Necip Fazıl Kısakürek, Başyüce R.T. Erdoğan’ın şeyhidir.
Kurmak istediği rejim Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında
anlattığı faşist diktatörlük rejimidir. Bu rejimde seçim ve meclis
(parlamento) yoktur: kimler tarafından seçildiği belli olmayan bir
Yüceler Meclisi vardır. Başyüceyi bu meclis seçer. Başyüce’nin kararkarı
yasa değerindedir. Aslında Hitler’in “Kavgam”ı se ise Necip Fazıl”ın
“İdeolocya Örgüsü” de öyle bir şey.
Başyüce, pî
rini bir aziz, bir yalvaç düzeyine çıkartıyor ama onun önderi her bakımdan kalp para ile bile beş para etmez biridir.
Genç Cumhuriyet’in okuyup adam olsun diye 1924 yılında Pariss’e
gönderdiği; aldığı bursu kumara yatıran ve bir baltaya sap olmadan
ülkeye dönmek zorunda kalan bir asalaktır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın
Necip Fazıl’ın yaşadığı rezil hayattan haberi oluyor ve Berlin’deki
talebe müfettişini Paris’e yolluyor. Tufeyli kumarbaz, Zeki Mesut adlı
talebe müfettişini “alelâde” buluyor. “Hârikülâde” bulsa ne yazar! Ama o
olayı utanmadan anlatıyor (
“Bâbıâli“s.29-32):
“Müfettiş Bey, ona, kısaca:
-Vekâlet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!…”
Necip Fazıl, talebe müfettişinden aldığı parayı cebine koyup, hepsini o akşam kumar masasında kaybediyor.
Ben, her şeyi bağışlarım ama 1924 yılında Cumhuriyet’in parasıyla
kumar oynayan adamı, hoş göremem. Rezil bir adamdır! Kanını satıp kumar
oynasa, anlattıklarını ilgi ve saygı ile okurdum. Kumar masasında
savaştan yeni çıkmış bir halkın parasını kaybediyor ve bundan utanmıyor.
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı olan
kişilerin “mürşit” kabul ettiği işte böyle bir adam!
Önce Başyüce’nin övgülerini daha sonra da benim onun pî
ri hakkındaki düşüncelerimi okuyacaksınız.
Özdemir İnce
28 Aralık 2015
****
[Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasından satırbaşları:
Bu yıl ikincisi takdim edilen Necip Fazıl Kısakürek ödüllerinin yayın
hayatımız ve fikir dünyamız için hayırlara vesile olmasını Rabbimiz’den
niyaz ediyorum. Rabbim ondan razı olsun. Şefkatiyle merhametiyle
bizleri kuşatsın.
Büyüklerimiz ne güzel söylemiş: Ehl-i hünerin kadrini bilmek de büyük bir hünerdir.
Temelinde sevgi olmayan, ilim, irfan, merhamet olmayan bir devletin,
fiziki gücü ne kadar büyük olursa olsun, büyük devlet olması mümkün
değildir.
Tarih, belli bir dönem zulümle, kanla, savaşla, geniş topraklar işgal
etmiş ancak, kısa zaman sonra saman alevi gibi sönmüş bir devletler
kabristanıdır. Çünkü zulüm payidar olmaz. Bizi tarihteki diğer
devletlerden, diğer medeniyetlerden ayıran asıl fark işte budur. Bizim
farkımız işgal değil ihya, yağma değil fetihtir. Farkımız budur. Bizim
farkımız, göçmen kuşlara dahi sığınacak bir yuva kuran inceliktir.
Fakirleri incitmemek için sokağın köşesine sadaka taşını yerleştiren zerafettir.
Necip Fazıl, ihtilal içinde bir ihtilal olarak ortaya çıkar. Ben
yazmazsam kimse yazmaz düşüncesiyle edebiyatın her alanında eserler
vermiştir.”Onun tiyatro eserleri, medeniyetin, tarihin, bu milleti var
kılan değerlerin savunulduğu bir mücadele arenasıdır.
Necip Fazıl’ın kitapları, yazıları, şiirleri kadar hayatı da bir
eserdir. Hepimizin, bilhassa da gençlerimizin üstadı tekrar tekrar
okumaya, anlamaya, onu idrak etmeye ihtiyacı var. Onu elbette
tabulaştırmadan ve putlaştırmadan ama hatırasına gerekli hürmeti de
göstererek, abimiz, yol arkadaşımız olduğunu unutmayarak, kendisini
anlamaya çalışmalıyız. Zira onun eserleri ve mücadelesi, bizim olduğu
kadar, gençlerimizin ve gelecek nesillerin de yolunu aydınlatacak
kıymettedir, güçtedir
Onun kavgası, makbul olmanın, kabul görmenin, kendi milletinin değerlerini yok saymaktan geçtiğini zannedenlerle geçmiştir.
O, kalabalıklar içinde yalnızdır. Hani diyor ya, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak”. Mesele bu.
Necip Fazıl her zaman basit olanın kolaycılığına karşı, ulvi olanın
zorluğunu, meşakkati ve çileyi seçti.]
[“Düşüncelere zincir konulduğu zaman, “Ben varım. Ben varsam Türkiye
vardır” diyen bir özgüven abidesiydi. İçinizden bazıları onun
şiirlerini, yazılarını okumamış olabilir. Ama bugün şahit olduğumuz
dimdik duruş ve özgüven, onun diklenmeden dik duruşunun bir eseridir.
Necip Fazıl, yeni nesle şiirden, yazıdan, fikirden ziyade özgüven
aşılamıştır. Bugün eğer dünün ezilmişleri, mazlumları,
ötekileştirilenleri ‘Siyasette ben de varım’ diyor, adaletle
yönetilmenin mücadelesini veriyorsa, bunda Necip Fazıl’ın aşıladığı
özgüvenin etkisi büyüktür. Bugün yerli, milli değerlerle örtüşen şiirler
yazılıyor, hikayeler yazılıyor, filmler yapılıyorsa, bunda Necip Fazıl
duruşunun katkısı vardır.”
“FİKİR NAMUSU”
“Kusura bakmayın, bir şeye daha değineceğim. Necip Fazıl için fikir
çilesi de, fikir namusu da son derece önemli kavramlardır. Hata
yaptığında hatasını kabul eden, ama doğru bildiğinden de vazgeçmeyen bir
fikir namusuna sahiptir. Şu anda, esen her rüzgarın önünde eğilen, dün
söylediğinin tam tersini söyleyenleri gördükçe, Necip Fazıl’ın miras
bıraktığı fikir namusunu daha iyi anlıyoruz. İşte en son birisi çıktı,
yazdığı bir makalede, devletin geleceği için seküler güçleri sorumluluk
almaya davet etti. Birkaç yıl önce bazı kesimler ‘Ordu göreve’ diye
çağrı yapıyorlardı. Bugün de aynı ırkçı zihniyetler seküler güçleri
davet ediyor. Eğer fikrin namusu yoksa, ruhu yoksa, işte insan böyle en
uçlarda dolaşır durur. Bir gün bakarsınız devlet düşmanı olmuş, bir gün
bakarsınız darbeci olmuş. Bir gün bakarsınız barış güvercini olmuş, bir
gün bakarsınız elinde taş askere atıyor. Bununla asla bir kişiyi
kastetmiyorum. Türkiye’nin son 12 yılına bakın, böyle çok örnek
göreceksiniz. Necip Fazıl, kendisinden öncekiler gibi, bize ahlaki
olmayan her mücadelenin yanlış olduğunu öğretti. İnşallah bizler de,
bizden sonraki nesiller de mücadeleyi namusla, ahlakla sürdürmenin
gayreti içinde olacağız. Başkalarının yanlış yapması, bizi haklı ve
mazur göstermez. Onlar ne kadar eğilirse eğilsin, biz elif gibi dimdik
duracağız.”]
