2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Analar böylelerini doğurmamış - Kemal Baytaş
Akıl almaz çelişkili beyanlarla dün söylediklerinin bugün tam tersini söyleyen, ülkesine her türlü kötülüğü reva görenleri Tanrı yalnız bize nasip eyliyor.
- Önceleri, defalarca erken seçim cinayettir, erken seçim isteyenler “vatan hainidir” diyor.
Şimdi,“erken seçim istemeyenler” vatan hainidir diye fetva buyuruyor.
- Önceleri, İstanbul’a “üçüncü köprü cinayettir” diyor.
Şimdi, üçüncü köprüye karşı çıkanlar “vatan hainidir” diye ahkâm kesiyor.
- Önceleri, hırsızlıklara “damardan gireceğiz” diyor. Şimdi, “itfaiye hortumuyla” götürüyorlar.
- Önceleri, “hırsızlıklar babadan oğula geçer”, “baştakiler hırsızsa bu tüm devlet katmanlarına yansır” diyor.
Şimdi, bu aynen gerçekleşiyor.
- Osmanlı’nın tefessüh etmiş döneminde “selam verdim rüşvet değul deyu almadılar” süreci yaşanıyor.
Şimdiki Neo Osmanlılar “rüşvetsiz cennetin anahtarını bile versen” itibar etmiyorlar.
- Önceleri, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek Allah’a saygısızlıktır. “Egemenlik Allah’ındır Allah’ın” diyor.
Şimdi, halkın çoğunluğunun oyunu alınca, “egemenlik milletindir milletin”, “buna inanmayanlar demokrasi ve halk düşmanıdır” diyorlar.
- Önceleri, Fethullah hocaya “gel artık bu hasret bitsin” diye ağıtlar yakıyor.
Şimdi, defterini dürsün diye hocanın iade edilmesi için kırmızı bülten çıkarıyorlar.
- Önceleri, Zekeriya Öz’ü tetikçi yapıp, “bağırsakları temizliyoruz” diyerek milli ordu hunharca çökertiliyor.
Şimdi foyaları meydana çıkınca “cemaat orduya kumpas kurdu” diye paçayı kurtarmaya çalışıyorlar.
- “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyor, çocukları “vali ağırlamasıyla” 21 gün yan gelip yatarak askerlik yapıyor.
- Önceleri, katil Esad’ı yok edeceğim, Cuma Namazı’nı Şam’da Emevi Camisi’nde kılacağım diyor.
Şimdi, IŞİD bizim camilerde namaz kılıyor.
- Dini zayıf dedikleri Atatürk döneminde bir tek hırsızlık ve rüşvet olayına tanık olunmuyor. Sözde dini bütünler döneminde dinin men ettiği ne varsa yapıyor, rüşvet ve hırsızlıklarda dünya rekorları kırıyorlar.
- Önce Gezi Parkı olaylarında gençler “camiye girip içki içtiler”, “Kabataş’ta 80 kişi türbanlı genç bir kıza tacizde bulundu” diye korkunç bühtanlarda bulunuyor, sonra “böyle bir şey olmadı diyen cami imamı” sürgün ediliyor.
- Acaba kendilerine karşı bir darbe var mı hinliğiyle Bülent Arınç’a suikast yapılacak diye hayasız bir ihbarla devletin kalbi Kozmik Oda’yı aratıp, en gizli belgelerin kopyalanarak meçhul yerlere servis edilmesine neden oluyorlar.
- 17-25 Aralık eşi görülmemiş devlet soygununa önce montaj sonra “cemaat darbesi” deme zilletine düşüyor.
Gerçek ortaya çıkınca “yargılanmaktan kurtulmak için” tüm kurumlarıyla devlet yerle bir ediliyor.
- Önceleri, “analar ağlamasın” hokkabazlığıyla oy karşılığı Güneydoğu PKK’ya peşkeş çekiliyor.
Tam üç yıl askere PKK’ya dokunmama emri veriliyor, terör örgütünün Türkiye sathında yayılıp, ağır silahlarla donatımı sağlanıyor.
7 Haziran’da AKP oyları HDP’ye akınca Türkiye kan gölü haline getiriliyor.
Şimdi sormak lazım; “rüşvet ve hırsızlıkların soruşturulmaması uğruna” kendi ülkesini kendi elleriyle yok eden böyle bir iktidar dünyanın neresinde görülmüştür?
Bir kişi kendi çıkarları uğruna Türkiye’yi parmağında oynatıyor.
Dünyanın neresinde böyle kişilere “ülkenin kaderinin teslim edildiği”,
“Başbakan ya da Cumhurbaşkanlığına getirildiğine” tanık olunmuştur?
Yaşanan tüm bu melanetlere karşın Türk halkı bu denli aptal yerine konulmasına nasıl bu kadar izin verip tahammül ediyor?
Olan Türkiye ve Türk Milleti’ne oluyor.

Analar böylelerini doğurmamış II


Din simsarları Müslümanlığı kalkan olarak kullanma, her türlü hilekarlığa bir kılıf bulmada şeytana pabucu ters giydiriyorlar.
17-25 eşi görülmemiş rüşvet ve hırsızlıklar için önce imam hatip okulları yaptıracaktık dedi, kimse yutmadı,“günah işleme özgürlüğü” dedi, o da tutmayınca “cemaat darbesi” dediler.
Bunların vatan-millet diye bir gaileleri olmamış. Halkın yumuşak karnı dini kullanarak iktidar olup, köşeyi dönmeyi amaçlamışlar.
Cehennemlik bir suç olan devlet malı, yetim hakkı yeme, rüşvet ve hırsızlıklarda dünya rekorları kırdılar. Yalan-dolanda ise üzerlerine yok.
Dinin büyük bir suç saydığı iftira atmak, “dün ak dediklerine bugün kara demek, kendi yaptıklarını başkalarına yüklemekte” “ordinaryüs”oldular.
*Günün birinde bu gidişe dur der korkusuyla “ordunun bağırsaklarını temizleyeceğiz” dedi sehven ve sanal belgeler, terörist gizli tanıklıklarıyla vatan güvencesi askerin kolunu, kanadını kırdılar.
Sonra “biz ne halt ettik” diyerek tüm suçu yine cemaate yüklediler.
Şimdi kendilerini eleştiren kim varsa bu kez “cemaatçi olmayan savcı ve yargıçlara” tutuklattırıyorlar.
Demek ki bu şer yönteminin patenti AKP’ye aitmiş.
Cahillik, art niyet ve yobazlıkla neye ellerini attılarsa cılkını çıkarttı, Türkiye’de iyi işleyen yozlaşmadık bir tek kurum bırakmadılar. Din hokkabazları her türlü melaneti besmele çekerek, bombalı katliamları da tekbir getirerek yapıyorlar.
- Yargı reformu dedi, faşist yasalarla demokrasi ve hukuk devletini katlettiler.
- Milli eğitim reformu dedi, eğitimi imamlaştırdı. Dünya ülkeleri arasında çağdaş pozitif eğitimde en son sırada nal toplattılar.
*İhale reformu dedi, 12 senede 162 kez Bismillah diyerek değiştirdi. Sonunda milletin a…sına koyan müteahhitler dışında hiçbir şirket ve firmaya hakkı hayat tanımadılar.
- 7 Haziran’dan sonra politikalarını kan ve kaos üzerine kurguladı, biz tek başına iktidar olursak PKK terörü yok olacaktır dedi, 1 Kasım’da tek başlarına iktidar oldular. Ancak, terör ülkeyi cehenneme çevirince halkı aldatmanın bedelini yine halka ödettiler.
Kendi karşıtları ya da kendilerini eleştiren kim varsa tutuklattırıyor, adetleri üzere devlet gücünü kullanarak uyduruk isnat, çakma gerekçelerle gazete ve TV’leri kapattırıyor, gazeteci holdingler, masum insanların hayatlarını söndürüyor, tüm bunları İslamiyet adına yapıyorlar.
Başta IŞİD olmak üzere dünyanın en azılı terör örgütlerini silahlandırıp, Ortadoğu ve dünyanın başına bela ettiler. Kelle kesen, komutanlarını Türkiye’de tedavi ettirip, tatil yaptırttılar, Güneydoğu sınırlarımızı IŞİD teröristleri için yolgeçen hanı haline getirdiler.
IŞİD’in Ankara’da 102 kişinin ölümüne neden olan katliamını bile IŞİD yaptı diyemedi, “bu bir kollektif olaydır” dediler. Türkiye’de yüzde 10 IŞİD kafalı insanlar, dindar-kindar bir nesil ürettiler.
İslam’ı, terör, boğaz kesme, yobazlık ve ilkellikle özdeşleştirdiler. Dünyada İslam imajını yerle bir ettiler.
Laikliği takbih eden, dünya savaşlarına laiklik neden oldu diyebilen bir Diyanet İşleri Başkanı imal ettiler.
1400 yıl İslam ne çektiyse bu din simsarı yobazlardan çekiyor. 4 halifenin 3’ünü Müslümanlar katlediyor. Hz. Muhammed’in torunları Müslümanlar tarafından Kerbela’da boğazlanıyor.
Geçtiğimiz 50 yıl içinde 14 milyon Müslüman yine Müslümanlar tarafından katlediliyor. Bu süre içinde Hıristiyan ve Yahudilerin öldürdüğü Müslümanlar 2 milyon.
Orduya, yargıya, ülkeye akıl almaz kötülükler ettiler. Ama en büyük kötülüğü İslam dinine yaptılar.
Tüm bu olay ve yaşananları görünce daha önce de yazdığımız merhum Azeri şair Alekber Sabir’in şu mısraları akla geliyor.

Çok tufan, elvan görirem,
Dalgalı umman görirem,
Kükremiş aslan görirem,
Kan yiyen sırtlan görirem
Korkmirem bala korkmirem

* * *

Harda bir yobaz, softa görirem,
Kandan fikirlerinden,
Riyakar zikirlerinden
Korkirem bala korkirem.

Kemal Baytaş / SÖZCÜ

Hortlatılan İstikşafi Görüşmeler - Güner Yiğitbaşı
İstikşafi kelimesinden türetilen istikşafi görüşmeler deyimi; 7.Haziran seçimlerinden sonra koalisyon hükümeti kurmakla görevlendirilen AKP Genel Başkanı DAVUTOĞLU'nun, ana muhalefet partisi CHP'ye koalisyon kurma ön teklifiyle gelmesi üzerine, AKP ve CHP yönetici kadrolarının bir koalisyon hükümeti kurma zemini oluşturmak için ön koalisyon görüşmesi yapmaya başlamaları üzerine, siyasi hayatımıza girmiş olup, Türk Dil Kurumuna göre;Arapça keşif'ten türetilen ve keşif ve tahkik etmeye çalışma,ön görüşme, araştırma,tanıma görüşmesi yapma anlamına gelmektedir.

7.Haziran seçimlerinden sonra, AKP'nin; koalisyon hükümeti kurma amaç ve görüntüsü altında, CHP ile başlattığı, ama, asıl amacının, Anayasanın öngördüğü 45 günlük hükümet kurma süresini doldurarak seçimlerin yenilenmesini sağlamak olan istikşafi görüşmeler, günümüzde AKP tarafından yeniden hortlatılmış ve en başta yeni bir Anayasa çıkarmak ve diğer bazı konularda da işbirliği yapmak amacıyla, CHP ile AKP liderleri yeni bir istikşafi görüşmeye yelken açmışlardır.

Hortlatılan bu yeni ve nafile  istikşafi görüşmeler, Türk Milletine hayırlı ve uğurlu olsun! Bu yeni istikşafi görüşmeleri, AKP iktidarının, uslu ve uysal milletimize sunduğu  bir yılbaşı hediyesi olarak da değerlendirebilirsiniz.

Bu CHP, ne zaman akıllanacak ve gerçekleri görebilecek, bilemiyoruz doğrusu.

İnsan bir kez yanılır ve aldatılır.

Sayın KILIÇDAROĞLU gerçekleri göremiyor mu? İçinde başkanlık sisteminin de yer aldığı bir yeni Anayasa önerisiyle kapısını çalan emanetçi bir Başbakan'ın, kendi altını oyacak ve varlığına son verecek olan başkanlık sistemini öngören, şaka gibi ve samimi olmayan bir Anayasa önerisinin neyini görüşüp tartışacak? Merak ediyoruz.

KILIÇDAROĞLU diyor ki; önerdiğiniz başkanlık sisteminin içeriğini ve esaslarını hele bir görelim, gel istikşafi görüşmelere başlayalım.Nitekim istikşafi görüşmelere başladı da.

KILIÇDAROĞLU; artık, sonuç alamayacağını bildiği halde, seçmene karşı uzlaşmacı ve uslu çocuk rolü yaparak, bu ülkeye zaman kaybettirme ve sonunda da acı faturanın yine CHP'ye çıkartılmasına payanda olma huyundan vazgeçmelidir. KILIÇDAROĞLU; 7.Haziran seçimlerinden sonra başlatılan istikşafi görüşmelere, uzlaşmacı ve uslu çocuk görüntüsü vermek amacıyla sabır gösterdi de, kendisinin ve partisi CHP'nin eline ne geçti Allahınız aşkına?

KILIÇDAROĞLU; bu uzlaşmacı, sorun çıkarmayan uslu çocuk tutumu nedeniyle, hükümeti kuramayan, daha doğrusu kurmak istemeyen DAVUTOĞLU'dan sonra, ana muhalefet partisi lideri olarak hükümeti kurma görevinin kendisine verilmesi imkanını yok etti. Yenilenen 1.Kasım seçimlerinde de, bu uzlaşmacı ve uslu çocuk politikası, partisi CHP'ye hiçbir artı oy da getirmedi.

