Kemal binadan çıkıyordu. Önce otomobile yöneldiler, sonra vazgeçip yürümeye başladılar. Bulunduğum yere doğru geliyorlardı. Dün konuştuğum çavuş önde yürüyordu. Beni tanıdı, ‘İnatçı çocuk, yine mi sen’ dedi. Dayanamadım, bağırdım, ‘Paşa’m sizi görmeye geldim.’ Aramızda 15–20 metre vardı. Durdu, şöyle bir baktı ve eliyle gel işareti yaptı.”
Dedem birden sustu. Altında oturduğumuz kavak ağaçları boyunca akan berrak suya baktı.
Mendilini çıkardı, gözlerinden süzülen yaşları sildi ve kaldığı yerden devam etti;
“Bir koşu Mustafa Kemal’in yanına gittim. İçimi delip geçen o mavi bakışlar karşısında yine dilim tutulmuştu. Paşa bana bir süre baktı”
“Çocuk seni Erzurum’da görmedim mi ben?”
Dedem, Allah’ım bu nasıl bir hafıza diye düşünürken, Mustafa Kemal birkaç adım atar ve ilk karşılaşmada yaptığı gibi elini Feyyaz’ın omuza koyar.
“Doğrudur Paşa’m, Erzurum’da da görüştük. Adım Feyyaz. Memleketi kurtaracağız, haber ettiğimizde gelin demiştiniz”
“Yalnız mı geldin Feyyaz”
“Anam ve bacılarım da yanımda Paşa’m”
“Senden başka bakacak kimseleri yok mu?”
“Tek erkek ben kaldım Paşa’m”
“Öyleyse seni asker yazmayalım. Atın, öküzün, araban var mı çocuk?”
“3 öküzüm, bir de kağnı var Paşa’m”
“Cepheye ordunun ihtiyaçlarını taşır mısın?”
“Ne emrederseniz yaparım Paşa’m”
“Çavuş, Feyyaz Dadaş sana emanet, hemen görevlendir”
Dedem, minderine yeniden kurulup anlatmaya devam etti.
“Paşa’nın elini öptüm, ardından Çavuş beni büyükçe bir depoya götürdü. Oradaki bir yüzbaşı yapacaklarımı uzun uzun anlattı.”
Feyyaz, heyecan içinde eve döndüğünde, annesi, komşularıyla bahçede oturuyordu.
Feyyaz olanları bir solukta anlatır.
Annesi, “Biz başımızın çaresine bakarız oğul. Burada bir eksiğimiz yok. Sen Mustafa Kemal’in emrini yerine getir” der.
Dedem, Büyük Taarruza kadar ordu birliklerine yiyecek, giyecek, cephane taşır.
Hasta, yararlı askerleri cephe gerisine ulaştırır.
Karargâh, Afyon-Şuhut’a nakledilirken de görevlidir.
Düşmanın denize döküldüğü haberini Afyon-Emirdağ’dan Uşak’a gidecekken alır.
Bunun üzerine Akşehir’e dönerek, normal yaşamına başlar.
Günlerden bir gün anası Şahmeran, “Oğul, beni memleketime götür, orada ölmek istiyorum” deyince, kağnıyı yeniden hazırlar.
Akşehirliler, “Gitme Feyyaz, sana toprak verelim, evlendirelim, kal burada” diye ısrar ederler.
Ama annesi Şahmeran’ın isteği daha önemlidir ve 3 ay süren bir yolculuktan sonra Horasan’a dönerler.
Dedem sözlerini tamamlamıştı ki, Ali Rıza Dayım yanında iki kişiyle geldi.
Onları gören Hacı Feyyaz’ın yüzü asıldı.
Horasan’ın müftüsü olduğunu öğrendiğim kişi, Hacı Feyyaz’ı kızdıran genç hocayı, bir kez daha el öptürmeye, barıştırmaya getirmişti.
Müftünün sözlerini kesmeden dinleyen Hacı Feyyaz, “Bitti mi Müftü efendi” diye sordu.
Eve doğru döndü, neneme seslendi. “Kıymet, buraya gel”
Nur yüzlü nenem, elinde tespihiyle, yaşından beklenmeyecek bir hızla geldi.