***
NECİP FAZIL KISAKÜREK (1904-1983)
Hiçbir şeyde ve hiçbir yerde “Bir onlardan bir bizden” anlayışına
razı olmamışımdır. Bu karşı olduğum anlayış şiir dünyasında bilinen
eşleşmeleri yapar: Tevfik Fikret / Mehmet Akif, Nazım Hikmet/Necip
Fazıl, Cemal Süreya/Sezai Karakoç…
Benim yaşadığım dönemin dışında olduğu için Tevfik Fikret/Mehmet Akif
eşleşmesine sesimi çıkartmadım. Nazım Hikmet/Necip Fazıl eşleşmesine
her zaman karşı çıktım ve Nazım Hikmet’in devrimci, büyük, uluslar
arası bir şair olduğunu, Necip Fazıl’ın ise karşı devrimci, yerel bir
manzumeci olduğunu yazdım ve söyledim.
Karşı devrimci, cumhuriyet karşıtı İslamcılar küplere bindiler: Hangi
hakla böyle konuşurmuşum? “O zaman zahmet edin, önce biyografimi sonra
kitaplarımı okuyun, hangi hakla böyle konuştuğumu çok iyi anlarsınız!”
demem gerekirdi, demedim, şimdi söylüyorum.
Sezai Karakoç da Cemal Süreya’nın ve öteki İkinci Yeni şairlerinin
yanında, sanıldığı ve sandırıldığı kadar önemli bir şair değildir.
İtirazı olan mı var? O zaman okuyun!
Cafer Yıldırım, Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) “Necip Fazıl ve
kendisine sırlar atfedilen bir karakterin otopsisi, ‘Üstat’ın Genç
Şair’lik dönemi” başlıklı yazısını okuduktan sonra, Necip Fazıl’ın
“Bâbıâli” (Büyük Doğu Yayınları, 1975) kitabını bir İstanbul sahafında
buldurtup köye getirttim. Son derece ilginç ve bizim edebiyatımızda
benzeri olmayan bir kitap…
Özgür Edebiyat dergisinde Necip Fazıl’ın “Cumhuriyet ve devrim
düşmanlığı ve hidayete erişi” başlıklı bir yazı yazmayı düşünürken, bu
kez, Radikal Pazar’da (03,06.2012), Ömer Şahin’in Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı Taner Şener (d.1962) hakkında yazdığı yazıyı okudum.
Okudum ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Şimdi, bu kararın nedenini
anlamak için Ömer Şahin’in yazısından bir alıntı yapalım.”
“[Taner Yıldız] lise ve gençlik yıllarında Milli Türk Talebe
Birliği’ndeydi. Yani Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin
çekirdek kadrosu gibi Necip Fazıl’ın etkisindeydi. Üstat’ın yolundan
gitmeye başladı. İstanbul’da Teknik Üniversite’yi kazanınca da irtibatı
kopmadı. Okul çıkışları, hafta sonları, ikinci adresi Necip Fazıl’ın
“Büyük Doğu” dergisiydi. Sohbetlerini dinlemekle yetinmedi, bir de görev
üstlendi. ‘1979-1982 yılları arasında üç yıl boyunca üstadın
çaycılığını yaptım. Çayını veriyordum.’ AK Parti kadrolarının önemli
bölümü Büyük Doğu’nun müdavimiydi. O döneme ilişkin bir fotoğraf ilginç
olabilirdi. Bakan Yıldız, ‘Hiç fotoğrafım yok’ dediğinde şaşırdım. Meğer
sorun teknik imkânsızlık değilmiş. ‘Üstad, çok otoriterdi. Bize çok
kızdığı olmuştur. Fotoğraf çektirelim demeye cesaret bile edemezdik’
diye açıklıyor gerekçesini.” ]
Edebiyatla ilgili yazı ve kitaplarımı okuyanlar, benim,
edebiyatta gelenek bağlamında şeyh/mürşit-mürid ilişkisinden nefret
ettiğimi “Gençliğimde kimsenin müridi olmadım, şimdi yanımda tek bir
mürid istemem!” diye konuştuğumu, yazdığım çok iyi bilirler. Hilmi
Yavuz bey biraderimizle yaptığımız “gelenek/gidenek” polemiğini
hatırlarlar. Bu okurlar, “İsteyen istediği iple intihar edebilir!” diye
yazdığımı da bilirler.
Benim gözümde, bir üstadın dizinin dibinde oturup ağzının içine
bakmak, okuldan çıkıp mürîdâne rütbe ve kıdem kazanmak amacıyla
“üstad”ın dergi bürosuna kapılanmak ve orada çaycılık yapmak… Sonra,
mürid olduğun için,” üstad”tan bir şey istemeye cesaret edememek…
Benim gözümde bunlar, özel saygıya değmez, ama son derece önemli
niteliklerdir, itiraflardır. Hastalıklı ilişkilerdir. Bu nedenle, bu
türden “kerameti gayrı menkul” durumlar için, “Üstad-ı Azam
Abdülmuntazamlık durum” derim.
Örneğin, Necip Fazıl, “Genç Şair” olarak kabul edildiği 1924-1934
yılları arasında bir yığın zırzopluk yapmış ama başta Nurullah Ataç
olmak üzere çoğu cumhuriyetçi, devrimci, Kemalist ve solcu olan kuşak
arkadaşlarından “dâhî” muamelesi görmüştür. Necip Fazıl 1954-1964
yılları arasında İkinci Yeni şairleri arasında yaşasaydı kendisiyle
dalga geçilirdi. En azından ben kendisine, hakkında atıp tuttuğu Rimbaud
konusunda “Reis önce sen şu Rimbaud’yu öğren de gel!” derdim. Oysa
1924-1934 yılları arasında, bütün arkadaşları “genç şair”in yaptığı
bütün şımarıklıklara katlanmışlar. Oysa, 1960’ların Sezai Karakoç’u
gibi İkinci Yeniciler arasında yaşasaydı ya da ilgi alanımızda
olsaydı, çok hırpalanırdı.