KILIÇDAROĞLU ve CHP'nin diğer yöneticileri de çok iyi bilmektedirler ki; 12 Eylül darbe anayasasını tümüyle değiştirip, sivil ve daha demokratik ve özgürlükçü yeni bir anayasa yapamamış olmak, demokrasi adına bir ayıp ise de; bugün için ülkemizin acilen yeni bir anayasa çıkarma sorunu yoktur.Ülkemizin sorunları, bu anayasadan kaynaklanmamaktadır.

Özyönetimi savunan Demirtaşa anayasanın 14. Maddesini gösterirken,aynı anayasanın partiler üstü ve tarafsız bir cumhurbaşkanı tanımını yapan ve emreden maddesini yok sayarak ihlal eden, ülkeye başkanlık sistemi dayatması yapan, parlamenter sistemi yok sayarak fiili bir başkanlık sistemi tesis ettiğini alenen ilan eden ve ülkeyi tek başına fiili bir başkan gibi yöneterek, anayasayı tanımayan, bir Tayyip Erdoğan sorunu vardır.

12 Eylül darbe anayasasını dahi uygulamayan ve bu millete çok gören, barışcıl toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak için bir araya gelen üç kişiye dahi tahammül edemeyerek polisi ve biber gazını insanların üzerine salan, darbe anayasasını dahi ihlal eden AKP iktidarının ve onun doğal lideri Tayyip Bey'in, gerçekten özgürlükçü ve demokrat yeni bir anayasa yapıp, bunu uygulamaya geçirme gibi, samimi bir niyetleri asla bulunmamaktadır.

Bize göre, darbe anayasası olduğu söylenen ve esasen çoğu maddesi de sonradan değiştirilen 1982 Anayasası tüm hükümleriyle harfiyen uygulansa, ülkemizde demokrasi ve özgürlük rüzgarları eser.

Anayasanın bazı hak ve özgürlükleri sınırlamasına rağmen, hükümet özgürlükleri daha da genişleten yeni yasalar çıkarabilir, anayasa buna engel gösterilemez. Yapılamayacak olan şey, çıkarılacak yasalarla, mevcut anayasanın öngördüğü özgürlüklerin sınırlandırılmasıdır.

Oynamayacak olan köçek, yerim dar dermiş, mevcut anayasa bize dar geliyorsa, anayasa değişmeden de yasalarla hak ve özgürlükler genişletilebilir, yeterki siz samimi olunuz.

AKP'nin; yeni anayasa önerisinde yer alan hak ve özgürlüklerin genişletilmesi isteği tamamen yalandır, asıl amaç, Tayip Bey'in takıntı haline getirdiği başkanlık sistemini kurarak,yasama,yürütme ve yargı yetkilerini Tayyip Bey'in elinde toplayarak, darbe anayasasında yer alan özgürlükleri dahi ortadan kaldırmaktır.

AKP iktidarı; gerçekten, samimi olarak  özgürlük ve mevcut özgürlüklerin daha da genişletilmesini istiyorsa, kendi meclis çoğunluğuna dayanarak,12 Eylül darbe döneminde çıkarılan, seçim, siyasi partiler,Sendikalar, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü, YÖK ve benzeri yasaları değiştirebilir, demokrasinin genlerini bozan, içinde bulunduğumuz sorunların gerçek nedeni olan  %10 seçim barajını kaldırabilir,bunları yapsınlar hep birlikte görelim ve samimiyetlerine inanalım.Yapamazlar, fıtratlarında insan hak ve özgürlükleri yok.%10 seçim barajını kaldırın denildiğinde, topu taca atarak, %10 seçim barajını biz getirmedik kucağımızda bulduk diyorlar. %10 seçim barajını darbe yönetimi getirdi diyerek, bu barajın kaldırılması için de, yeni bir darbe yapılarak gelecek olan darbe yönetiminin bu barajı kaldırmasını mı bekleyeceğiz?Darbe yönetimlerinin getirdiği %10 seçim barajı ve benzeri yasakların kaldırılması, demokratik yönetimlerin görev ve sorumluluğudur.

Bu itibarla,yasakların savunucusu olan AKP iktidarının, başkanlık sistemi içeren yeni bir anayasa değişikliği teklifi üzerinden, istikşafi dahi olsa, AKP ile görüşme masasına oturmak, CHP'nin ve ülkemizin geleceği için hayırlı bir sonuç doğurmayacaktır.

2015 yılının bu son yazısını bitirirken, değerli dostlarımızın, okurlarımızın ve tüm halkımızın yeni yılını kutluyor, çok zorlu geçeceği gün gibi aşikar olan yeni yılda, tüm zorluklarına rağmen;sağlık,mutluluk, sabır ve dayanma gücü diliyoruz.

31/12/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Muharrem İnce, HDP ve MHP Konusunda Haklı mı?
CHP Milletvekili Muharrem İnce, Yalova il kongresinde önemli bir iddiada bulundu; İnce, “Emin olun ki hemen önümüzde seçimler var. Referandum var. Referandum olmazsa erken seçim var. AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, HDP ya da MHP'yi baraja takmak için elinden geleni yapacak” diye konuştu.
Bu konuyu daha önce yazacaktım. Araya CHP yazıları girince erteledim. Muharrem İnce’nin, benden önce dile getirmesi üzerine, artık fikrin bir sahibi olunca da konuyu yazmak istemedim. Ancak yine de, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP’nin, erken seçim ve referandum hedeflerine ilişkin bazı değerlendirmelerimi aktarmakta yarar görüyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlık sistemini getirmek için nasıl çabaladığını herkes görüyor. Bunun iki yolu var; Erken seçime gidilerek AKP’nin 330 milletvekili kazanması sonucu referandumun yolunu açmak. Referandum seçeneğine seçim olmadan, diğer partilerden bazı milletvekillerinden alacağı destekle de gidebilir. Bu seçenek zor görünüyor. İkinci yol ise erken seçimde AKP’nin 367 milletvekili kazanması sonucunda yeni bir anayasa yapmanın önünü açmak.
Bana göre de, AKP Türkiye’yi erken seçime götürecek. Güneydoğu’daki çatışmalar yeniden şiddetlendiğinde, bu sürecin AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yarayacağını görmüştüm. Çünkü AKP iktidarının karşısında onun politikalarına büyük katkı sağlayan Kürtçü PKK ve HDP var.
Hatırlayın, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin grup toplantısında, Recep Tayyip Erdoğan’a, “Seni Başkan Yapmayacağız” diye seslenmişti. Bu sözlerin aslında, Erdoğan’ı Başkan yapacağız” anlamına geldiğini yazıp söylediğimde, tuhaf tepkiler almıştım. AKP’nin ‘Operasyon’, PKK-HDP’nin de ‘Hendek Siyaseti’, yazdıklarımın doğruluğunu göstermeye başladı.
PKK-HDP ikilisinin hendek siyasetine, AKP’nin fırsatını beklediği operasyon siyaseti ile karşılık vereceği belliydi. Bu çatışma ve karışıklık ortamından en büyük zararı ise sivil halkın göreceği de biliniyordu. Güneydoğu’da halk, günlük hayatı zehir eden bu ortamda yiyecek, içecek, ilaç, itfaiye, ambulans, tedavi, eğitim kısacası hizmet alamayacağı, yaşayamayacağı için bölgeden ayrılmak zorunda kaldı. Kalanlar ise perişan oldu.
Kürtçüler, bunlar yetmezmiş gibi okulları yakarak, çatışmayı camilere çekerek, dini mekânların yanmasına yol açarak, halkın üzerine ateş açarak, Kürt seçmen arasında kendilerine yönelik tepkinin büyüdüğünü bile bile Hendek siyasetinde ısrar ediyor. Bunlarla da yetinmeyip, bir de Özerklik İlanını gündeme getirerek, AKP’nin ekmeğine ballı tereyağı sürdü. Tüm bu yaptıklarıyla AKP’den kopmuş Kürt seçmenin bir bölümünü daha tekrar bu partiye doğru adeta zorla itiyor.
HDP’nin oy oranından 1,5-2 puan yitirmesi baraj altına inmesi demektir. Bu durumda AKP, HDP’nin kaybedeceği milletvekillerinin önemli bir bölümünü alarak, anayasal çoğunluk olan 367’yi bulma şansını yakalayacaktır.
Hendek ve Operasyon siyasetlerinin AKP’ye bir başka getirisi, milliyetçi oyların bu partiye akmasına yol açacak olmasıdır. Daha önce “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almakla” övünen AKP’nin, iş seçim kazanmak ve başkanlık sistemine ulaşmak olunca en keskin milliyetçi rolünü oynadığını Operasyon siyaseti ile gördük.
Operasyonların büyüklüğü, öldürülen terörist sayısının fazlalığı, şehit cenazeleri, okulların ve camilerin yakılması, kamu binalarının hedef alınması, ilçelerin yakılıp yıkılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Davutoğlu’nun ve AKP yöneticilerinin milliyetçi kesimlere özellikle MHP tabanına oynamasını sağlayan malzemeyi bolca vermektedir. PKK-HDP ikilisinin sunduğu bu malzemeleri iyi kullanan AKP, erken seçimde, MHP’den önemli miktarda oy akışının olacağını görüyor. Sürecin, erken seçimde MHP’yi baraj altına itecek yönde ilerleyebileceğini, bu partinin kaybedeceği milletvekillerinin kendisine geleceğini, böylelikle referandum ya da anayasa değişikliği sayılarına ulaşabileceğini de biliyor.
Kısacası erken seçimi hedefleyen AKP, Hendek ve Operasyon siyaseti sürdükçe, HDP ya da MHP’den birini baraj altına iterek, bu partilerin kaybedeceği milletvekilliklerini alıp, referandum ya da anayasal değişikliği sağlayacak sayılarından birine ulaşmanın derdinde. Kürtçü cephe HDP-PKK ise AKP ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işini kolaylaştırmak, başkanlık sistemini Türkiye’ye getirmek için Hendek siyasetinde, Özerklik talebinde ısrar ediyor.
Sonuç olarak Erdoğan’a, “Seni Başkan Yapmayacağız” diyenlerin aslında “Seni Başkan Yapacağız” dediği ortaya çıkmıştır. Çünkü HDP ve PKK, Erdoğan’ın Başkan olmasının, ilk 4 maddesi değiştirilmiş yeni bir anayasa anlamına geldiğini biliyorlar. AKP ve HDP’nin birlikte yapmak için çok mücadele ettikleri yeni anayasanın, Türkiye’de eyalet sistemine geçiş olduğunu biliyorlar. Bu sistemin ise Eyalet Meclisi, halkın seçeceği Eyalet Valisi, eğitimi ile güvenliği ile kısacası her alanda eyaletin kendini yönetmesi demek olduğunu da çok iyi biliyorlar. PKK-HDP işte bu süreci Hendek Siyaseti ile hızlandırıyor. Eyalet olduktan sonra parti baraj altında kalsa ne yazar düşüncesindeler. Ayrıca özerklikle ya da eyalet sistemiyle ilgili birçok unsur zaten AKP ve HDP’nin parti programlarında yazmıyor mu? Bundan önceki birçok yazımda da, Abdullah Öcalan’ın, “Sayın Erdoğan’ı Başkan görmek isteriz” sözlerini de hatırlatmadım mı?
AKP’nin hedeflediği seçiminden zaferle çıkmasını sağlayacak olan Hendek ve Operasyon siyasetlerine bir de, seçmeni etkilemeye başladığı açıkça görülen asgari ücretin 1300 TL olması başta bulunmak üzere, 1 Kasım vaatlerinin yerine getirilmesi ile uçağını düşürerek Rusya’ya kafa tutan kahraman havasını eklerseniz, erken seçim kurnazlığı daha iyi görülecektir.
Birinin Başkanlık, diğerinin ise Özerklik alacağı bu oyunun kurbanları ise şehit düşen yoksul Anadolu çocukları ile sokağa dahi çıkamayan, çıksa da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan yoksul Kürt kardeşlerimiz ve de yurdumun heba olan kaynaklarıdır.
Güneydoğu’daki yeni çatışma sürecinin nedenlerine, Barzani’nin doğalgazını taşıyacak boru hattının geçeceği bölgenin denetimi ve güvenliği kavgası da eklendi. Bu konuyu, beklediğim birkaç belgeye ulaşınca ayrıca yazacağım.
Yeni yılda her şey gönlünüze göre olsun…

Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Sular yukarı yükselirken yağan yağmurdan şikayet etmek
Vereceğimiz örnek biraz mevsimsiz ama anlatacağımız konu için tam da zamanı…
Siz hiç yağmurda denize girdiniz mi?
Yani boğazınıza kadar suda iken tepenize yağmurun yağdığı bir sahne düşünün…
İşte böyle bir durumda yağmurun sizi ıslatmasından şikayet etmenin anlamı olabilir mi?
Etmezsiniz, çünkü zaten suyun içindesinizdir.
Yine de “ıslanmak istemiyorum” mu diyorsunuz?
O zaman önce denizden çıkmanız gerekir.
*
Yine bir yılın başındayız.
Yılbaşılar iyidir hoştur da, en tatsız görülen tarafı yeni yılla birlikte gelen “zam”lardır değil mi?
Bu işte başı devlet çeker. Bazı vergilere zam, harçlara zam, kimi hizmetlere zam falan…
Eğer tutturabileceğine inanıyorsa ardından “piyasa” gelir; “yeni yılda, yeni fiyat listeleri”…
Yeni yılın getirdiği “artı”lar bu zamları göz ardı ettirecek kadar sevindirici gibiyse hadi neyse diyelim ama, özellikle dar gelirliler; dul, emekli, sözde işli, işsiz, memur, öğrenci yönünden düşündüğümüzde “yeni yıl”ın daha çok yeni zamların habercisi olduğu duygusu yaşatır bir kesime.
Öyle midir gerçekte?
Her “yeni yıl” bir zam bahanesi midir?
Bu “furya”dan kurtuluş yok mudur?
Bunlardan korunmak için zamlara karşı mı çıkmalı, yoksa yılbaşılara mı küsmeli?
Ya da bunlar bir “sonuç” da, asıl “olumsuzluğu” bir başka yerde aramak mı gerekir?
*
İster devlet, isterse özel sektör için düşünün; bu günün koşullarında yapılan zamların çoğunun nedeni “daha fazla kazanmak”tan çok “mevcut durumu koruyabilmek”, “geriye düşmemek”tir.
Neden böyle?
Neden geriye düşmemek için de “daha fazla kazanmak” için değil?
Aslında bal gibi isteseler de; “milli ekonomi geri giderken” bu gün devletin de özel sektörün de dar gelirlinin üzerine daha fazla “yüklenme” ve buradan bir şeyler kazanma gibi beklentileri olamaz.
Sebebi ortada:
Bunu devlet adına yapabilecek olan “hükümetler” yapmak istemezler.
Düşünsenize, geçtiğimiz seçimlerde bütün kampanyalar “sana biz daha fazla vereceğiz” şeklinde değil miydi?
Dar gelirlinin sıkıntısı bu gün had safhadadır. Bu gün geniş kitleler devletten üste bir şeyler beklerken “devletin dar gelirlilerden” biraz daha pay kapmak istemesi –en azından- bu günün siyasetine çok uygun düşmez.
“Neme lazım” derler, o “yanlış siyaset iktidar kaybettirir”.
Özel sektör yapamaz.
“Piyasa meselesi.
Tekel durumunda olmadıkça, rakipler çok, piyasa giderek daralırken fiyat yükseltmek müşteri ve dolayısıyla para kaybetmek demektir.
Çünkü gelirlerin artmadığı, talebin sınırlı olduğu bir piyasada fiyat arttırmak demek, “parası olan alsın, kimse almazsa elde kalsın” demektir.
Kalınca da “çark” dönemez.
“O zaman nedir bu artışların nedeni” diyeceksiniz değil mi?
Fiyat artışlarının çoğu aslında gerçek/reel değil, “zahiri” ya da “nominal”dir.
Bunun Türkçesi, “rakamsal”dır.
O “arttı” dediğimiz vergilerin, harçların, fiyatların -hepsi demeyelim ama- pek çoğu belki karşıdan “artış” gibi görünür fakat arttıranların cebine fazladan bir şeyler girmez gerçekte.
Olayı bu açıdan düşündünüz mü hiç?
İsterseniz bir esnafla konuşun; size artan kendi maliyetlerini, kiralarını, hammaddesini, malzemesini, göze görünmeyen ıvır zıvırını falan sayıp döksün.
*
Biz de anlatalım bu arada:
Ekonomide biri “reel” diğeri “nominal/rakamsal” gelişen iki değişken vardır.
Bunlar, “para” denen değişim aracının cilveleri dolayısıyla kimi zaman birbirlerinden oldukça ayrı hareket ederler.
Çok “kaba” bir örnek verelim:
-Bir işçi 8 saat çalışıp bir kilo et alırken bir süre sonra iki kilo et alabilir hale gelebiliyorsa, onun reel/gerçek geliri ikiye katlandı demektir.
-Aynı işçi 8 saat çalışıp kazandığı 50 lira karşılığı bir kilo et alabilirken, yevmiyesi 70 liraya çıktığında, fiyatı 70 liraya çıkan etten yine bir kilo alabiliyorsa, geliri “sözde” yüzde 40 artmış ama aslında ücreti yerinde saymıştır. Alım gücü değişmemiştir.
-O işçinin yevmiyesi 50’den 70’e çıkarken etin fiyatı 70’den 77 liraya çıkmışsa, “geliri” rakamsal olarak yüzde 40 artmış(!) ama gerçekte yüzde 10 eksilmiştir.
Bu günkü ekonomide, “dönem başı” olmasından dolayı hemen her yılbaşında gelen zamlar (!) çoğu zaman, gerçek/reel olarak bir artış değil, “parasal/nominal” fiyat ayarlamalarıdır demiştik.
Dolayısıyla “arttıranların” cebine fazladan bir şey girmez ama onun cebine girmeyen, sizin satınalma gücünüzü azaltır, bütçenizi sarsar.
Neden mi?
Çünkü vergiler, harçlar, fiyatlar… ekonomideki reel değerlerini koruyabilmek için her yıl enflasyon ölçüsünde yükseltilirken sizin ücretiniz aynı ölçüde yükseltilmemiş, kazancınız enflasyon kadar bile artmamışsa tabii ki sizin bütçeniz sarsılacaktır.
*
Enflasyon, parasal/rakamsal değerleri “piyasada” kendiliğinden yükseltir. Devlette ise “kanunla, kararnameyle” yükselir. Ama bu arada ücret ve gelirlerin aynı oranda yükselememesi, o ücret ve gelir sahiplerinin aradaki fark kadar “kaybı” demektir.
Enflasyon yükselirken ücret ve gelirlerinde “göz göre göre” kayba uğramakta olanların, öncelikle buradaki kayıplarını farkedip, buna kitlesel olarak karşı çıkmak yerine, sadece bir kısım mal ve hizmetin fiyatlarındaki “ayarlama”ya bireysel tepki göstermeleri, hayatlarına “toptan gelen” zammın nedenini burada aramaları, asıl kayıplarının kaynağını görmezden gelmek değil midir?
Sanılır ki dar gelirliyi “zam yağmuru” ıslatır.
Hayır, dar gelirli aslında enflasyon denizindeki çaresizliğinden suyun içindedir. O denizin suları boğazına kadar yükselmiştir de; ya toplanıp siyaseten bir şey yapamaz, ya pek farkında değildir, gider, itiraz ediyorum diye yağmuruna takılır.
Sözüm ona, birileri dar gelirliyi “enflasyon canavarından” koruyacaktır ya…
O enflasyon hesaplarının; pin-pon topu, gofret, baharat, ay çekirdeği, bebek çorabı, aspiratör, telefon tamiri, parfümler, mendil gibi “ihtiyaç”ların(!) da hesaba katılarak yapılması; dar gelirlinin yani ortalama insanın gerçek enflasyonunu, karnını doyurma mücadelesinde ne kadar geriye düştüğünü doğru ölçmez.
Bunun içindir ki, Merkez Bankası ve kimi kuruluşlar “hayatın ne kadar pahalılandığını” ve “ekonominin ne tarafa doğru gittiğini” kendi açılarından daha doğru ölçebilmek için “Çekirdek enflasyon” diye adlandırdıkları başka bir enflasyon hesabı yaparlar.
O “çekirdek enflasyon” hesabında da asla “pinpon topu”, “ay çekirdeği” gibi ihtiyaç maddeleri(!) hesaba katılmaz.
Şu durum gözlerden hiç kaçmasın:
-Satın alma gücünü düşüren şey, geçim sıkıntısını arttıran olay; “enflasyondan kaynaklanan zamlar” değil, ücret ve gelirlerin enflasyon kadar artamıyor olmasıdır. Bu genel ekonominin yönetilmesindeki tercih ve yanlışlardan kaynaklanmaktadır. Çözümü politiktir.
-Yılbaşı zamlarını ürkerek karşılayanların gerçek enflasyonu; etin, ekmeğin, ilacın, kira artışının, yani “öncelikli” ihtiyaçların fiyatlarındaki enflasyondur. Buna endekslenmeyen her “artış” göstermeliktir, geriye gidişi saklar.
Enflasyon denizinde suların seviyesi giderek boyu aşarken yağmura takılmayın.
Sıkılıyorsanız, bunun nedeni ücretinizin ya da gelirinizin gerçekte neden gerilemekte olduğunu, bu gerilemenin hangi politikalardan kaynaklandığını çözmeye çalışarak arayın.

 Bülent Soylan

CHP kongresinin düşündürdükleri - Tayfun Talipoğlu
CHP İl ve İlçe kongrelerinde, genel olarak statüko kaybetti diyebiliriz. Her ne kadar "kongre salonlarında görmek istemediğimiz hareketler" yaşansa da bunları "icazetle politika" yapma alışkanlığındaki bir kesimin kaybedince çamurlaşmaları olarak yorumlayabiliriz.

Pazar günü sonuçlanan İstanbul İl Kongresi’ nde kavga gürültü çıkmaması sevindiriciydi. Çünkü İzmir ve ardından Antalya İl Kongreleri’nin ağız dalaşını aşarak yumruklaşmalara sahne olması ister istemez bir beklenti yaratmıştı ama beklenen olmadı. Son derece centilmence bir yarış yaşandı ve yarışın galibi Cemal Canpolat oldu.

Canpolat ve ekibinin başarısı sıradan bir kongre sonucu değildir. Çünkü Canpolat, tabanın uzun süredir beklediği "sol" söylemlerle başladı bu yarışa ve konuşmasında da üstüne basa basa "sol" dedi.

Merkeze kaymakla suçlanan ve kaydıkları oranda oy artışı konusunda bir fayda sağlamayan Genel Merkez’e tabanın bir mesajı gibi geldi bu sonuç bana.

Son geceye kadar adaylık için yeterli imzayı toplayan 3 aday olduğu biliniyordu. Ancak kongre başlar başlamaz Necdet Saraç'ın yaşananları ve ortamı "kirli" bulduğunu belirterek
adaylıktan çekilmesi dengeleri değiştirdi. Saraç'la birlikte hareket eden ilçe başkanları ve belediye başkanları yeni pazarlıklara başladılar. Bu gelişme de ister istemez önceden verilen sözlerin yerine getirilmesini güçleştirdi. Yarışta kalan Gökan Zeybek ve Cemal Canpolat'a zor anlar yaşattı. Her iki cephede de küskünlükler yaşandı. Ancak sonuca bakarak Saraç'a gidecek oyların büyük bölümü Canpolat' a gitti diyebiliriz.
Kongrede ilginç bir gelişme de genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu' nun hiçbir ismi işaret etmediğini bildirdiği halde bazı genel merkez yöneticilerinin "Biz konuştuk Genel Başkan Gökan Zeybek'i işaret etti" şeklindeki propagandalarının Canpolat'ın galibiyeti ile Genel Merkezi yendiği izlenimi yaratması oldu. Yani Cemal Canpolat'ın başarısı, Genel Başkan ile bazı yöneticilerin arasını bozacak gibi duruyor.
Baykal Adı Kaybetmek İçin Yeterli

Öte yandan anlatılması gereken bir gelişme de önce Cemal Canpolat'ın yanında yer almaya niyetli Mehmet Sevingen'in, Deniz Baykal'ın telefonda "Sen Antalya’da bizi yenen adamın listesine nasıl destek olursun?" uyarısı ile Gökan Zeybek'in listesinde yer almasıydı. Ancak aday listeleri okunurken var olan Sevingen'in listeler matbaaya giderken çıkarılması ise akıl almaz kulisler döndüğünün işaretiydi. Sevingen, bağırıp çağırmadı; göstere göstere oyunu Cemal Canpolat'ın sarı listesine verdi ve salonu terk etti.
Baykal'ın, Zeybek'i desteklediğinin öğrenilmesi ise Zeybek'e ikinci bir darbeydi.

Beni salonda en çok üzen konu sosyal demokrat bir partide, adayların mezhepleri üzerinden kulisler yapılmasıydı.
Şunu belirtmeli ki, sadece İstanbul değil,  birçok yerde "Aleviler partiyi ele geçiriyor" gibi konuşmalar yapılmıyor değil. Bu konuyu açmak bile ayıp gibi geliyor bana ama kapalı kapılar arkasında konuşulanlara daha  açık yanıt vermek de gerekiyor.
CHP’de Sünni kökenli birçok ilçe başkanı, il başkanı ve yönetici geldi geçti. Hatta uzun yıllar o koltukları işgal ettiler ve hiçbir zaman "Sünniler partiyi ele mi geçiriyor?" diye gizli ya da açık bir söylemleri olmadı.
Ayıptır beyler!
CHP laikliğin güvencesi bir partidir ve öyle kalacaktır.
Mezhep üzerinden politika yapacak olan varsa böyle bir parti uzakta değil. AKP davet ediyor sizi.

Tayfun Talipoğlu/abcgazetesi

Demirtaş'a Yapılan Yargısız İnfaz - Güner Yiğitbaşı
Siyaset işte böyledir,kimseye yar olmaz.

Her siyasetçi, er veya geç, şu veya bu şekilde, siyaset yapmanın zararını birgün mutlaka tadacaktır.

Aynen her faninin ölümü tadacağı gibi.

Yazılarımla siyaset yaptığımı, siyaset yapmayı sevdiğimi gören yakınlarım ve dostlarım, niçin aktif siyasete atılmadığımı hep sorarlar. Ben de; siyaset bana göre değil, yüzüne güldüğün kişilerin arkasından konuşmazsan, dürüst olursan, siyaseti kendi şahsi menfaatlerin için değil de topluma hizmet için yaparsan, siyasete dini karıştırmazsan, bizim ülkemizde siyasette başarılı olamazsın, seni siyasette yetersiz görürler ve bir yerlere getirmezler, körelir kalırsın diyerek cevaplarım ve bu nedenlerle de, aktif siyaset yapmak aklımın ucundan dahi geçmez.

Yine yakınlarım ve dostlarım bu cevabımdan sonra, iyi ya, sen dürüst,topluma faydalı olmak için ilkeli bir siyaset yapacaksan siyasete gir ki, siyaset kötü siyasetçilerin elinde kalmasın derler, ben de yine derim ki; bir ekonomi kuralı vardır, kötü para iyi parayı kovar, bizim ülkemizde de, iyilerini tenzih ederim, sayıları azımsanamayacak kadar fazla olan kötü siyasetçiler, iyi siyasetçileri kovar, iyisi mi ben hiç siyaste bulaşmayayım.