Dedem, hocaya nüfus cüzdanının yanında olup olmadığını sordu.
Hoca ceketinin iç cebinden çıkardığı cüzdanı dedeme uzattı.
Dedem anneannemi göstererek, “Beni iyi dinle hoca efendi. Benim hanımımın sülalesinden 200’den fazla insanı Ermeni komitecileri bir samanlığa doldurup yakmış. Dayısının oğlu ile hanım dışında kurtulan olmamış. Ben ailemde kalan tek erkeğim. O yıllarda açlık, yokluk, hastalık, zulüm ve ölümden başka bir şey tanımadık. Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı saklar durumdaydık. Burada ne bayrağımız dalgalanır ne de ezan okunurdu.”
Bostanın alt tarafında, Ağrı-Eleşkirt yolu kenarında kurulu Jandarma Karakolu’nu işaret ederek, “Bak Hoca, o gördüğün yerde bir taş bina vardı, üstünde Türk bayrağı değil, Ermeni, Rus, ara sıra İngiliz bayrağı dalgalanırdı. Silahımız, yiyeceğimiz, kimliğimiz, hiç ama hiç bir şeyimiz yoktu. Kadınlarımızın kızlarımızın ırzına geçerler, doğmamış bebekleri ana karnında kasaturayla (süngü) öldürürlerdi. Namusuna el sürülen kadınlar kendilerini Aras Nehri’ne atardı. Bu yüzden “Kanlı Aras” denir. İşte bu sırada Allah bize Mustafa Kemal’i gönderdi.”
Dedemin yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hocanın nüfus cüzdanını sallayarak, “Mustafa Kemal, sadece Allah’a kulluk edelim, kula kulluk etmeyelim diye bize vatandaşlık verdi. Bugün bir kimliğin var. Bak bunun üstünde dinin ve mezhebin yazıyor. Bak karşıda bayrağımız dalgalanıyor. Her yerde camilerimiz, mescitlerimiz var. Ezanlar okunuyor.“
Dedem yavaşça ayağa kalkarken, biz de yerimizden doğrulduk.
Hacı Feyyaz sert bir ses tonuyla, “Mustafa Kemal Paşa sadece bizim namusumuzu değil, senin atanın, dedenin de namusunu, bu ülkenin namusunu kurtardı. Senin gibiler Mustafa Kemal’e sövebilir, dinimizin büyük günah saydığı nankörlüğü yapabilir. Ama o mübarek insan önderlik edip, milleti o derin ve karanlık kuyudan çıkarmasaydı, ne annen annesinin karnına düşerdi ne de sen annenin karnına düşerdin. Düşseniz bile Türk ve Müslüman olarak değil, başka bir dinin, milletin mensubu olarak dünyaya gelirdiniz. Mustafa Kemal, Allah’ın öyle sevgili bir kulu ki, kendisine rahatlıkla sövebileceğiniz bir memleket bırakmış.”
Sözlerini tamamladıktan sonra da, misafirleri selamlayıp eve doğru yürüdü.
Akşam yemeği sonrası çayını içen Hacı Feyyaz’ın dizinin dibine oturdum.
Saçlarımı sevgiyle okşadıktan sonra yüzümü iki elinin arasına alıp, hiç unutmadığım şu sözleri söyledi;
“Balam, eğer çocuklara Mustafa Kemal Paşa’yı bana anlattığın gibi öğretiyorlarsa, sevilmesi için değil, unutturmak içindir. Bizim yaşadıklarımızı Allah bir daha göstermesin. İnsanoğlu rahata erince zorlukları çabuk unutur. Ama Mustafa Kemal Paşa unutulursa, bu memleket elden öyle öyle gider ki, bir daha geri gelmez.”
Her 10 Kasım’da, Hacı Feyyaz’ın Mustafa Kemal için nasıl ağladığını ve dua ettiğini anımsarım.
Bana Mustafa Kemal’i yürekten sevdiren dedem nurlar içinde yatsın.
Gürbüz Evren /Gerçekgündem
Yorum Gönder