Bakan Taner Yıldız’ın, bürosunda çaycılık yaptığı dönemde, Necip
Fazıl’ın en önemsiz ve en önemli özelliği, Cumhuriyet ve Devrim
Düşmanlığı idi. Bu düşmanlık yeni değildi, kökleri çok eskiye
dayanıyordu. Necip Fazıl, “Bâbıâli” adlı kitabında devrim düşmanlığını
arkadaşlarına söylüyor, kendi kendine mırıldanıyor ama bu düşmanlığın
nedenini bir türlü açıklayamıyor. Basmakalıp şeyler söylüyor.
Şair Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili düşüncelerimi edebiyat
dergilerinde yazarım, burada değil. Ama birkaç kitap var, onları
bulunca bu konuda birkaç yazı daha yazabilirim.
1978-1982 yılları arasında “Üstad”a hizmet eden Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı, bu dönemi iftihar ederek anlatıyor. Anladığım
kadarıyla, “Üstad”tan öğrendiklerine çok değer veriyor ve hâlâ onun
izinden gitmekte. Ve bu çok mu çok belli oluyor!
Sadece Taner Yıldız mı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan da mürşitleri “Üstad Necip Fazıl”ın rahle-i tedrisinden
geçmişler. Bunu iftiharla söylüyorlar.
Bu ilişki konusunda büyük araştırmalar yapmak, binlerce sayfa kitap
okumak gerekmez. Olgu çok basit: Bir Cumhuriyet Düşmanı “Mürşit” ve bu
mürşidin Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan olmuş müridleri. Hepsi bu
kadar!
(Aydınlık, 12 Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL VE TALEBELERİ
Değerli okur! Biraz daha iyi tanışalım: Ben, gölgesi olmadan uçsuz
bucaksız gölgesi varmış gibi davrananlardan; şeyh ve meyhlerden,
mürşitlerden hiç mi hiç hoşlanmam. Terso giderim, balonu patlatmak için
hemen bir iğne ararım.
Yılını tam hatırlamıyorum ama yetmişlerin ortası olmalı. Ya da 12
Eylül’den sonra, eski bir kayıt. Görevde olduğum sırada kayıt yapılmış
olsaydı hatırlardım: TRT Televizyonu’nda Necip Fazıl Kısakürek.
Söyleşiyi yapan kişi yeni Türk şiirinin durumunu soruyor. Necip Fazıl
soruya soruyla cevap veriyor:
“Benden sonra şiir mi yazıldı ki? Benden sonra şair geldi mi?
“Seni gidi manzumeci, seni gidi!” diye söyleniyorum.
Kısakürek’in söylediklerini bir gerçek şair ancak kendi kendisiyle alay etmek için söylerdi, söyler. Ama o çok ciddiydi!
Bazı durumlarda “İsteyen isteği iple intihar
edebilir!” dediğimi dünkü yazımda da yazmıştım. “İp” geleneği, üstadları
ve şeyhleri simgelemektedir. Bir geleneğe, üstada, şeyh ve benzerlerine
bağlanmayı, demek ki, bir intihar olarak görüyormuşum, görüyorum.
Ancak, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve Taner Yıldız
örneklerinde de görüldüğü gibi, bir meczubu mürşit sanıp biat ederek
intihar etmekle kalmamışlar, bir de üstüne üstlük Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve Bakan olmuşlar. İlginç bir durum! İçişleri Bakanı İdris Naim
Şahin de bir Necip Fazıl müridi mi(ydi) acaba?
Cafer Yıldırım kardeşimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in gençlik dönemi
(1924-1934) kötü alışkanlığı kumardan söz ediyordu (Aydınlık
Kitap,25.05.12). Necip Fazıl da “Bâbıâli” adlı kitabının (Büyük Doğu
Yayınları, 1975) “Uçurum” bölümünde (S.25) anlatır kumar çilesini.
İçtenlikle mi anlatıyor? Bunun hiçbir önemi yok! Bir insan hırsızlık
yapar, kumar oynar, kumar oynamak için pezevenklik yapar, rüşvet alır,
çalıştığı yerde zimmetine para geçirir ve kumar oynar, aile servetini
kumara yatırır, dostlarını dolandırır ve kumar oynar. Bunların hepsini
anlarım ve bunların anlatısından büyük sanat yapıtları da çıkar.
Örnekleri var. Ama, “Genç Şair, “1924 ve 1925 yıllarında çilelerin en
can yakıcısıyla hayat sürdüğü Paris”i utanmadan anlatıyor: Genç
Cumhuriyet’in okuyup adam olsun diye 1924 yılında burs verdiği parayla
kumar oynuyor herif. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu rezaletten haberi
oluyor ve Berlin’deki talebe müfettişini Paris’e yolluyor. Genç Şair,
Zeki Mesut adlı talebe müfettişini “alelâde” buluyor. “Hârikülâde” bulsa
ne yazar! Ama o utanmadan kendi kitabında anlatıyor
(Bâbıâli s.29-32):
“Müfettiş Bey, ona, kısaca:
-Vekâlet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!…”
Necip Fazıl, talebe müfettişinden aldığı parayı cebine koyup, hepsini o akşam kumar masasında kaybediyor.
Ben, her şeyi bağışlarım ama 1924 yılında Cumhuriyet’in parasıyla
kumar oynayan adamı, hoş göremem. Rezil bir adamdır! Kanını satıp kumar
oynasa, anlattıklarını ilgi ve saygı ile okurdum. Kumar masasında
savaştan yeni çıkmış bir halkın parasını kaybediyor ve bundan utanmıyor.
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı olan
kişilerin “mürşit” kabul ettiği işte böyle bir adam!
“Peyami’ye sorarsanız yeni harfleri beğenen ahmaktır; bu da söz mü?…
Yeni harfler bu memleket kültürünü, zekâ inkişafını sıfıra indiren bir
uyuşturucu zehirdir, temel kültürümüzle aramızı açmaktan başka bir şeye
yaramayacak, eski Yunan ve Latin kültürüne de yol açamayacak , milli
tefekkür istidatını karartacak…” (S.131)
Genç şairin bu dahice sözlerini duyan Yahya Kemal, ağzının iki
yanından pastanın çukulatası sızarken “Altunla yazılacak bu sözler”
diyesiymiş.
Genç Şair, bu pisboğaz şaire söyle cevap vermiş:
“Ama yeni harflerle değil!” (S.132)
Cumhuriyet edebiyatımız, bu iki kaltabana bol keseden verdiği
avansları geri çekip, bu türden şair ve yazarlarla mutlaka
hesaplaşmalıdır! Ben kaç zamandır bunu yapıyorum zaten: Yahya Kemal
şiirlerinin biçim ve içeriğiyle çağ dışı yerel bir şairdir!
N.F.Kısakürek’in yerel bir manzumeci olduğunu yazdım zaten. Bu işler
böyledir, yüz verirsen astarını da isterler.