Siyaset hakkındaki bu olumsuz düşüncelerimizi şuna bağlamak istiyoruz. HDP Eş Başkanı DEMİRTAŞ'ın düştüğü durum da, kötü siyasetin bir sonucudur.

Burada DEMİRTAŞ'ı savunuyor ve de savunacak değiliz.

Kürt sorunu diye bir sorunun olduğunu kabul eden, analar ağlamasın aldatmacasıyla açılım ve çözüm süreçleri  ilan eden ve PKK ile masaya oturan, PKK'nın İmralıdaki doğal liderini muhatap alarak onun ağzının içine bakan, ondan medet uman, ona heyetler gönderen, seçim kazanmak ve seçim dönemlerinde şehit cenazelerinin gelmemesi için, silahlı kuvvetleri ve emniyet güçlerini pasifize eden, tüm istihbarat raporlarına ve PKK'nın yerleşim merkezlerini silah ve cephanelerle donattığını, hendekler kazıp barikatlar kurduklarını bilmelerine rağmen, kısa vadeli ve kısır siyasi menfaatleri için, PKK'nın bu iç savaş hazırlıklarına göz yuman ve sesini çıkarmayan,  HDP dışındaki AKP iktidarı mensupları ile yandaşlarnın, ülkemizin bu noktaya gelmesinde hiç mi sorumlulukları yoktur?

AKP iktidarı, Kürt sorunu var diyor ve bu sorunu çözmek için çözüm süreci ilan ediyor ama, çözmeye çalıştığı bu Kürt sorunu nedir, Kürt sorunundan neyi anlıyor, hep yan çiziyor ve kaçamak güreşiyor. AKP iltidarı, günümüze kadar Kürt sorununun içeriğini hiç açıklamadı, bu sürecin sonunda, çözüm olarak ne tavizler verilecek, neler yapılırsa ve verilirse bu surun çözülmüş olacak, Kürtler ne istiyor? Bizim dilimizde tüy bitti, sürekli yazdık ve sorduk ama, maalesef açık ve net bir cevap alamadık.

AKP iktidarının, Kürt sorununun varlığını kabul ederek, gizlice masaya oturduğu PKK'nın amacı belli, bunun gizli kapaklı bir yanı yok. PKK lideri ÖCALAN'ın, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alarak hükümlü hale getirildiği Mahkeme Kararı ortada duruyor.PKK'nın ne istediği ve TCK da yer alan  hangi suçu işlediği, bu mahkeme kararında ve PKK militanlarını yargılayan diğer mahkemelerin kararlarında açıkça yazılı.

PKK ve onun uzantısı olan HDP toprak istiyor, özerklik istiyor, en nihayetinde de bağımsızlık istiyor.Mahkeme kararlarıyla tescilli tüm bu isteklere rağmen, PKK ile masaya oturduğunuza göre, bu isteklere yabancı olmadığınızı, bu isteklerin sizin için sürpriz olmadığını, bu istekleri önceden bildiğinizi ve buna rağmen, bu istekleri tartışılır ve müzakere edilir bulduğunuzu ve müzakere masasına oturduğunuzu kabul etmeniz gerekiyor.

Biz şunu da çok yazdık; boyunuzdan büyük işler yapmayın, masaya oturarak PKK ve yandaşlarına umut aşılamayın, bu işler boyunuzu aşar, onların istediklerini veremezsiniz, sonunda PKK ve yandaşları kandırıldıklarını, oyalandırıldıklarını anlayarak, hayal kırıklığı içine girerlerse, daha büyük olaylar olur diyeek, sizleri hep uyardık. Korktuğumuz başımıza geldi.

Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, asla desteklemememize, onaylamamamıza rağmen, gecikerek de olsa, ağzındaki baklayı çıkararak,halkımızı daha uzun süre kandırmadan, cezai sorumluluklarına katlanarak, mertçe gerçek amaçlarını açıkça beyan eden DEMİRTAŞ'ı suçlayarak,yargısız infaz yapıyorsunuz.Sil baştan doksanlı yıllara geri dönüyorsunuz.

Bize göre DEMİRTAŞ, tüm siyasi ve cezai sorumluluklarını göze alarak, herkesin malumu olan acı gerçeği, en yetkili ağız olarak, Türk kamuoyuna açıklamıştır. DEMİRTAŞ'ın, mertçe açıkladığı bu acı gerçek, bilinmeyen, sürpriz bir beyan ve açıklama değildir,ABD ve AB ülkelerinin kurmak istedikleri Kürdistan ve  Büyük Ortadoğu Projesini, sağır sultan dahi bilmekte olup, AKP iktidarı yetkililerinin; DEMİRTAŞ'ın, malumun ilanı olan açıklamasının arkasına sığınarak, yaygara ve yargısız infaz yapmaya hakları ve yüzleri yoktur.

Ortada bir suç ve suçlu varsa, ilan ettikleri çözüm süreci ve kötü yönetimleri sebebiyle, Güneydoğu Bölgemizi bugünkü duruma getiren AKP iktidarı da bu suçun ortağı konumundadır.

Tüm halkımızın yeni yılını kutluyor, 2016'nın, bizim için çok kötü bir yıl olan  2015'i dahi aratmamasını gönülden diliyorum.

28/12/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Rehber Necip Fazıl’sa, akıbet meçhul! - Nuray Mert
Doksanlı yıllardan itibaren, mevcut Cumhuriyet rejiminin demokratikleşmesi yönünde umutlar dolaşıma girdi, ama varılan yer milliyetçi-devletçi bir ters tepme olan REFAHYOL hükümeti ve ardından laikçi ters tepme olan 28 Şubat postmodern darbesi oldu. İkinci umut dalgası 2002’de AK Parti’nin açtığı statüko karşıtı alanın demokrasi dinamiğine dönüşmesi imkânı etrafında şekillendi. Ama bu kez de varılan yer, muhafazkâr-otoriter ters tepme oldu. Bu durumun nedeni şüphesiz, tesadüf veya talihsizlik değil, siyasi aktörler bir yana, toplumsal aktörlerin ve en başta “büyük burjuvazi” gibi güçlü aktörlerin, “demokrasi ufku ve talebi”nin gerçekte düşük olması. Bu durum, düşünsel dar görüşlülük bir yana, çıkar ve güç hesaplarının fazlasıyla kısa vadeli olması, uzun vadeli kurumsal- hukuksal zemin arayışından ziyade, kişisel çıkar ve ayrıcalık arayışı ile belirlenmesi şeklinde tezahür ediyor. Oysa, Türkiye’nin demokratikleşmesi, doksanlı yıllara gelindiğinde, artık varoluşsal bir mesele olmuştu, yani bu ülkenin yola devam edebilmesi için tek şansı idi, aksi halde derin kırılmalar yaşanacaktı, maalesef şu anda yaşanan budur.
Rejim inşası
Sonuçta, laik-muhafazakâr gerilim hattı da, Kürt-Türk hattı da demokratik yollardan esnemek yerine, derinlemesine kırıldı. “Yeni Türkiye” denilen, bu kırılma üzerine kurulmaya çalışılan “dinsel”-milliyetçiotoriter rejimin adıdır. Sonuçta, Türkiye’nin sorunlarını demokratikleşme ile aşması umut olabilecekken, geldiğimiz yer, rövanşist bir tepkisellik rejimidir. Anılmaya doyulamayan ve birkaç gün önce, adına düzenlenen ödülleri Cumhurbaşkanı’nın verdiği Necip Fazıl Kısakürek’in bu yeni rejimin düşünce babalarından biri olduğunu hatırladıkça veya hatırlatıldıkça nasıl bir rejimin inşası içinde olduğumuz daha iyi anlaşılabilir. Her şeyden önce, iyi bir şair de olsa, Necip Fazıl bir düşünür falan değil, düpedüz faşizan görüşlere sahip bir sağ propagandisttir. Öyle olduğu için, diğer pek çok görüşü gibi, İslam dini üzerine görüşleri de felsefi derinlikten yoksun, sığ ideolojikleştirme çabalarından ibarettir. Maalesef, siyasi ve dinsel düşünce dünyaları çerçevesinde, “Komünizmle Mücadele devri”nin tipik bir ürünü olmaktan öte değer taşımayan sığ ve faşizan dünyası, Türkiye’de sağ siyaset çevrelerinde fazlasıyla karşılık bulmuştur. Yeni Türkiye’nin liderleri ve takipçileri tarafından her vesile ile övülen görüşleri bir toplumun ufkunu belirliyorsa, o toplumun gidişi sadece felakete doğru olur.
Çekilecek çile çok
Yeni Türkiye’nin lider ve diğer kadrolarının, altmışlı yılların imam hatip öğrenciliği esnasında duygularına hitap eden ama biraz irdelendiğinde, sadece siyasal ilke olarak değil, düşünsel derinlik itibarıyla çoktan geride bırakılması gereken bir ismi kurucu düşünür mertebesine yükseltmesi, sadece daha çekecek çok çilemiz olduğunun habercisi olabilir.
Not. Geçen hafta başında, kaza ile yolda düşüp sağ ayağımı bilek hizasında kırdığım için, söz verdiğim ve katılmayı arzuladığım hiçbir toplantı veya etkinliğe katılamayacağım. Herkesten özür diliyorum, bu arada, daha anlamlı olsun diye 1 Ocak’ta sıra aldığım Can ve Erdem’in özgürlük nöbetini tutamayacağım, uzaktan selam ediyorum, umarım ben iyileştiğimde çoktan özgürlüklerine kavuşmuş olurlar. Herkese, her şeye rağmen iyi yıllar!


Nuray Mert/Cumhuriyet

Bu CHP örgütleri AKP’ye oy verenleri ikna edemez
Yazmamak için direniyorum, ama üyesi olduğum CHP’nin bu halini gördükçe, belki birkaç partiliyi daha etkilerim de, katkı sağlarım düşüncesiyle düşüncelerimi paylaşmaktan vazgeçemiyorum.
Genel Başkan’dan başlayarak, tanıdığım MYK ve PM üyelerine, milletvekillerine, belediye başkanlarına, il, ilçe örgüt başkanlarına, yöneticilerine ve üyelere, “Gerçek seçim çalışması seçimin hemen ertesi sabahı başlar” düşüncesini egemen kılalım diye dil döküyorum, hatta kimilerine de bunun için yalvarıyorum. Ama gel gör ki, parti içinde iktidar olmakla yetinelim düşüncesini hâkim kılanların kurduğu düzende bir delik bile açamıyorum.
CHP’nin 16-17 Ocak 2016’daki olağan kurultayı öncesi il ve ilçe kongreleri yapılıyor. Kimi kongrelerden gelen görüntüler, tartışmalar, sürtüşmeler, kavgalar, kongre öncesi kulisler, pazarlıklar, dedikodular CHP aleyhine yayın yapmak için her fırsatı değerlendiren iktidar yanlısı medyaya, tepe tepe kullanacakları malzemeleri bolca veriyor. Onlar da, bu fırsatı kaçırmıyor ve verilen malzemeleri, “Bu CHP’liler daha aralarında anlaşamıyorlar, ülkeyi nasıl yönetecekler?” algısını yaymakta kullanıyorlar.
Sorunsuz geçtiği sanılan kongrelerde bile adayların etrafında oluşmuş gruplar arasında sessiz çekişmeler yaşanıyor. Dişler sıkılıyor, pozisyonlar alınıyor, gruplaşmalar oluyor. Hangi kongrede ne oldu diye liste yapmanın gereği yok. Partiyi biraz yakından izleyen herkes durumu biliyor.
AKP iktidarının yerini sağlamlaştırarak ilerlediği, başkanlık sistemine doğru ülkeyi sürüklediği bir dönemde, CHP kongrelerinde, adayların ve destekçilerinin tüm enerjilerini birbirilerini yenmeye, bozmaya, yıpratmaya, harcamaya, hakaret etmeye ayırmasına söyleyecek söz bulamıyorum.
Altını çize çize partililerin bulunduğu her ortamda söylüyorum; “Seçim geleceğe ilişkindir. Halk ise umuda oy verir. Gelecekteki seçim için seçmenle herkesten önce ilişki kurmak, umuda oy vermelerini sağlamak demektir. Geçmişe ilişkin eleştirilerle, sert protest söylemlerle, sürekli isyankâr görüntüsü sergilemekle başarı gelmez.”
Bu nedenle de, “Gerçek seçim çalışması seçimin hemen ertesi sabahı gelecekteki seçim için başlar” cümlesi temel öğretidir.
Ben bunları söylemesine söylüyorum, ama CHP’nin genelinde ise bu öğreti, “Gerçek seçim çalışması kongrelerin, kurultayların hemen ertesi günü gelecekteki kongreler ve kurultaylar için başlar” olarak hayata geçiriliyor. Kongre ya da kurultay biter bitmez, CHP’li CHP’liden il, ilçe başkanlığı, yönetim kurulu üyeliği, delegelik, belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği, milletvekilliği, parti meclisi üyeliği gibi koltukları kapmak için bir sonra ki kongre ya da kurultay için çalışmaya başlıyor.
CHP, halkı az severek, halkın kendisini çok sevmesini bekleyen parti görüntüsündedir. Biliyorum ki yazıyı okuyanlardan bazıları, hemen açığımı bulmuşçasına, “Sen bize nasıl halkı az sevdiğimizi söylersin” diye köpürecektir.
CHP’nin halkı az sevmesi, aslında az çalışmak demektir. Az çalışan örgütler, halkın sadece CHP’li kesimlerine ulaşıp diğer bölümü ile ilişki kuramadığı, bunlar yobaz, gerici yanımıza çekemeyiz bahanesinin arkasında tembellik yaptıkları için, halk CHP hakkında ona oy vermeye ikna olabilecek kadar bilgi sahibi değildir. Halkın CHP’yi çok sevmesi, örgütlerin çok çalışması sayesinde onu daha yakından tanıması ile olacaktır.
Uzun lafın kısası, CHP sırtında kambur gibi duran, parti içinde iktidar olmaya odaklı hastalıklı örgüt yapısını söküp atmadıkça yüzde 25’i bile göremez. Bu nedenle ilk etapta oy oranını artıracak, ikinci etapta birinci parti olmasını sağlayacak, son etapta ise tek başına iktidara getirecek “YENİ ÖRGÜT VE YENİ ÇALIŞMA MODELİ” projesi mutlaka uygulanmalıdır.
Ama adım gibi biliyorum ki, hiç hak etmedikleri halde partinin verdiği makam mevkilerinde oturanları rahatsız edecek bu projemin hayata geçirilmesine fırsat tanınmayacaktır.
CHP’nin mevcut örgüt ve üye yapısından, “Çalışayım da partim iktidar olsun, makamım, mevkiim, koltuğum olmasın önemli değil” diyebilen partilileri çıkartabilmek hayaldir, hayal.