Saygı Öztürk kardeşimizin 4 Haziran 2012 tarihli Sözcü’de yayınlanan
haberine göre, Milli Eğitim Bakanlığı, Arif Nihat Asya’nın “Bayrak”
şiirinin bir bölümü, Bakan’ının dediğine göre, “ öğrencileri iyiye,
güzele, doğruya” yöneltmediği için çıkarttırmış. Buna karşın, Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta övgüyle şiirlerini okuduğu
N.F.Kısakürek’in ders kitaplarındaki şiirleri çoğaltılacakmış. Haberin
devamı şöyle: “Erdoğan’ın , Necip Fazıl Kısakürek’in ders kitaplarında
bulunan 3 şiirine ek olarak değişecek ders kitaplarına yeni şiirlerinin
eklenmesini istediği öğrenildi. Bakanlık yetkilileri, ‘Bu durumda
Başbakan’ın okuduğu şiirlere kitaplarda öncelik verilmesi gerekeceğini’
söylediler.”
Her alanda “tek seçici” olmaya heveslenen Başvekil bu gidişle
edebiyat alanında da “tek seçici” olmaya kalkışacağa benzer. Kendisi
için çok tehlikeli olacak bir heves!
Başbakan’a, N.F.Kısakürek’in 1924/1925 yıllarında, yoksul halkın
verdiği bursla Paris’te nasıl kumar oynadığını anlattığı (“Bâbıâli” adlı
kitabının “Uçurum” bölümü) metni de öğrencilere örnek olması için ders
kitaplarına aldırmasını tavsiye edeceğim. Ayrıca, mürşidi, aynı
kitapta (s.326) Adnan Menderes’in örtülü ödeneğinden para aldığını
itiraf etmektedir. 1951-1959 yılları arasında aldığı 147 bin liralık
avantanın öyküsü Yassıada davası tutanaklarında yer almaktadır. O
tarihlerde 5 tonluk bir Austin kamyonun fiatı 5 bin lira idi ki bu para
ile 30 kamyon satın alınırdı. Kendisi,
“Bâbıâli” adlı kitabında (s.300) 1950’lerin 110 bin lirasının 1970’lerde 10 milyon lira ettiğini yazıyor.
NOTA BENE: Şimdilik bu kadar! Ama
Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın ortak mürşitlerinin hayat öyküsüne bu
yakınlarda geri döneceğim! Kendilerini özel tarihleriyle yüzleştirmek
için bu fırsat kaçırılmaz!
(Aydınlık, 13 Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL’IN ATATÜRK HAYRANLIĞI
Osman Selim Kocahanoğlu’nun
“Atatürk’ün Üç Muhalifi, 1. Kâzım Karabekir” (Temel Yayınları) adlı kitabını okurken 548.sayfada hiç beklemediğim bir bölümle karşılaştım:
“Necip Fazıl’ın Atatürk Hayranlığı…”. Hayret ki ne hayret!
Necip Fazıl’ın
“Bâbıâli”sini (Büyük Doğu
Yayınları) okurken de, onun Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının 1924
yılında devrim yasalarının çıkmasıyla başladığını sanmıştım.
Yanılmışım. Aslında beni Necip Fazıl yanıltmış. 1975 yılında Bâbâli
anılarını yazarken düşünsel ve duygusal bir kronolojik sıra izlememiş,
1975 yılındaki duygu ve düşüncelerini 20’li, 30’lu yıllarına da yansıtıp
yamamış. Geçmişi güncelleştirmiş.
O.S.Kocahanoğlu, “Necip Fazıl henüz Abdülhakim Arvasî’nin manevi
halkasına girip iman tazelememiş…” diyor. Bu durumda, Necip Fazıl’ın,
Abdülhakim Arvasî’nin müridi olması, Atatürk’ün ölümünden, 1938’den
sonra olmalı. Ama değil.
Ancak, Vikipedi’de şöyle bir bilgi var: “Necip Fazıl için 1934 yılı
hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden
olan ve Beyoğlu Ağa Camii’nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasî ile
bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı. Necip Fazıl’ın,
üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına
edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam
Yaratmak).”
Demek ki, şair, kendi dediği gibi “Efendi”sine bağlandıktan dört yıl
sonra bile Atatürk sevgisini (?) sürdürüyormuş. Bu da nasıl bir sevgi
ise…
Şimdi alıntısını yapacağım yazıların kaynakları, Kocahanoğlu’nun
kitabının 548, 549 ve 550.sayfalarındaki dipnotlarında gösteriliyor:
“…Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini,
hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile
yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti
seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin
yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar…” (Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı konuşmadan.”Hakimiyeti Milliye”, No: 3406, 5 Ocak 1931)
1934 yılına kadar Oscar Wilde hayranı bir züppe (bir “snop”, bir
“dandy”) olan ve Arvasî müridi olduktan sonra “Mustafa Kemal vatanı
kurtardıktan sonra ırzına geçti” (O.S.Kocahanoğlu, s.548) diyen Necip
Fazıl’ın hayatını ve bir gecede Kafka’nın hamamböceğine dönüşmesini çok
merak ediyorum. Çevrede onu tanıyan pek insan kalmadı. Bu yıl 90.yaşını
idrak eden ve Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisinde de öyküler
yayınlamış olan Oktay Akbal’ın bu ayın başlarında bana söylediği bir
cümleyi çok iyi anımsıyorum: “Bizimle sohbet ederken içeri bir dinci
yandaşı girerse hemen tavır ve ağız değiştirir, namaz ve niyazdan söz
etmeye başlardı.”
Oktay Akbal, keşke tanıdığı Necip Fazıl’ı anlatan bir yazı yazsa…
“…Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan,
bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına
sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık.
Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (…) Softanın en bariz
vasfı kafasının sertliğidir. (…) Zamanın akışını zorlayan, kendi
iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey
karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün
putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi
karşısında da İslamlık softadır.” (Necip Fazıl, “Bir Hikaye Birkaç Tahlil”, 1933. s.75-76)
Necip Fazıl bu yazıyı, Nakşibendi tarikatının Halidî kolunun
şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasî’nin müritliğine yazılmadan kısa
bir süre önce kaleme almış, 1933 yılında yayınlamış. Şimdi ben “İslam
dini demokrasiyle bağdaşmaz, Müslüman toplumlar laikleşmeden bunlardan
demokrasi çıkmaz “ diye yazıyorum, Necip Fazıl’ın günümüzdeki müridleri
“Vay İslam düşmanı!” diye beni parmakla gösteriyorlar. Yazının
alıntıladığım bölümünün altına adımı yazıp yayınlasam vay başıma gelecek
olanlar!
“…Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var.
Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü
bugüne kadar sürer… Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı.
Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer
kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. .. İnkilâbcı
Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip
bir tesadüf cilvesi iki Atatürk’ten her biri ayrı isim taşıyor. Mustafa
Kemal ve Atatürk… İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin
Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve
kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi…
Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet
duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk
milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe
kalacağı emniyeti…” (Cumhuriyet Gazetesi, 26.10.1938,S.2)
Necip Fazıl Kısakürek’in okuduğunuz bu yazıyı M.K.Atatürk’ün
ölümünden 16 gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayınlamış olması, iki
müridi Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ı ne ölçüde şaşırtır acaba?
Beni şaşırtıyor! Ne oldu da bu adam Komünizmle Mücadele Derneği’nin
öncülerinden oldu ve Cumhuriyet karşıtı Büyük Doğu ideolojisinin
kurucusuna dönüştü?
İflah olmaz bir Kemalist ve “Kökten Laikçi” olarak vaftiz edilip
kurşuna dizilen ben, Atatürk için şiirler yazıp 10 Kasımlarda
dergilerde, gazetelerde yayınlamadım ve yukarıdaki metin benzeri bir
yazının altına imzamı atmadım.
Bir “züppe”den Cumhuriyet düşmanı fanatik bir İslamcı militana
dönüşen bu insan birkaç on yıldır iktidardadır ve onun müridleri, şu
anda, bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakan ve milletvekili olarak,
onun 1938 yılında hâlâ fanatik hayranı olduğu cumhuriyeti yıkma
operasyonuna devam etmektedirler. (Yarın bir başka Kısakürek).
(Aydınlık, 21 Haziran 2015)
***
BİR MÜRŞİT OLARAK NECİP FAZIL KISAKÜREK
Ben, www.Sabah.com.tr’ye 15.08.2011 günü saat 16:36’da giren haberin yalancısıyım. Haber şöyle:
[“Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül‘ün 19 yaşındayken iki arkadaşıyla birlikte
Necip Fazıl Kısakürek‘e çektiği telgraf yayınlandı. Gül ve arkadaşları Kısakürek’e ’emrinizdeyiz’ diyor. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül‘ün 19 yaşında iken, şimdi AK Parti İzmir Milletvekili olan eniştesi Mehmet Tekelioğlu ve arkadaşı Ahmet Taşçı ile
Necip Fazıl Kısakürek‘e
yazdığı telgrafta “Hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap
ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir
hürmetlerimizi sunarız” deniliyor.
Haber 7’nin haberine göre; Kısakürek’in adını taşıyan,
https://www.necipfazil.com/ adlı internet sitesinde yayınlanan telgraf şöyle:
“Necip Fazıl Kısakürek’e…
İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam
davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür
seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı
tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi
şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz
emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim
elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.
Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül, Ahmet Taşcı” ]
Başbakan R.T.Erdoğan durmadan şiirlerini okuduğuna ve ders
kitaplarına daha fazla şiirinin alınması için ilgililere talimat
verdiğine göre, Necip Fazıl Kısakürek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
da mürşidi ve üstadı olmalı. İlişkileri ne durumda diye bir internete
bakayım dedim, karşıma şu metin çıktı:
[“Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim
Fakültesi’nde görevli Sıddık Akbayır, ilginç bir çalışma yapmış… “Aynı
Göğün Uzak Yıldızları” adlı bu çalışma, Asur Yayınları tarafından
kitaplaştırılmış… Kitap elime geçeli birkaç ay oluyor… Ama, biraz önce
de dediğim gibi, okuyamamıştım… Birkaç gün önce, sayfalarını
karıştırınca gördüm ki; merhum Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Nazım
Hikmet’ten “karşılaştırmalı” olarak bahsediliyor. Necip Fazıl ve Nazım
Hikmet’in “benzerlik”leri ve “aykırılık”ları tek tek irdelenmiş… İlginç
bir kitap…
İşte bu kitabı karıştırırken, bir olay çekti dikkatimi…
Olay şu: Merhum Necip Fazıl, İstanbul’da bir “konferans” verecektir… Ama onu kim “takdim” edecek?..
Öyle ya; Necip Fazıl, “titiz” bir adam… Her şeyi ve herkesi beğenmez…
Uzatmayalım, sonunda Tayyip Erdoğan’ı işaret eder; “Beni bu delikanlı
takdim etsin!”
Tayyip Erdoğan, o günlerde “genç bir delikanlı”dır…
Alır mikrofonu eline ve Necip Fazıl’ı takdim eder.
Bu, şu demek oluyor: Tayyip Erdoğan, daha “lise” ve “üniversite”
yıllarında “iyi bir hatip” ve “iyi bir münazaracı”dır… Zaman zaman
kendisi de diyor ya; “Biz bu işe tepeden inme başlamadık… Biz,
çekirdekten yetiştik.”
Gerçekten de öyle…
Tayyip Erdoğan’ın “mikrofon”la tanışması, “siyaset”le tanışması, “lise
yılları”na dayanır!.. Daha o yıllarda kendisine bir “hedef” tayin etmiş
ve “kilitlendiği hedefe” doğru; “azim”le, “sabır”la ve “kararlılık”la
yürümüştür!
Hasan Karakaya – Vakit” ]
İncil’de (Matta,1) kim kimin nesidir, nesebi nedir şöyle yazar:
“İbrahim, İshak’ın babası idi; İshak, Yakub’un babası idi; Yakub,
Yahuda ve kardeşlerinin babası idi” der ve devam eder. İşte o hesap:
Mevlana Halid-i Bağdadi (1770-1827) Seyyid Taha-i Hakkari’nin (Öl:1853)
şeyhi idi; Seyyid Taha-i Hakkari, Nakşi şeyhi Seyyid Fehim Arvasi’nin
(1825-1896) şeyhi idi; Seyyid Fehim Arvasi, Abdülhakim Arvasi’nin
(1860-1943) şeyhi idi; Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek’in
mürşidi idi; Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Abdullah Gül (1950) ile
Recep Tayyip Erdoğan’ın (1954) mürşidi idi…
Abdullah Gül (1950
) öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü
Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketinde
Necip Fazıl Ekolünden Söğüt Fikir Kulübü’nde çalıştı.
Recep Tayyip Erdoğan (1954), Üniversite yıllarında
Milli Türk Talebe Birliği‘ne girdi, 1976 yılında
Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığına seçildi.
Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın Necip Fazıl ve Abdülhakîm Arvâsî
dışında öteki kimseleri tanıdıklarını sanmam. Ama biad kültürü geleneği
içinde geldikleri çizgi belli. Böyle bir çizgiden devrimci, laik,
cumhuriyetçi ve demokrat bir bireyin çıkması beklenemezdi.
Beklenemez! Mucize olurdu! İkisinin de “fıtrat”ında bağlanma eğilimi
varmış ki gidip Necip Fazıl Kısakürek’e bağlanmışlar, onu üstad ve
mürşid seçmişler.
Mürşid ne demek? “Mürşid”, “Doğru yolu gösteren, kılavuz, tarikat pîri ve şeyhi anlamına geliyor.
Benim naturamda, fıtratımda bağlanma diye bir şey yokmuş ki yılkı atı
gibi dağ-bayır dolandım. Adamlar bağlandılar ama feyzini de gördüler.
İyi de bağlandıkları kim, mürşidlerinden ne gibi feyz aldılar?
Mürşitleri Kısakürek, cumhuriyetçi, devrimci, laik ve demokrat değildi.
Dahası: Karşıtı ve düşmanı idi! Hiç kuşkusuz devrimci, laik ve
demokratik cumhuriyeti “doğru yol” olarak göstermemiştir; devrimci,
laik ve demokratik cumhuriyeti bulmaları için onlara kılavuzluk
etmemiştir. Tam tersine: Buldukları yerde, yakaladıkları yerde başını
ezmelerini, yok etmelerini öğretmiştir.