   
Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Necip Fazıl Kısakürek Ve Başyüce Hazretleri
Necip Fazıl Kısakürek, Başyüce R.T. Erdoğan’ın şeyhidir. Kurmak istediği rejim Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında anlattığı faşist diktatörlük rejimidir. Bu rejimde seçim ve meclis (parlamento) yoktur: kimler tarafından seçildiği belli olmayan bir Yüceler Meclisi vardır. Başyüceyi bu meclis seçer. Başyüce’nin kararkarı yasa değerindedir. Aslında Hitler’in “Kavgam”ı se ise Necip Fazıl”ın “İdeolocya Örgüsü” de öyle bir şey.

 Başyüce, pîrini bir aziz, bir yalvaç düzeyine çıkartıyor ama onun önderi her bakımdan kalp para ile bile beş para etmez biridir.
Genç Cumhuriyet’in okuyup adam olsun diye 1924 yılında  Pariss’e gönderdiği; aldığı bursu kumara yatıran ve bir baltaya sap olmadan ülkeye dönmek zorunda kalan bir asalaktır.   Milli Eğitim Bakanlığı’nın Necip Fazıl’ın yaşadığı rezil hayattan haberi oluyor ve Berlin’deki talebe müfettişini Paris’e yolluyor. Tufeyli kumarbaz, Zeki Mesut adlı talebe müfettişini “alelâde” buluyor. “Hârikülâde” bulsa ne yazar! Ama o olayı utanmadan anlatıyor (Bâbıâlis.29-32):
“Müfettiş Bey, ona, kısaca:
-Vekâlet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!…”
Necip Fazıl, talebe müfettişinden aldığı parayı cebine koyup, hepsini o akşam kumar masasında kaybediyor.
Ben, her şeyi bağışlarım ama 1924 yılında Cumhuriyet’in  parasıyla kumar oynayan adamı, hoş göremem. Rezil bir adamdır! Kanını satıp kumar oynasa, anlattıklarını ilgi ve saygı ile okurdum. Kumar masasında savaştan yeni çıkmış bir halkın parasını kaybediyor ve bundan utanmıyor. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı olan kişilerin “mürşit” kabul ettiği işte böyle bir adam!
 Önce Başyüce’nin övgülerini daha sonra da benim onun pîri hakkındaki düşüncelerimi okuyacaksınız.
 Özdemir İnce
28 Aralık 2015
****
[Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasından satırbaşları:
Bu yıl ikincisi takdim edilen Necip Fazıl Kısakürek ödüllerinin yayın hayatımız ve fikir dünyamız için hayırlara vesile olmasını Rabbimiz’den niyaz ediyorum. Rabbim ondan razı olsun. Şefkatiyle merhametiyle bizleri kuşatsın.
Büyüklerimiz ne güzel söylemiş: Ehl-i hünerin kadrini bilmek de büyük bir hünerdir.
Temelinde sevgi olmayan, ilim, irfan, merhamet olmayan bir devletin, fiziki gücü ne kadar büyük olursa olsun, büyük devlet olması mümkün değildir.
Tarih, belli bir dönem zulümle, kanla, savaşla, geniş topraklar işgal etmiş ancak, kısa zaman sonra saman alevi gibi sönmüş bir devletler kabristanıdır. Çünkü zulüm payidar olmaz. Bizi tarihteki diğer devletlerden, diğer medeniyetlerden ayıran asıl fark işte budur. Bizim farkımız işgal değil ihya, yağma değil fetihtir. Farkımız budur. Bizim farkımız, göçmen kuşlara dahi sığınacak bir yuva kuran inceliktir.
Fakirleri incitmemek için sokağın köşesine sadaka taşını yerleştiren zerafettir.
Necip Fazıl, ihtilal içinde bir ihtilal olarak ortaya çıkar. Ben yazmazsam kimse yazmaz düşüncesiyle edebiyatın her alanında eserler vermiştir.”Onun tiyatro eserleri, medeniyetin, tarihin, bu milleti var kılan değerlerin savunulduğu bir mücadele arenasıdır.
Necip Fazıl’ın kitapları, yazıları, şiirleri kadar hayatı da bir eserdir. Hepimizin, bilhassa da gençlerimizin üstadı tekrar tekrar okumaya, anlamaya, onu idrak etmeye ihtiyacı var. Onu elbette tabulaştırmadan ve putlaştırmadan ama hatırasına gerekli hürmeti de göstererek, abimiz, yol arkadaşımız olduğunu unutmayarak, kendisini anlamaya çalışmalıyız. Zira onun eserleri ve mücadelesi, bizim olduğu kadar, gençlerimizin ve gelecek nesillerin de yolunu aydınlatacak kıymettedir, güçtedir
Onun kavgası, makbul olmanın, kabul görmenin, kendi milletinin değerlerini yok saymaktan geçtiğini zannedenlerle geçmiştir.
O, kalabalıklar içinde yalnızdır. Hani diyor ya, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak”. Mesele bu.
Necip Fazıl her zaman basit olanın kolaycılığına karşı, ulvi olanın zorluğunu, meşakkati ve çileyi seçti.] [“Düşüncelere zincir konulduğu zaman, “Ben varım. Ben varsam Türkiye vardır” diyen bir özgüven abidesiydi. İçinizden bazıları onun şiirlerini, yazılarını okumamış olabilir. Ama bugün şahit olduğumuz dimdik duruş ve özgüven, onun diklenmeden dik duruşunun bir eseridir. Necip Fazıl, yeni nesle şiirden, yazıdan, fikirden ziyade özgüven aşılamıştır. Bugün eğer dünün ezilmişleri, mazlumları, ötekileştirilenleri ‘Siyasette ben de varım’ diyor, adaletle yönetilmenin mücadelesini veriyorsa, bunda Necip Fazıl’ın aşıladığı özgüvenin etkisi büyüktür. Bugün yerli, milli değerlerle örtüşen şiirler yazılıyor, hikayeler yazılıyor, filmler yapılıyorsa, bunda Necip Fazıl duruşunun katkısı vardır.”
“FİKİR NAMUSU”
“Kusura bakmayın, bir şeye daha değineceğim. Necip Fazıl için fikir çilesi de, fikir namusu da son derece önemli kavramlardır. Hata yaptığında hatasını kabul eden, ama doğru bildiğinden de vazgeçmeyen bir fikir namusuna sahiptir. Şu anda, esen her rüzgarın önünde eğilen, dün söylediğinin tam tersini söyleyenleri gördükçe, Necip Fazıl’ın miras bıraktığı fikir namusunu daha iyi anlıyoruz. İşte en son birisi çıktı, yazdığı bir makalede, devletin geleceği için seküler güçleri sorumluluk almaya davet etti. Birkaç yıl önce bazı kesimler ‘Ordu göreve’ diye çağrı yapıyorlardı. Bugün de aynı ırkçı zihniyetler seküler güçleri davet ediyor. Eğer fikrin namusu yoksa, ruhu yoksa, işte insan böyle en uçlarda dolaşır durur. Bir gün bakarsınız devlet düşmanı olmuş, bir gün bakarsınız darbeci olmuş. Bir gün bakarsınız barış güvercini olmuş, bir gün bakarsınız elinde taş askere atıyor. Bununla asla bir kişiyi kastetmiyorum. Türkiye’nin son 12 yılına bakın, böyle çok örnek göreceksiniz. Necip Fazıl, kendisinden öncekiler gibi, bize ahlaki olmayan her mücadelenin yanlış olduğunu öğretti. İnşallah bizler de, bizden sonraki nesiller de mücadeleyi namusla, ahlakla sürdürmenin gayreti içinde olacağız. Başkalarının yanlış yapması, bizi haklı ve mazur göstermez. Onlar ne kadar eğilirse eğilsin, biz elif gibi dimdik duracağız.”]
***
NECİP FAZIL KISAKÜREK (1904-1983)
Hiçbir şeyde ve hiçbir yerde “Bir onlardan bir bizden” anlayışına razı olmamışımdır. Bu karşı olduğum anlayış şiir dünyasında bilinen eşleşmeleri yapar: Tevfik Fikret / Mehmet Akif, Nazım Hikmet/Necip Fazıl, Cemal Süreya/Sezai Karakoç…
Benim yaşadığım dönemin dışında olduğu için Tevfik Fikret/Mehmet Akif eşleşmesine sesimi çıkartmadım. Nazım Hikmet/Necip Fazıl eşleşmesine her zaman  karşı çıktım ve Nazım Hikmet’in devrimci, büyük, uluslar arası bir şair olduğunu, Necip Fazıl’ın ise karşı devrimci, yerel bir manzumeci olduğunu yazdım ve söyledim.
Karşı devrimci, cumhuriyet karşıtı İslamcılar küplere bindiler: Hangi hakla böyle konuşurmuşum?  “O zaman zahmet edin, önce biyografimi sonra kitaplarımı okuyun, hangi hakla böyle konuştuğumu çok iyi anlarsınız!” demem gerekirdi, demedim, şimdi söylüyorum.
Sezai Karakoç da Cemal Süreya’nın ve öteki İkinci Yeni şairlerinin yanında, sanıldığı ve sandırıldığı kadar önemli bir şair değildir. İtirazı olan mı var?  O zaman okuyun!
Cafer Yıldırım, Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) “Necip Fazıl ve kendisine sırlar atfedilen bir karakterin  otopsisi, ‘Üstat’ın Genç Şair’lik dönemi”  başlıklı yazısını okuduktan sonra, Necip Fazıl’ın “Bâbıâli” (Büyük Doğu Yayınları, 1975) kitabını bir İstanbul sahafında buldurtup köye getirttim. Son derece ilginç ve bizim edebiyatımızda benzeri olmayan bir kitap…
Özgür Edebiyat dergisinde Necip Fazıl’ın “Cumhuriyet ve devrim düşmanlığı ve hidayete erişi” başlıklı bir yazı yazmayı düşünürken, bu kez, Radikal Pazar’da (03,06.2012), Ömer Şahin’in Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Şener (d.1962) hakkında yazdığı yazıyı okudum. Okudum ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Şimdi, bu kararın nedenini anlamak için  Ömer Şahin’in yazısından bir alıntı yapalım.”
“[Taner Yıldız] lise ve gençlik yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’ndeydi. Yani Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin çekirdek kadrosu gibi Necip Fazıl’ın etkisindeydi. Üstat’ın yolundan gitmeye başladı. İstanbul’da Teknik Üniversite’yi kazanınca da irtibatı kopmadı. Okul çıkışları, hafta sonları, ikinci adresi Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisiydi. Sohbetlerini dinlemekle yetinmedi, bir de görev üstlendi. ‘1979-1982 yılları arasında üç yıl boyunca üstadın çaycılığını yaptım. Çayını veriyordum.’ AK Parti kadrolarının önemli bölümü Büyük Doğu’nun müdavimiydi. O döneme ilişkin bir fotoğraf ilginç olabilirdi. Bakan Yıldız, ‘Hiç fotoğrafım yok’ dediğinde şaşırdım. Meğer sorun teknik imkânsızlık değilmiş. ‘Üstad, çok otoriterdi. Bize çok kızdığı olmuştur. Fotoğraf çektirelim demeye cesaret bile edemezdik’ diye açıklıyor gerekçesini.” ]
Edebiyatla ilgili yazı ve kitaplarımı okuyanlar, benim, edebiyatta gelenek bağlamında şeyh/mürşit-mürid ilişkisinden nefret ettiğimi  “Gençliğimde kimsenin müridi olmadım, şimdi yanımda tek bir mürid istemem!” diye konuştuğumu,  yazdığım çok iyi bilirler. Hilmi Yavuz bey biraderimizle yaptığımız  “gelenek/gidenek” polemiğini hatırlarlar.  Bu okurlar, “İsteyen istediği iple intihar edebilir!” diye yazdığımı da bilirler.
Benim gözümde, bir üstadın dizinin dibinde oturup ağzının içine bakmak,  okuldan çıkıp mürîdâne rütbe ve kıdem kazanmak amacıyla  “üstad”ın dergi bürosuna kapılanmak ve orada çaycılık yapmak… Sonra, mürid olduğun için,” üstad”tan bir şey istemeye cesaret edememek…
Benim gözümde bunlar, özel saygıya değmez, ama son derece önemli niteliklerdir, itiraflardır. Hastalıklı ilişkilerdir. Bu nedenle, bu türden “kerameti gayrı  menkul” durumlar için,  “Üstad-ı Azam Abdülmuntazamlık durum” derim.
Örneğin, Necip Fazıl, “Genç Şair” olarak kabul edildiği 1924-1934  yılları arasında bir yığın zırzopluk yapmış ama başta Nurullah Ataç olmak üzere çoğu cumhuriyetçi, devrimci, Kemalist ve solcu olan kuşak arkadaşlarından  “dâhî” muamelesi görmüştür. Necip Fazıl 1954-1964 yılları arasında İkinci Yeni şairleri arasında yaşasaydı kendisiyle dalga geçilirdi. En azından ben kendisine, hakkında atıp tuttuğu Rimbaud konusunda “Reis önce sen şu Rimbaud’yu öğren de gel!” derdim. Oysa 1924-1934 yılları arasında, bütün arkadaşları “genç şair”in yaptığı bütün şımarıklıklara katlanmışlar. Oysa, 1960’ların  Sezai Karakoç’u gibi İkinci Yeniciler arasında  yaşasaydı ya da ilgi alanımızda  olsaydı, çok hırpalanırdı.
Bakan Taner Yıldız’ın, bürosunda çaycılık yaptığı dönemde, Necip Fazıl’ın en önemsiz ve en önemli özelliği, Cumhuriyet ve Devrim Düşmanlığı idi. Bu düşmanlık yeni değildi, kökleri çok eskiye dayanıyordu. Necip Fazıl, “Bâbıâli” adlı kitabında devrim düşmanlığını arkadaşlarına söylüyor, kendi kendine mırıldanıyor ama bu düşmanlığın nedenini bir türlü açıklayamıyor. Basmakalıp şeyler söylüyor.
Şair Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili düşüncelerimi edebiyat dergilerinde yazarım, burada değil.  Ama birkaç kitap var, onları bulunca bu konuda birkaç yazı daha yazabilirim.
1978-1982 yılları arasında  “Üstad”a hizmet eden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, bu dönemi iftihar ederek anlatıyor. Anladığım kadarıyla, “Üstad”tan öğrendiklerine çok değer veriyor  ve hâlâ onun izinden gitmekte. Ve bu çok mu çok belli oluyor!
Sadece Taner Yıldız mı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da mürşitleri  “Üstad Necip Fazıl”ın rahle-i tedrisinden geçmişler. Bunu iftiharla söylüyorlar.
Bu ilişki konusunda büyük araştırmalar yapmak, binlerce sayfa kitap okumak gerekmez.  Olgu çok basit: Bir Cumhuriyet Düşmanı “Mürşit” ve bu mürşidin  Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan olmuş müridleri. Hepsi bu kadar!
(Aydınlık, 12  Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL VE TALEBELERİ
Değerli okur! Biraz daha iyi tanışalım: Ben, gölgesi olmadan uçsuz bucaksız gölgesi varmış gibi davrananlardan; şeyh ve meyhlerden, mürşitlerden hiç mi hiç hoşlanmam. Terso giderim, balonu patlatmak için hemen bir iğne ararım.
Yılını tam hatırlamıyorum ama yetmişlerin ortası olmalı. Ya da 12 Eylül’den sonra, eski bir kayıt.  Görevde olduğum sırada kayıt yapılmış olsaydı hatırlardım: TRT Televizyonu’nda Necip Fazıl Kısakürek. Söyleşiyi  yapan kişi yeni Türk şiirinin durumunu soruyor. Necip Fazıl soruya soruyla cevap veriyor:
“Benden sonra şiir mi yazıldı ki? Benden sonra şair geldi mi?
“Seni gidi manzumeci, seni gidi!” diye söyleniyorum.
Kısakürek’in söylediklerini bir gerçek şair ancak kendi kendisiyle alay etmek için söylerdi, söyler. Ama o çok ciddiydi!
 Bazı durumlarda  “İsteyen isteği iple intihar edebilir!” dediğimi dünkü yazımda da yazmıştım. “İp” geleneği, üstadları ve şeyhleri simgelemektedir. Bir geleneğe, üstada, şeyh ve benzerlerine bağlanmayı, demek ki, bir intihar olarak görüyormuşum, görüyorum.
Ancak, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve Taner Yıldız örneklerinde de görüldüğü gibi, bir meczubu mürşit sanıp biat ederek  intihar etmekle kalmamışlar, bir de  üstüne üstlük Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakan olmuşlar. İlginç bir durum! İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de bir Necip Fazıl müridi mi(ydi)  acaba?
Cafer Yıldırım kardeşimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in gençlik dönemi (1924-1934) kötü alışkanlığı kumardan söz ediyordu (Aydınlık Kitap,25.05.12). Necip Fazıl da “Bâbıâli” adlı kitabının (Büyük Doğu Yayınları, 1975) “Uçurum” bölümünde (S.25) anlatır  kumar çilesini. İçtenlikle mi anlatıyor? Bunun hiçbir önemi yok! Bir insan hırsızlık yapar, kumar oynar, kumar oynamak için pezevenklik yapar, rüşvet alır, çalıştığı yerde zimmetine para geçirir ve kumar oynar,  aile servetini kumara yatırır, dostlarını dolandırır ve kumar oynar. Bunların hepsini anlarım ve bunların anlatısından büyük sanat yapıtları da çıkar. Örnekleri var. Ama, “Genç Şair, “1924 ve 1925 yıllarında çilelerin en can yakıcısıyla hayat sürdüğü  Paris”i  utanmadan anlatıyor:  Genç Cumhuriyet’in okuyup adam olsun diye 1924 yılında  burs verdiği parayla kumar oynuyor herif. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu rezaletten haberi oluyor ve Berlin’deki talebe müfettişini Paris’e yolluyor. Genç Şair, Zeki Mesut adlı talebe müfettişini “alelâde” buluyor. “Hârikülâde” bulsa ne yazar! Ama o utanmadan kendi kitabında anlatıyor (Bâbıâli s.29-32):
“Müfettiş Bey, ona, kısaca:
-Vekâlet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!…”
Necip Fazıl, talebe müfettişinden aldığı parayı cebine koyup, hepsini o akşam kumar masasında kaybediyor.
Ben, her şeyi bağışlarım ama 1924 yılında Cumhuriyet’in  parasıyla kumar oynayan adamı, hoş göremem. Rezil bir adamdır! Kanını satıp kumar oynasa, anlattıklarını ilgi ve saygı ile okurdum. Kumar masasında savaştan yeni çıkmış bir halkın parasını kaybediyor ve bundan utanmıyor. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı olan kişilerin “mürşit” kabul ettiği işte böyle bir adam!
“Peyami’ye sorarsanız yeni harfleri beğenen ahmaktır; bu da söz mü?… Yeni harfler bu memleket kültürünü, zekâ inkişafını sıfıra indiren bir uyuşturucu zehirdir, temel kültürümüzle aramızı açmaktan başka bir şeye yaramayacak, eski Yunan ve Latin  kültürüne de yol açamayacak , milli tefekkür  istidatını karartacak…” (S.131)
Genç şairin bu dahice  sözlerini duyan Yahya Kemal, ağzının iki yanından pastanın çukulatası sızarken “Altunla yazılacak bu sözler” diyesiymiş.
Genç Şair, bu pisboğaz şaire söyle cevap vermiş:
“Ama yeni harflerle değil!” (S.132)
Cumhuriyet edebiyatımız,  bu iki kaltabana bol keseden verdiği avansları geri çekip, bu türden şair ve yazarlarla mutlaka hesaplaşmalıdır!  Ben kaç zamandır bunu yapıyorum zaten: Yahya Kemal şiirlerinin biçim ve içeriğiyle çağ dışı yerel bir şairdir! N.F.Kısakürek’in  yerel bir manzumeci olduğunu yazdım zaten. Bu işler böyledir, yüz verirsen astarını da isterler.
Saygı Öztürk kardeşimizin  4 Haziran 2012 tarihli Sözcü’de yayınlanan haberine göre, Milli Eğitim  Bakanlığı, Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirinin  bir bölümü, Bakan’ının dediğine göre, “ öğrencileri iyiye, güzele, doğruya” yöneltmediği için çıkarttırmış. Buna karşın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın  her fırsatta övgüyle şiirlerini okuduğu N.F.Kısakürek’in ders kitaplarındaki şiirleri çoğaltılacakmış. Haberin devamı şöyle: “Erdoğan’ın , Necip Fazıl Kısakürek’in ders kitaplarında bulunan 3 şiirine ek olarak değişecek ders kitaplarına yeni şiirlerinin eklenmesini istediği öğrenildi. Bakanlık yetkilileri, ‘Bu durumda Başbakan’ın okuduğu şiirlere kitaplarda öncelik verilmesi gerekeceğini’ söylediler.”
Her alanda “tek seçici” olmaya heveslenen  Başvekil bu gidişle edebiyat alanında da “tek seçici” olmaya kalkışacağa  benzer. Kendisi için çok tehlikeli olacak bir heves!
Başbakan’a, N.F.Kısakürek’in 1924/1925 yıllarında,  yoksul halkın verdiği bursla Paris’te nasıl kumar oynadığını anlattığı (“Bâbıâli” adlı kitabının “Uçurum” bölümü) metni de öğrencilere örnek olması için ders kitaplarına  aldırmasını  tavsiye edeceğim. Ayrıca, mürşidi, aynı kitapta (s.326)  Adnan Menderes’in örtülü ödeneğinden para aldığını itiraf etmektedir. 1951-1959 yılları arasında aldığı 147 bin liralık avantanın  öyküsü Yassıada davası tutanaklarında yer almaktadır.  O tarihlerde 5 tonluk bir Austin kamyonun fiatı 5 bin lira idi ki bu para ile 30 kamyon satın alınırdı. Kendisi, “Bâbıâli” adlı kitabında  (s.300) 1950’lerin 110 bin lirasının 1970’lerde 10 milyon lira ettiğini yazıyor.
 NOTA BENE:  Şimdilik bu kadar! Ama Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın ortak mürşitlerinin hayat öyküsüne bu yakınlarda geri döneceğim! Kendilerini özel tarihleriyle yüzleştirmek için bu fırsat kaçırılmaz!
(Aydınlık, 13 Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL’IN ATATÜRK HAYRANLIĞI
Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi, 1. Kâzım Karabekir” (Temel Yayınları)  adlı kitabını okurken 548.sayfada hiç beklemediğim bir bölümle karşılaştım: “Necip Fazıl’ın Atatürk Hayranlığı…”. Hayret ki ne hayret!
Necip Fazıl’ın “Bâbıâli”sini (Büyük Doğu Yayınları) okurken de, onun Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının 1924 yılında devrim yasalarının çıkmasıyla başladığını sanmıştım. Yanılmışım.  Aslında beni Necip Fazıl yanıltmış. 1975 yılında Bâbâli anılarını yazarken düşünsel ve duygusal bir kronolojik sıra izlememiş, 1975 yılındaki duygu ve düşüncelerini 20’li, 30’lu yıllarına da yansıtıp yamamış. Geçmişi güncelleştirmiş.
O.S.Kocahanoğlu, “Necip Fazıl henüz Abdülhakim Arvasî’nin manevi halkasına girip iman tazelememiş…” diyor.  Bu durumda, Necip Fazıl’ın, Abdülhakim Arvasî’nin müridi olması, Atatürk’ün ölümünden, 1938’den sonra olmalı. Ama değil.
Ancak, Vikipedi’de şöyle bir bilgi var: “Necip Fazıl için 1934 yılı hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden olan ve Beyoğlu Ağa Camii’nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasî  ile bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı. Necip Fazıl’ın, üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak).”
Demek ki, şair, kendi dediği gibi “Efendi”sine bağlandıktan dört yıl sonra bile Atatürk sevgisini (?)  sürdürüyormuş. Bu da nasıl bir sevgi ise…
Şimdi alıntısını yapacağım yazıların kaynakları, Kocahanoğlu’nun kitabının 548, 549 ve 550.sayfalarındaki dipnotlarında gösteriliyor:
“…Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın  yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar…” (Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı konuşmadan.”Hakimiyeti Milliye”, No: 3406, 5 Ocak 1931)
1934 yılına kadar Oscar Wilde hayranı bir züppe (bir “snop”, bir “dandy”)  olan ve Arvasî müridi olduktan sonra “Mustafa Kemal vatanı kurtardıktan sonra ırzına geçti”  (O.S.Kocahanoğlu, s.548) diyen Necip Fazıl’ın hayatını ve bir gecede Kafka’nın hamamböceğine dönüşmesini çok merak ediyorum. Çevrede onu tanıyan pek insan kalmadı. Bu yıl 90.yaşını idrak eden ve Necip Fazıl’ın  “Büyük Doğu” dergisinde de öyküler  yayınlamış olan  Oktay Akbal’ın bu ayın başlarında bana söylediği bir cümleyi çok iyi anımsıyorum: “Bizimle sohbet ederken içeri bir dinci yandaşı girerse hemen tavır  ve ağız değiştirir, namaz ve niyazdan söz etmeye başlardı.”
Oktay Akbal, keşke tanıdığı Necip Fazıl’ı anlatan bir yazı yazsa…
“…Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (…) Softanın en bariz vasfı kafasının sertliğidir. (…) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin  terakkisi  karşısında da İslamlık softadır.” (Necip Fazıl, “Bir Hikaye Birkaç Tahlil”, 1933. s.75-76)
Necip Fazıl bu yazıyı, Nakşibendi tarikatının Halidî  kolunun şeyhlerinden Seyyid  Abdülhakim Arvasî’nin müritliğine yazılmadan kısa bir süre önce kaleme almış, 1933 yılında yayınlamış. Şimdi ben “İslam dini demokrasiyle bağdaşmaz, Müslüman toplumlar laikleşmeden bunlardan demokrasi çıkmaz “ diye yazıyorum,  Necip Fazıl’ın günümüzdeki müridleri “Vay İslam düşmanı!” diye beni parmakla gösteriyorlar. Yazının alıntıladığım bölümünün altına adımı yazıp yayınlasam vay başıma gelecek olanlar!
“…Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var.  Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer… Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler  âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. .. İnkilâbcı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi iki Atatürk’ten her biri ayrı isim taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk… İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi… Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti…”  (Cumhuriyet Gazetesi, 26.10.1938,S.2)
Necip Fazıl Kısakürek’in  okuduğunuz bu yazıyı M.K.Atatürk’ün ölümünden 16 gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayınlamış olması, iki müridi Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ı ne ölçüde şaşırtır acaba?
Beni şaşırtıyor! Ne oldu da bu adam Komünizmle Mücadele Derneği’nin öncülerinden oldu ve  Cumhuriyet  karşıtı Büyük Doğu ideolojisinin kurucusuna dönüştü?