“Tek tip adam” üretmekle etmekle suçlanan bir Cumhuriyet düşünün ki
kendi olası düşmanlarının cumhurbaşkanı ve başbakan olmalarına engel
ol(a)mamıştır.
Anayasa’nın 174.maddesinin koruması altında olan Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’nu yürürlükten kaldırmak Cumhuriyet düşmanlığıdır! Bu yasanın
yürürlükte olduğu bir ülkede laik okulları din okullarına çevirmek
vatana ihanet gibi bir şeydir!
Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararlarını, Danıştay’ın çiğnenen
kararını ağzıma bile almıyorum. Ama devir dönerse Özel Yetkili
Mahkemeler’e çok iş düşebilir!
(Aydınlık, 22 Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL VE CUMHURBAŞKANI GÜL
GİRİŞ
Silivri ve Balyoz&Hasdal hayalî ve sahte (falsifié) darbe
davaları görülürken, AKP iktidarı kendi sivil ve sefil darbesini
Türkiye’nin ve dünyanın gözü önünde gerçekleştirmeyi sürdürüyor. Sanki
milletin aklına ve tepki duyularına nüzul inmiş.
Eveleyip gevelemeden söyleyeyim: Bu sivil ve sefil darbenin AKP’den
sonra ikinci sorumlusu CHP’dir. Çünkü taa 1950’den, özelikle de
1970’lerden bu yana devrim yasalarına sahip çıkmamış ve çok daha acısı
şu ki kendi çıkardığı devrim yasalarının ne anlama geldiğini unutmuştur.
Oysa cumhuriyet düzeninin hayat kaynağı Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi.
CHP tuttu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun adını bile anmadan, “4+4+4
yasası”nın biçimdern iptali için Anayasa Makemesi’ne gitti.
GELİŞME
AKP iktidarının sözünü ettiğim sivil ve sefil darbesinde
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Üstad” Necip Fazıl Kısakürek’in bir müridi
olarak başrollerden birini oynamaktadır. Cumhurbaşkanı Gül,
imam-hatiplerle ilgili uygulamaların ve 4+4+4 yasasının Anayasa’nın ilk
üç maddesi ile 174.maddesine aykırı olduğunu bilmiyor mu? Kendisi
bilmiyor diyelim, hukuk danışmanları ne demeye maaş alıyor?
Ben, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın taa “Üstad” Necip Fazıl’ın rahle-i
tedrisinde iken, Devrim Yasaları’da karşı silah kuşandıklarını, sanki
yanlarındaymışım gibi, biliyorum. “Üstat ve Mürşit”, hiç kuşkusuz,
görüşmelerinde ve konferanslarında, devletten aldığı bursu Paris
kumarhanelerinde nasıl ütüldüğünü anlatmıyordu. Necip Fazıl’ın özel
internet sitesine girerseniz, neler anlattığını kendi gözlerinizle okur,
kendi kulaklarınızla duyarsınız.
Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olarak, 4+4+4 yasası ve Tevhid-i Tedrisat
Kanunu bağlamında Anayasa’nın ve Devrim Yasaları’nın hükümet tarafından
ilga edilmesine neden göz yummuştur? Bunun için yüzeysel bir kazı
yapalım:
DÜĞÜM
Kuru deriden bal çıkartmıyorum! Tulum vıcık vıcık ıslak! Herkes
tarihle, cumhuriyetle yüzleştiğine, hesaplaştığına göre, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül bu zevkten neden mahrum kalsın?
1)O halde, 29 Ekim 1950 doğumlu ve 14 yaşından
itibaren Büyük Doğucu Kısakürek’in müridi olan Aldullah Gül’ün 19
yaşında (1969’da) iki arkadaşıyla birlikte Necip Fazıl Kırakürek’e
çektiği telgrafı okuyalım:
“İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam
davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür
seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı
tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi
şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz
emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim
elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.”
Bu telgraf metninden anlaşılacağı üzere, Abdullah Gül 1969 yılında,
tam anlamıyla bir militan İslamcıdır. Mürşidi Necip Fazıl’ın izinde ve
peşinde Cumhuriyet ve Devrim karşıtıdır.
2)“Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi artık sona ermiştir. Laik sistemi kesinlikte değiştirmek istiyoruz.”
Bu cümle İngiliz The Guardian gazetesinin 27 Kasım 1995 tarihli
sayısında yayınlanmış. 1995 yılında TBMM Dışişleri Komisyon üyesi
Abdullah Gül gazeteyi tekzip etmiş ama söyleşiyi yapan gazeteci
israrcı. Bir Türk gazetecisi olsa neyse, adam bir İngiliz, söylenmemiş
böyle bir cümleyi söyleşiye neden sıkıştırsın? Bir anlamı yok!
1995 yılında başta Erbakan olmak üzere, Refah Partisi ileri
gelenlerinin ve R.T.Erdoğan’ın buna benzer onlarca cümlesi var. Söylemiş
ya da söylememiş, önemli değil! Ama 2012 yılında, Cumhuriyet’in laik
sistemini değiştiren yasaların altında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı
olarak onay imzası var. Hukuki sorumluluğunun olmamasının da önemi yok
- Abdullah Gül Çankaya’ya çıktığı zaman Can Dündar bir belgesel film
yapmıştı. Can Dündar’ın gönderdiği metinden aktarıyorum: Yakın dostu
Sami Küçük, o yıllarda, milliyetçi-muhafazakar Milli Türk Talebe
Birliği’ini, İstanbul Milliyetçiler Derneği’ni, Büyük Doğu dernek ve
dergisini, Necip Fazıl’ı, Abdullah Gül’ün düşünsel ve ideoloji
kaynakları arasında sayıyor. (Bu üç dernek de Cumhuriyet ve Devrimler
karşıtıdır).
Abdullah Gül, Büyük Doğu Yayınevi çalışanı olarak Mehmet Tekelioğlu ile birlikte Necip Fazıl’ın
Çile kitabını
yayına hazırlar. Kitap yayınlanınca Necip Fazıl, Gül ile Tekelioğlu’nu
Konyalı Lokantası’na götürür ve her ikisine birer takım elbiselik kumaş
hediye eder.
SONUÇ
İsteyen daha fazla araştırma yapar ve Abdullah Gül’ün, 1923
cumhuriyeti ile devrimlerine kökten karşı olduğu sonucuna ulaşır. Benim
için yukarıda sunduğum üç örnek yeter.
Gene Can Dündar’ın gönderdiği metinden aktarıyorum: “O dönem Gül ve
arkadaşları, günün modasına uyarak saç uzatıyor, İspanyol paça pantolon
giyiyorlardı. Bir gün Sultanahmet Camii’ndeki bir namazdan sonra Necip
Fazıl ona bakıp ‘Bu kubbe altı böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin
kurtuluşu yoktur’ demiş.”
Necip Fazıl Kısakürek’in Türkiye’nin kurtuluşundan söz ederken,
kuşkusuz, laik rejimin sona ermesini ima ediyordu. Abdullah Gül, The
Guardian’a söylediği sözleri yalanlasa da, 14 yaşından bu yana ve şimdi,
Laik Cumhuriyet’in sona ermesi için elinden geleni yaptı ve
yapmaktadır.
(Aydınlık, 5 Temmuz 2012)
***
NECİP FAZIL, BAYAR, MENDERES VE ÖTEKİLER…
Yanlış anlaşılmasın: Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili yazılarım, bu
şair ve İslâm militanını anlatmak için değil, onun müridleri R.T.Erdoğan
ile Abdullah Gül’ün gerçekçi portrelerinin ortaya çıkmasına katkıda
bulunmak için kaleme alıyorum. Çünkü, “Şeyh uçmaz mürit uçurur!” misali
bu durum için de geçerli. Üstelik çok geçerli!
Artık Stalin dönemi Moskova Duruşmaları kadar ünlenmiş olan Silivri
Duruşmaları’nı tezgâhlayanların, bu tezgâhı bir intikam ateşiyle ve
geriye dönük olarak harlatıp, onaylayıp alkışlayanların, Necip Fazıl
davalarını bahane ederek Cumhuriyet’in geçmişini mahkûm etmeye
kalkışmaları kabul edilemez. Necip Fazıl davalarıyla, ne CHP’nin tek
parti dönemi, ne de Demokrat Parti dönemi mahkûm edilebilir.
Demek ki, müridi Abdullah Gül’ün anımsamasıyla
“Kanunları gerebildiğiniz kadar gerin, ama kanunları koparmayın” diye öğüt veren “Üstat” Necip Fazıl’ın kendisi bu hususta pek dikkatli davranmamış… (Can Dündar belgeseli metninden).
Hal ve Gidiş’inden bir “Bey Oğlu, Bey Torunu” kabadayısı ve şımarığı
olduğu görülen Necip Fazıl’ın, 1934 yılından itibaren kendine kendi
elleriyle bir Kurban Heykeli yonttuğu anlaşılıyor. Benim açımdan bu
kesin!
Bu tarihten ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî ile tanıştıktan (1934) sonra hayatını bir tiyatro olarak sahnelediğini görüyorum.
Anılar kitabı
Bâbıâli’de
(Büyük
Doğu Yayınları) geçmiş yıllarını, özellikle de 1930 öncesini
değerlendirirken, 60’lı, 70’li yaşlarında eriştiği bilgi dağarını
geçmiş yıllarına boca ettiğini, gençlik yıllarına aşı yaptığını
saptadım. Bu saptama (yazarsam) bir başka yazının konusu olacak. Küçük
bir örnek: 22-23 yaşındaki Necip Fazıl Efendi, 1970’lerin üstadı gibi
konuşuyor. Anı yazımında sık sık kullanılan bir tür sahteciliktir bu…
Necip Fazıl’ın bir yaşam öyküsünden şu bilgileri öğreniyoruz:
“İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten (1924) sonra
gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu.
Paris’te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüşünde Hollanda,
Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı.
Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi,
Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi’nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat
çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı”.
Çoğu yaşam öykülerinde İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü’nde okuduğu yazar. Kanımca, Necip Fazıl Bey, Fransa’ya Edebiyat
Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nü bitirmeden gitmiş ve orada da
üniversite diploması alamamıştır. Böyle bir insanın yaptığı işlere
bakın!
Daha ayrıntılı bir yaşam öyküsünü bulup okursanız şaşırıp kalırsınız:
Tek Parti döneminde başı sıkıştığı, canı istediği zaman iş bulup
çalışmış, çalışırken sık sık iş yeri değiştirmiş…
Anılar kitabı
Bâbıâli’nin 195-196.sayfalarından bir alıntı:
[“Hemen Ankara… Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la karşı karşıya:
-Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin!..
-Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.
Celâl Bayar, fazla tafsilat istemeksizin, “Şair!” diye hitap ettiği insanın her kaprisini kabule hazır ve gülümsemeli:
-Tekrar bankaya girmek ister misin?
-Onun için geldim.
Bir telefon ve her şey tamam… Kendisine bankanın kurucusu Celâl Bayar
tarafından himayeli bir adam gözüyle bakılıyor, fazla ve yorucu iş
verilmiyor ve “Teftiş Heyeti” kadrosuna alınmış bulunuyor.”]
Düşmanı olduğu CHP Tek Parti döneminde bürokraside “şair”e “el
bebek gül bebek” muamelesi yapılıyor, edebiyat eleştirisi de onu el
üzerinde tutuyor. Yedi yıldır İş Bankası’nda çalışırken aklına bir
edebiyat dergisi çıkartmak geliyor ve İktisat Vekili Celâl Bayar’ın
evine gidiyor ve teklifini yapıyor. 210.sayfadan okuyalım:
[“Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer emrinizdeki
bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilân
karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz…
Celâl Bayar, teklifi müsait karşılıyor ve Mistik Şair’in eline o
zamanın parasıyla 1600 lira toslanıyor. Bugünün 200 bin lirası denilse
yanlış olmaz. Bir mebusun ayda 200 küsur lira aldığı devir.”]
Midem bulanıyor!
Sadece Tek Parti Dönemi’nin Bayar’ı mı? “Maarif Vekili Hasan Âli
Yücel bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı şaire’ diye ithaf
ettiği sanatkârı Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Ankara’da Yüksek Devlet
Konservatuarı’na tayin etti.” (S.255)
Kitabı bulup olayın gerisini okuyun. Adnan Menderes’i okuyun, Türkeş’i okuyun…
Bu arada ben size kendimle ilgili bir sır vereyim: Yaşar Kemal’in
tavsiyesi üzerine, Kültür Bakanı Fikri Sağlar bendenizi Paris
Büyükelçiliği’ne Kültür Ataşesi ya da Müsteşarı olarak tayin edecekmiş…
7 Şubat 1992 günü görüşmek üzere beni davet etti… Zamanın Başbakan
Yardımcısı (20.10.1991-11.09.1993) Erdal İnönü. Ama randevu günü
Mevhibe İnönü vefat etti ve buluşma iptal edildi. Bir daha arayan soran
olmadı. O sırada Mehmet Altan, Kültür Bakanlığı Başdanışmanı, Hasan
Bülent Kahraman ise danışman (1991-1995)…
Hemşerim Fikri Sağlar’ı görürsem benim tayinimi neden çıkartamadı, kendisine soracağım.
(Aydınlık, 6 Temmuz 2012)
***
ÇÖPLÜK, KÖPEK VE NECİP FAZIL’A DAİR
12, 13, 21, 22 haziran ve 5, 6 temmuz tarihlerinde Necip Fazıl
Kısakürek’i konu alan 6 yazı yayınlamıştım Aydınlık’ta. Yazılar, Necip
Fazıl’ın önemsemediğim şairliğiyle ilgili değildi. O günler AKP’nin
başbakanı R.T.Erdoğan ve bazı bakanları ve milletvekilleri kamuya açık
yerlerde Necip Fazıl Kısakürek’ten nasıl ilham aldıklarını, mürşit
saydıklarını ilan ediyorlardı. Bu nedenle yazmıştım bu altı yazıyı
1934 yılında, 30 yaşında, Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasî’nin
müridi olduktan sonra, amansız bir cumhuriyet, demokrasi ve devrim
düşmanına dönüşen, İslâmî bir şeriat diktatörlüğünü savunan bir insanı
mürşit kabul eden insanların, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı,
başbakanı, bakanı ve milletvekili olmalarındaki garabete dikkat çekmek
istemiştim
Abdullah Kılıç’ın, büyük bir olasılıkla bu yazılardan esinlenerek
hazırladığı ve Haber Türk gazetesinde yayınlanan “Necip Fazıl’dan
Menderes’e yalvaran mektuplar” dizisinden sonra yer gök inlemeye
başladı. Basında, gene benim yazılardan nemalanan yazılar yayınlandı.
Televizyonlarda lâf ebeleri boy göstermeye başladı. Nilgün
Cerrahoğlu’nun 5 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan
yazısını bu gevezeliklerden ayırmak gerekiyor.
Bu arada, kaynak göstermeden yazılarımdan
yararlananlar susarken, kimi Kısakürek müritleri, bana, hakkımda
yazılmış ve internette gezen bazı yazılardan örnekler göndermeye
başladılar. “Özdemir İnce ‘çöpçülüğe’ soyundu” başlıklısından birkaç
satır aktaracağım:
“Birkaç gündür,Necip Fazıl’ı diline dolayan sözde ‘şair’ İnce’nin
bu faaliyelerini değerlendirmesini istediğimiz edebiyat çevreleri,
kendisini değerlendirmeye layık bulmadılar.
İnce’nin zaman zaman bu çeşit çıkışlarla gündeme gelmeyi
hedeflediğini belirten uzmanlar, cevaba değer olmasa da, Üstadın bu
konuda da yıllar önce gerekli açıklamada bulunduğunu bildirdiler.
Necip Fazıl Kısakürek, Arvasî Hazretleri’yle tanışmamadan önceki
dönemde ortaya koyduğu çalışmalarını reddetmiş, bunları çöpe attığını
bildirmişti. Üstad, ‘çöplükleri ise ancak köpekler karıştırır’ demişti.”
(Habervaktim.com)
Necip Fazıl, 1934 yılından önce yazdıklarını çöpe attığını ilan
etmiş. Çöpe attıkları arasında, müritlerinin her vesile ile
dillendirdikleri “Kaldırımlar” adlı şiiri de var. Necip Fazıl’ın kendi
bileceği iş. Muhteremin tavrı, bir seri katilin, cinayetlerini inkâr
ederek temize çıkma çabasına benziyor. Edebiyat tarihinde bir dönemden
önce kaleme aldığı yazıları yadsıyan yazar ve şair örnekleri çok
görülür. Ama edebiyat tarihi bu türden çıkışları ciddiye almaz.
Necip Fazıl’ın Haber Türk gazetesinde yayınlanan mektupları sahip
çıktığı 1934 sonrasına ait. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Büyük Doğu da
aralarında olmak üzere dergi çıkarmak için, Celal Bayar ve Adnan
Menderes’ten para istemesi; CHP’nin tek parti döneminde, öğretmenlik
istemek için Hasan Ali Yücel’e, İş Bankası’na atanmak için İktisat
Bakanı Celal Bayar’a yaltaklanmaları beni ilgilendirmiyor. Bu atamalar
için gereken yüksek tahsil diplomalarına sahip olmaması da…
Beni onun geçmişinde bir tek olay ilgilendiriyor: 1924 yılında,
öğrenim görmesi için Cumhuriyet tarafından Paris’e burslu olarak
gönderilmesi ve bu kentte burs paralarını kumara yatırmaktan başka bir
iş yapmayarak geri dönmek zorunda kalması.
“Bâbıâli”
(Büyük Doğu Yayınları, 10.Basım, Mart 2004) adlı kitabında (S.27-39)
bunları kendisi anlatıyor. Biyografilerinde ve hakkında yazılan
yazılarda, sürdüğü sefil hayat yüzünden devletin bursunu kestiğinden hiç
söz etmezler. Bu olaydan dolayı en küçük utanç duymaz. Bursunun
kesildiğini tebliğ eden müfettişten ve kumar yüzünden gene parasız
kaldığı Marsilya’da sırnaştığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin konsolosundan
küçümsemeyle söz eder. Tam anlamıyla patalojik bir durum. Ama o
yaptıklarından kendine övünç payı çıkartır.
Beni sadece bu ilgilendirir: Yoksul halkın parasını Paris’te kumara basmış ve bundan hiç utanmayan bir dejenere!
F.Kısakürek hakkındaki büyük tevatürlerden biri de, oğlu Mehmet
Kısakürek’in, babasının, 27 Mayıs 1960 sabahı 102 yıllık bir mahkûmiyeti
olduğu iddiası. (Haber Türk, S.14, 03.01.13). Aynı tarihli gazetenin
7.sayfasında, dizi yazının sahibi Abdullah Kılıç, 102 yıllık mahkûmiyet
için 1981 yılını verir.
Necip Fazıl hakkında yapılan konuşmaları dinleyenler, yazılan
yazıları okuyanlar, muhteremin ömrünün yarısını hapishanede geçirdiğini
sanabilir. Ama gerçek böyle değil: Tamı tamına 3 yıl 8 ay 14 gün hapis
yatmış.
Dökümünü yapalım:
CHP iktidarında:
21.12.1943-22.12.1943: 1 gün;
9.6.1947-5.8.1947: 1 ay 27 gün;
21.4.1950-15.7.1950: 3 ay, 25 gün;
Demokrat Parti döneminde:
31.3.1951-18.4.1951: 19 gün;
12.12.1952-30.9.1953: 9 ay, 12 gün;
30.9.1953-2.12.1953: 64 gün;
24.6.1957-25.2.1958: 8 ay, 4 gün;
26.3.1959-29.3.1959: 3 gün (60 saat 51 dakika);
27 Mayıs 1960’tan sonra:
6.6.1960-15.10.1960: 4 ay, 4 gün;
15.10.1960-18.12.1961: 1 yıl 65 gün.
1981 yılında 19 ay hapse mahkûm edilir. Hasta olduğu için infaz ertelenir ve Necip Fazıl 15.05.1983 günü vefat eder.
İşte size, AKP’ye yol gösteren bir Cumhuriyet düşmanı megalomanın yalan kerpiçleriyle örülmüş utanç dolu geçmişi.
NOTA BENE:
Yazımın başında yayın tarihlerini verdiğim 6 yazıyı, Cafer
Yıldırım’ın Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) yayınlanan “Necip Fazıl ve
kendisine sırlar atfedilen bir karakterin otopsisi, ‘Üstat’ın Genç
Şair’lik dönemi” başlıklı yazısını okuduktan sonra yazmıştım. Kaynakta
benden önce Cafer Yıldırım vardır. Kendisini kutlar ve teşekkür ederim.
(Aydınlık,16 Ocak 2013)
Özdemir İnce/Ozdemirince.com