İflah olmaz bir Kemalist ve “Kökten Laikçi” olarak vaftiz edilip kurşuna dizilen  ben, Atatürk için şiirler yazıp 10 Kasımlarda dergilerde, gazetelerde yayınlamadım ve yukarıdaki metin benzeri bir yazının altına imzamı  atmadım.
Bir “züppe”den Cumhuriyet düşmanı fanatik bir İslamcı militana dönüşen bu insan birkaç on yıldır iktidardadır ve onun müridleri, şu anda, bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakan ve milletvekili olarak, onun 1938 yılında hâlâ fanatik hayranı olduğu cumhuriyeti yıkma operasyonuna devam etmektedirler. (Yarın bir başka Kısakürek).
(Aydınlık, 21 Haziran 2015)
***
BİR MÜRŞİT OLARAK NECİP FAZIL KISAKÜREK
Ben,  www.Sabah.com.tr’ye 15.08.2011 günü saat 16:36’da giren haberin yalancısıyım. Haber şöyle:
[“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün 19 yaşındayken iki arkadaşıyla birlikte Necip Fazıl Kısakürek‘e çektiği telgraf yayınlandı. Gül ve arkadaşları Kısakürek’e ’emrinizdeyiz’ diyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün 19 yaşında iken,  şimdi AK Parti İzmir Milletvekili olan eniştesi Mehmet Tekelioğlu ve arkadaşı Ahmet Taşçı ile Necip Fazıl Kısakürek‘e yazdığı telgrafta “Hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız” deniliyor.
Haber 7’nin haberine göre; Kısakürek’in adını taşıyan, https://www.necipfazil.com/ adlı internet sitesinde yayınlanan telgraf şöyle: “Necip Fazıl Kısakürek’e…
İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.
Mehmet Tekelioğlu,  Abdullah Gül,  Ahmet Taşcı” ]
Başbakan R.T.Erdoğan durmadan şiirlerini okuduğuna ve ders kitaplarına daha fazla şiirinin alınması için ilgililere talimat verdiğine göre,  Necip Fazıl Kısakürek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da mürşidi ve üstadı olmalı. İlişkileri ne durumda diye bir internete bakayım dedim, karşıma şu metin çıktı:
[Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görevli Sıddık Akbayır, ilginç bir çalışma  yapmış… “Aynı Göğün Uzak Yıldızları” adlı bu çalışma, Asur Yayınları tarafından kitaplaştırılmış… Kitap elime geçeli birkaç ay oluyor… Ama, biraz önce de dediğim gibi, okuyamamıştım… Birkaç gün önce, sayfalarını karıştırınca  gördüm ki; merhum Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Nazım Hikmet’ten “karşılaştırmalı” olarak bahsediliyor. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in “benzerlik”leri ve “aykırılık”ları tek tek irdelenmiş… İlginç bir kitap…
İşte bu kitabı karıştırırken, bir olay çekti dikkatimi…
Olay şu: Merhum Necip Fazıl, İstanbul’da bir “konferans” verecektir… Ama onu kim “takdim” edecek?..
Öyle ya; Necip Fazıl, “titiz” bir adam… Her şeyi ve herkesi beğenmez… Uzatmayalım, sonunda Tayyip Erdoğan’ı işaret eder; “Beni bu delikanlı takdim etsin!”
Tayyip Erdoğan, o günlerde “genç bir delikanlı”dır…
Alır mikrofonu eline ve Necip Fazıl’ı takdim eder.
Bu, şu demek oluyor: Tayyip Erdoğan, daha “lise” ve “üniversite” yıllarında “iyi bir hatip” ve “iyi bir münazaracı”dır… Zaman zaman kendisi de diyor ya; “Biz bu işe tepeden inme başlamadık… Biz, çekirdekten yetiştik.”
Gerçekten de öyle…
Tayyip Erdoğan’ın “mikrofon”la tanışması, “siyaset”le tanışması, “lise yılları”na dayanır!.. Daha o yıllarda kendisine bir “hedef” tayin etmiş ve “kilitlendiği hedefe” doğru; “azim”le, “sabır”la ve “kararlılık”la  yürümüştür!
Hasan Karakaya – Vakit”
]
İncil’de (Matta,1) kim kimin nesidir, nesebi nedir şöyle yazar: “İbrahim, İshak’ın babası idi; İshak, Yakub’un babası idi;  Yakub, Yahuda ve kardeşlerinin babası idi” der ve devam eder. İşte o hesap: Mevlana Halid-i Bağdadi (1770-1827) Seyyid Taha-i Hakkari’nin  (Öl:1853) şeyhi idi; Seyyid Taha-i Hakkari, Nakşi şeyhi Seyyid Fehim Arvasi’nin (1825-1896) şeyhi idi; Seyyid Fehim Arvasi, Abdülhakim Arvasi’nin (1860-1943) şeyhi idi; Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek’in mürşidi idi; Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Abdullah Gül (1950)  ile Recep Tayyip Erdoğan’ın (1954) mürşidi idi…
Abdullah Gül (1950) öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketinde Necip Fazıl Ekolünden Söğüt Fikir Kulübü’nde çalıştı.
Recep Tayyip Erdoğan (1954), Üniversite yıllarında Milli Türk Talebe Birliği‘ne girdi, 1976 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığına seçildi.
Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın Necip Fazıl ve Abdülhakîm Arvâsî dışında öteki kimseleri tanıdıklarını sanmam. Ama biad kültürü geleneği içinde geldikleri çizgi belli. Böyle bir çizgiden devrimci, laik, cumhuriyetçi ve  demokrat bir bireyin  çıkması beklenemezdi. Beklenemez!  Mucize olurdu!  İkisinin de “fıtrat”ında bağlanma eğilimi varmış ki gidip Necip Fazıl Kısakürek’e bağlanmışlar, onu üstad ve mürşid  seçmişler.
Mürşid  ne demek? “Mürşid”, “Doğru yolu gösteren, kılavuz, tarikat pîri ve şeyhi anlamına geliyor.
Benim naturamda, fıtratımda bağlanma diye bir şey yokmuş ki yılkı atı gibi dağ-bayır dolandım. Adamlar bağlandılar ama feyzini de gördüler. İyi de bağlandıkları kim, mürşidlerinden ne gibi feyz aldılar?  Mürşitleri Kısakürek, cumhuriyetçi, devrimci, laik ve demokrat değildi. Dahası: Karşıtı ve düşmanı idi! Hiç kuşkusuz devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti “doğru yol” olarak göstermemiştir;  devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti bulmaları için onlara kılavuzluk etmemiştir. Tam tersine: Buldukları yerde, yakaladıkları yerde başını ezmelerini, yok etmelerini öğretmiştir.
“Tek tip adam”  üretmekle  etmekle suçlanan bir Cumhuriyet düşünün ki kendi  olası düşmanlarının cumhurbaşkanı ve başbakan olmalarına engel ol(a)mamıştır.
Anayasa’nın 174.maddesinin koruması altında olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu yürürlükten kaldırmak Cumhuriyet düşmanlığıdır!  Bu yasanın  yürürlükte olduğu bir ülkede laik okulları din okullarına çevirmek vatana ihanet gibi bir şeydir!
Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararlarını, Danıştay’ın çiğnenen kararını ağzıma bile almıyorum. Ama devir dönerse Özel Yetkili Mahkemeler’e çok iş düşebilir!
(Aydınlık, 22 Haziran 2012)
***
NECİP FAZIL VE CUMHURBAŞKANI  GÜL
 GİRİŞ
Silivri ve Balyoz&Hasdal  hayalî ve sahte (falsifié) darbe davaları görülürken, AKP iktidarı kendi sivil ve sefil darbesini Türkiye’nin ve dünyanın gözü önünde gerçekleştirmeyi sürdürüyor. Sanki milletin aklına ve tepki duyularına nüzul inmiş.
Eveleyip gevelemeden söyleyeyim: Bu  sivil ve sefil darbenin AKP’den sonra ikinci sorumlusu CHP’dir. Çünkü taa 1950’den, özelikle de 1970’lerden  bu yana devrim yasalarına sahip çıkmamış ve çok daha acısı şu ki kendi çıkardığı devrim yasalarının ne anlama geldiğini unutmuştur.
Oysa cumhuriyet düzeninin hayat kaynağı Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi. CHP tuttu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun adını bile anmadan, “4+4+4 yasası”nın biçimdern iptali için Anayasa Makemesi’ne gitti.
GELİŞME
AKP iktidarının sözünü ettiğim sivil ve sefil darbesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Üstad” Necip Fazıl Kısakürek’in bir müridi olarak başrollerden birini oynamaktadır. Cumhurbaşkanı Gül, imam-hatiplerle ilgili uygulamaların ve 4+4+4 yasasının  Anayasa’nın ilk üç maddesi ile 174.maddesine aykırı olduğunu bilmiyor mu? Kendisi bilmiyor diyelim, hukuk danışmanları ne demeye maaş alıyor?
Ben, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın taa “Üstad” Necip Fazıl’ın rahle-i tedrisinde iken, Devrim Yasaları’da karşı silah kuşandıklarını, sanki yanlarındaymışım gibi, biliyorum. “Üstat ve Mürşit”, hiç kuşkusuz, görüşmelerinde ve konferanslarında,  devletten aldığı bursu Paris kumarhanelerinde nasıl ütüldüğünü anlatmıyordu. Necip Fazıl’ın özel internet sitesine girerseniz, neler anlattığını kendi gözlerinizle okur, kendi kulaklarınızla duyarsınız.
Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olarak, 4+4+4 yasası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu bağlamında Anayasa’nın ve Devrim Yasaları’nın hükümet tarafından ilga edilmesine neden göz yummuştur? Bunun için yüzeysel bir kazı yapalım:
 DÜĞÜM
Kuru deriden bal çıkartmıyorum! Tulum vıcık vıcık ıslak! Herkes tarihle, cumhuriyetle yüzleştiğine, hesaplaştığına göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu zevkten neden mahrum kalsın?
1)O halde, 29 Ekim 1950 doğumlu ve 14 yaşından itibaren Büyük Doğucu Kısakürek’in müridi olan Aldullah Gül’ün 19 yaşında (1969’da)  iki arkadaşıyla birlikte Necip Fazıl Kırakürek’e çektiği telgrafı okuyalım:
“İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.”
Bu telgraf metninden anlaşılacağı üzere, Abdullah Gül 1969 yılında, tam anlamıyla bir militan İslamcıdır. Mürşidi Necip Fazıl’ın izinde ve peşinde Cumhuriyet ve Devrim karşıtıdır.
2)“Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi artık sona ermiştir. Laik sistemi kesinlikte değiştirmek istiyoruz.”
Bu cümle İngiliz The Guardian gazetesinin 27 Kasım 1995 tarihli sayısında yayınlanmış. 1995 yılında TBMM Dışişleri Komisyon üyesi Abdullah Gül gazeteyi tekzip etmiş ama söyleşiyi yapan gazeteci israrcı.  Bir Türk gazetecisi olsa neyse, adam bir İngiliz, söylenmemiş böyle bir cümleyi söyleşiye neden sıkıştırsın? Bir anlamı yok!
1995 yılında başta Erbakan olmak üzere, Refah Partisi ileri gelenlerinin ve R.T.Erdoğan’ın buna benzer onlarca cümlesi var. Söylemiş ya da söylememiş, önemli değil! Ama 2012 yılında,  Cumhuriyet’in laik sistemini değiştiren yasaların altında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak onay imzası var. Hukuki sorumluluğunun olmamasının da önemi yok
  1. Abdullah Gül Çankaya’ya çıktığı zaman Can Dündar bir belgesel film yapmıştı. Can Dündar’ın gönderdiği metinden aktarıyorum: Yakın dostu Sami Küçük, o yıllarda, milliyetçi-muhafazakar Milli Türk Talebe Birliği’ini, İstanbul Milliyetçiler Derneği’ni, Büyük Doğu dernek ve dergisini, Necip Fazıl’ı, Abdullah Gül’ün düşünsel ve ideoloji kaynakları arasında sayıyor. (Bu üç dernek de Cumhuriyet ve Devrimler karşıtıdır).
Abdullah Gül, Büyük Doğu Yayınevi çalışanı olarak Mehmet Tekelioğlu ile birlikte Necip Fazıl’ın Çile kitabını yayına hazırlar. Kitap yayınlanınca Necip Fazıl, Gül ile Tekelioğlu’nu Konyalı Lokantası’na götürür ve her ikisine birer takım elbiselik kumaş hediye eder.
 SONUÇ
İsteyen daha fazla araştırma yapar ve Abdullah Gül’ün, 1923 cumhuriyeti ile devrimlerine kökten karşı olduğu sonucuna ulaşır. Benim için yukarıda sunduğum üç örnek yeter.
Gene Can Dündar’ın gönderdiği metinden aktarıyorum: “O dönem Gül ve arkadaşları, günün modasına uyarak saç uzatıyor, İspanyol paça pantolon giyiyorlardı. Bir gün Sultanahmet Camii’ndeki bir namazdan sonra Necip Fazıl ona bakıp  ‘Bu kubbe altı böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin kurtuluşu yoktur’ demiş.”
Necip Fazıl Kısakürek’in Türkiye’nin kurtuluşundan söz ederken, kuşkusuz, laik rejimin sona ermesini ima ediyordu.  Abdullah Gül, The Guardian’a söylediği sözleri yalanlasa da, 14 yaşından bu yana ve şimdi, Laik Cumhuriyet’in sona ermesi için elinden geleni yaptı ve yapmaktadır.
(Aydınlık, 5 Temmuz 2012)
***
NECİP FAZIL, BAYAR, MENDERES VE ÖTEKİLER…

Yanlış anlaşılmasın: Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili yazılarım,  bu şair ve İslâm militanını anlatmak için değil, onun müridleri R.T.Erdoğan ile Abdullah Gül’ün gerçekçi portrelerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmak için kaleme alıyorum. Çünkü, “Şeyh uçmaz mürit  uçurur!” misali bu durum için de geçerli. Üstelik çok geçerli!
Artık Stalin dönemi Moskova Duruşmaları kadar ünlenmiş olan Silivri  Duruşmaları’nı tezgâhlayanların, bu tezgâhı bir intikam ateşiyle ve geriye dönük olarak harlatıp, onaylayıp alkışlayanların,  Necip Fazıl davalarını bahane ederek Cumhuriyet’in geçmişini mahkûm etmeye kalkışmaları kabul edilemez. Necip Fazıl davalarıyla,  ne CHP’nin tek parti dönemi, ne de Demokrat Parti dönemi mahkûm edilebilir.
Demek ki, müridi Abdullah Gül’ün anımsamasıyla “Kanunları gerebildiğiniz kadar gerin, ama kanunları koparmayın” diye öğüt veren “Üstat” Necip Fazıl’ın kendisi bu hususta pek dikkatli davranmamış… (Can Dündar belgeseli metninden).
Hal ve Gidiş’inden bir “Bey Oğlu, Bey Torunu” kabadayısı ve şımarığı olduğu görülen Necip Fazıl’ın, 1934 yılından itibaren kendine kendi elleriyle bir Kurban Heykeli yonttuğu anlaşılıyor. Benim açımdan bu kesin!
Bu tarihten ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî ile tanıştıktan (1934) sonra hayatını bir tiyatro olarak sahnelediğini  görüyorum.
Anılar kitabı Bâbıâli’de  (Büyük Doğu Yayınları) geçmiş yıllarını, özellikle de 1930 öncesini değerlendirirken,  60’lı, 70’li yaşlarında eriştiği  bilgi  dağarını geçmiş yıllarına  boca ettiğini, gençlik yıllarına aşı yaptığını saptadım. Bu saptama (yazarsam) bir başka yazının konusu olacak. Küçük bir örnek: 22-23 yaşındaki Necip Fazıl Efendi, 1970’lerin üstadı gibi konuşuyor. Anı yazımında sık sık kullanılan bir tür sahteciliktir bu…
Necip Fazıl’ın bir  yaşam öyküsünden şu bilgileri öğreniyoruz: “İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris’te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı”.
Çoğu  yaşam öykülerinde İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okuduğu yazar. Kanımca, Necip Fazıl Bey, Fransa’ya Edebiyat Fakültesi’nin  Felsefe Bölümü’nü bitirmeden gitmiş ve orada da üniversite diploması alamamıştır. Böyle bir insanın yaptığı işlere bakın!
Daha ayrıntılı bir yaşam öyküsünü bulup okursanız şaşırıp kalırsınız: Tek Parti döneminde başı sıkıştığı, canı istediği zaman iş bulup çalışmış, çalışırken sık sık iş yeri değiştirmiş…
Anılar kitabı Bâbıâli’nin 195-196.sayfalarından bir alıntı:
[“Hemen Ankara… Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la karşı karşıya: -Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin!..
-Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.
Celâl Bayar, fazla tafsilat istemeksizin, “Şair!” diye hitap ettiği insanın her kaprisini kabule hazır ve gülümsemeli:
-Tekrar bankaya girmek ister misin?
-Onun için geldim.
Bir telefon ve her şey tamam… Kendisine bankanın kurucusu Celâl Bayar tarafından himayeli bir adam gözüyle bakılıyor,  fazla ve yorucu iş verilmiyor  ve “Teftiş Heyeti” kadrosuna alınmış bulunuyor.”]
Düşmanı olduğu CHP Tek Parti döneminde bürokraside “şair”e “el bebek gül bebek” muamelesi yapılıyor, edebiyat eleştirisi  de onu el üzerinde tutuyor. Yedi yıldır İş Bankası’nda çalışırken aklına bir edebiyat dergisi çıkartmak geliyor ve İktisat Vekili Celâl Bayar’ın evine gidiyor ve teklifini yapıyor. 210.sayfadan okuyalım:
[“Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilân karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz… Celâl Bayar, teklifi müsait karşılıyor ve Mistik Şair’in eline o zamanın parasıyla 1600 lira toslanıyor. Bugünün 200 bin lirası denilse yanlış olmaz. Bir mebusun ayda 200 küsur lira aldığı devir.”]
Midem bulanıyor!
Sadece Tek Parti Dönemi’nin Bayar’ı  mı?  “Maarif  Vekili Hasan Âli Yücel bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı şaire’ diye ithaf ettiği sanatkârı Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Ankara’da Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin etti.” (S.255)
Kitabı bulup olayın gerisini okuyun. Adnan Menderes’i okuyun, Türkeş’i okuyun…
Bu arada ben size kendimle ilgili bir sır vereyim: Yaşar Kemal’in tavsiyesi üzerine, Kültür Bakanı Fikri Sağlar bendenizi Paris Büyükelçiliği’ne  Kültür Ataşesi ya da Müsteşarı olarak tayin edecekmiş… 7 Şubat 1992 günü görüşmek üzere beni davet etti…  Zamanın Başbakan Yardımcısı (20.10.1991-11.09.1993) Erdal İnönü.  Ama randevu günü Mevhibe İnönü vefat etti ve buluşma iptal edildi. Bir daha arayan soran olmadı. O sırada Mehmet Altan, Kültür Bakanlığı Başdanışmanı,  Hasan Bülent Kahraman ise danışman (1991-1995)…
Hemşerim Fikri Sağlar’ı görürsem benim tayinimi neden çıkartamadı, kendisine soracağım.
(Aydınlık, 6 Temmuz 2012)
***
ÇÖPLÜK, KÖPEK VE NECİP FAZIL’A DAİR
12, 13, 21, 22 haziran ve 5, 6 temmuz tarihlerinde Necip Fazıl Kısakürek’i konu alan 6 yazı yayınlamıştım Aydınlık’ta. Yazılar, Necip Fazıl’ın önemsemediğim şairliğiyle ilgili değildi. O günler AKP’nin başbakanı R.T.Erdoğan ve bazı bakanları ve milletvekilleri kamuya açık yerlerde Necip Fazıl Kısakürek’ten nasıl ilham aldıklarını, mürşit saydıklarını ilan ediyorlardı. Bu nedenle yazmıştım bu altı yazıyı
1934 yılında, 30 yaşında, Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasî’nin müridi olduktan sonra, amansız bir cumhuriyet, demokrasi ve devrim düşmanına dönüşen,  İslâmî bir şeriat diktatörlüğünü savunan bir insanı mürşit kabul eden insanların, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı ve milletvekili olmalarındaki garabete dikkat çekmek istemiştim
Abdullah Kılıç’ın, büyük bir olasılıkla bu yazılardan esinlenerek hazırladığı ve Haber Türk gazetesinde yayınlanan “Necip Fazıl’dan Menderes’e yalvaran mektuplar” dizisinden sonra yer gök inlemeye başladı. Basında, gene benim yazılardan nemalanan yazılar yayınlandı. Televizyonlarda lâf ebeleri boy göstermeye başladı. Nilgün Cerrahoğlu’nun 5 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısını bu gevezeliklerden ayırmak gerekiyor.
 Bu arada, kaynak göstermeden yazılarımdan yararlananlar susarken,  kimi Kısakürek müritleri, bana, hakkımda yazılmış ve internette gezen bazı yazılardan örnekler göndermeye başladılar. “Özdemir İnce ‘çöpçülüğe’ soyundu” başlıklısından birkaç satır aktaracağım:
“Birkaç gündür,Necip Fazıl’ı diline dolayan sözde ‘şair’ İnce’nin bu faaliyelerini değerlendirmesini istediğimiz edebiyat çevreleri, kendisini değerlendirmeye layık bulmadılar.
İnce’nin zaman zaman bu çeşit çıkışlarla gündeme gelmeyi hedeflediğini belirten uzmanlar, cevaba değer olmasa da, Üstadın bu konuda da yıllar önce gerekli açıklamada bulunduğunu bildirdiler.
Necip Fazıl Kısakürek, Arvasî Hazretleri’yle tanışmamadan önceki dönemde ortaya koyduğu çalışmalarını reddetmiş, bunları çöpe attığını bildirmişti. Üstad, ‘çöplükleri ise ancak köpekler karıştırır’ demişti.” (Habervaktim.com)
Necip Fazıl, 1934 yılından önce yazdıklarını çöpe attığını ilan etmiş. Çöpe attıkları arasında, müritlerinin her vesile ile dillendirdikleri “Kaldırımlar” adlı şiiri de var. Necip Fazıl’ın kendi bileceği iş.  Muhteremin tavrı, bir seri katilin, cinayetlerini inkâr ederek temize çıkma çabasına benziyor. Edebiyat tarihinde bir dönemden önce kaleme  aldığı yazıları yadsıyan yazar ve şair örnekleri çok görülür. Ama edebiyat tarihi bu türden çıkışları ciddiye almaz.
Necip Fazıl’ın Haber Türk gazetesinde yayınlanan mektupları sahip çıktığı 1934 sonrasına ait. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Büyük Doğu da aralarında olmak üzere dergi çıkarmak için, Celal Bayar ve Adnan Menderes’ten para istemesi; CHP’nin tek parti döneminde, öğretmenlik istemek için Hasan Ali Yücel’e, İş Bankası’na atanmak için İktisat Bakanı Celal Bayar’a yaltaklanmaları beni ilgilendirmiyor. Bu atamalar için gereken yüksek tahsil diplomalarına sahip olmaması da…
Beni onun geçmişinde bir tek olay ilgilendiriyor: 1924 yılında, öğrenim görmesi için Cumhuriyet tarafından Paris’e burslu olarak gönderilmesi ve bu kentte burs paralarını kumara yatırmaktan başka bir iş yapmayarak geri dönmek zorunda kalması. “Bâbıâli”  (Büyük Doğu Yayınları, 10.Basım, Mart 2004) adlı kitabında (S.27-39) bunları kendisi anlatıyor. Biyografilerinde ve hakkında yazılan yazılarda, sürdüğü sefil hayat yüzünden devletin bursunu kestiğinden hiç söz etmezler. Bu olaydan dolayı en küçük utanç duymaz. Bursunun kesildiğini tebliğ eden müfettişten ve kumar yüzünden gene parasız kaldığı Marsilya’da sırnaştığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin konsolosundan küçümsemeyle söz eder. Tam anlamıyla patalojik bir durum. Ama o yaptıklarından kendine övünç payı çıkartır.
Beni sadece bu ilgilendirir: Yoksul halkın parasını Paris’te kumara basmış ve bundan hiç utanmayan bir dejenere!
F.Kısakürek hakkındaki büyük tevatürlerden biri de, oğlu Mehmet Kısakürek’in, babasının, 27 Mayıs 1960 sabahı 102 yıllık bir mahkûmiyeti olduğu iddiası. (Haber Türk, S.14, 03.01.13). Aynı tarihli gazetenin 7.sayfasında, dizi yazının sahibi Abdullah Kılıç, 102 yıllık mahkûmiyet için 1981 yılını verir.
Necip Fazıl hakkında yapılan konuşmaları dinleyenler, yazılan yazıları okuyanlar, muhteremin ömrünün yarısını hapishanede geçirdiğini sanabilir. Ama gerçek böyle değil: Tamı tamına 3 yıl 8 ay 14 gün hapis yatmış.
Dökümünü yapalım:
CHP iktidarında:
21.12.1943-22.12.1943: 1 gün;
9.6.1947-5.8.1947: 1 ay 27 gün;
21.4.1950-15.7.1950: 3 ay, 25 gün;
Demokrat Parti döneminde:
31.3.1951-18.4.1951: 19 gün;
12.12.1952-30.9.1953: 9 ay, 12 gün;
30.9.1953-2.12.1953: 64 gün;
24.6.1957-25.2.1958: 8 ay, 4 gün;
26.3.1959-29.3.1959: 3 gün (60 saat 51 dakika);
27 Mayıs 1960’tan sonra:
6.6.1960-15.10.1960: 4 ay, 4 gün;
15.10.1960-18.12.1961: 1 yıl 65 gün.
1981 yılında 19 ay hapse mahkûm edilir. Hasta olduğu için infaz ertelenir ve Necip Fazıl 15.05.1983 günü vefat eder.
İşte size,  AKP’ye yol gösteren  bir Cumhuriyet düşmanı megalomanın  yalan kerpiçleriyle örülmüş utanç dolu geçmişi.
NOTA BENE:
Yazımın başında yayın tarihlerini verdiğim 6 yazıyı, Cafer Yıldırım’ın  Aydınlık Kitap’ta (25.05.2012) yayınlanan “Necip Fazıl ve kendisine sırlar atfedilen bir karakterin  otopsisi, ‘Üstat’ın Genç Şair’lik dönemi”  başlıklı yazısını okuduktan sonra  yazmıştım. Kaynakta benden önce Cafer Yıldırım vardır. Kendisini kutlar ve teşekkür ederim.
(Aydınlık,16 Ocak 2013)

Özdemir İnce/Ozdemirince.com

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget