Ya biçimli tahta parçalarını otomobilmiş gibi hayal eder, kumun üzerinde “vuuuut” diye kaydırırdık; ya da balya tellerinden iki tekerlekli arabalar yapar tozlu yollarda yürütürdük.
Tel arabalara renkli boncuklar falan da takardık biraz afilli görünsün diye.
Bunların gerçek arabalarla bir benzerliği mi vardı ki?
Ne gezer…
Onları arabaya benzeten bizim o “çocuksu” hayal gücümüzdü, öyle olduğunu kabul eder avunurduk.
Kim bilir, şimdi Türkiye’deki araba sevdaları da belki bu yokluklardan yeni yeni kurtuluyor olmamızdan kaynaklanmaktadır.
Henüz genlerimizde değişen pek bir şey olmayabilir.
Sadece biz çocuklara mı hastı bu durum?
Hayır, büyüklerde de vardı buna benzer hayaller; hatta otomobil için şarkı yapılmış memleketin bütün ünlü sanatçıları tarafından seslendirilmişti.
“Otomobil uçar gider
Ömrüm gibi geçer gider
Ben talihin peşindeyim
Talih benden kaçar gider
Yar yar güzel yolcu güle güle
Otomobil tuttu yolu
Bu yol da macera dolu
Direksiyon yar elinde
Gönlüm ardına koşulu
Yar yar güzel yolcu güle güle”
*
Geçtiğimiz günlerde artık Türkiye’nin de kendi otomobilini yapmaya karar verdiğini, iktidarın buna büyük önem ve destek verdiğini öğrendim medyadan.
Tabii duyar duymaz da o çocukluk günlerinin tatlı hayalleri gözümün önüne;
o zamanın “otomobil” şarkısı da dilimin ucuna geliverdi.
İnsan hayal ettikçe yaşarmış.
Otomobilde de böyleydi.
Şimdiki yeni nesil bu duyguyu pek kolay anlamayabilir...
Nasıl anlatayım?
Hani şimdi cep telefonuna ya da bilgisayara şarkı düzüp bütün pop şarkıcılarının "Aman telefon güzel telefon" diye söylemesi gibi bir şeydi diyebiliriz o zamanki otomobil sevdası için.
*
Şimdiki zamanda yeter ki benzin doldurmaya gücü yetsin insanın.
Otomobili almayanı dövüyorlar, biz işin o tarafına hiç aldırmadan ille de yerlisini yapıp halkımıza satacağız diyoruz.
Hayal etmesine haydi onu da hayal ederiz de “olduğunu” görebilir miyiz acaba?
Çünkü, “Araba” yapmak başka da; bu işin sanayicilerinin dediğine göre bir “otomobil” modelinin ortaya çıkarılması on yıl sürermiş. Pazarının hazırlanması, o pazarda tutulup satılabilmesi, kazançlı hale gelecek kadar boy atabilmesi zaten ayrı bir olay da; işin kötüsü, biz bir zamanlar telleri büküp araba yaparken bunun Amerikalı,Avrupalı sanayicileri dünyaya dal budak salmışlardı sahip oldukları harika teknolojileri ve birikimleriyle..
Örneğin Ford ilk araba fabrikasını 16 Haziran 1903'de yani tam 114 yıl önce kurmuş.
Fiat 1899 yılında yani 118 yıl önce kurulmuş
Renault yine 1899 yılında kurulmuş ve her biri de her zevke, her keseye, her araziye uygun yüzlerce model geliştirmiş.
Ve bunlar çok uluslu şirketler.
Dünyada girmedikleri delik kalmamış.
Diyor ya şarkıda da zaten:
“Otomobil tuttu yolu
Bu yolda macera dolu
Direksiyon yar elinde
Gönlüm ardına koşulu”
*
Ne güzel bir tablo olur aslında…
Düşünsenize bir kere;
-“sermaye” deseniz bulunmuş; kaç para gerekiyorsa yatırmışız.
-Dünyada her an yeni bir buluş mu yapılıyor?
-Diğer otomobil markalarıyla yarışmak için ileri teknoloji mi lazım?;
-Adamlara fark atacak teknoloji delisi mucit bir nesil mi yetiştirmek lazım?
Yetiştirmişiz. Boşuna mı donattık her yeri İmam hatiplerle!
-Dünya devleri iç piyasamızı ele geçirmiş de bize bile sattırmıyorlar mı şarkıdaki gibi bu piyasada? "Direksiyon yar elinde” miymiş?
-Kırmışız o direksiyonu başka tarafa;
Bize bir otomobil için bile tahammül gösteremeyen liberal düzene mi yar olacağız?
Vallahi olur mu olur…
“İnsan hayal ettikçe yaşar “ derler ya.
O zaman, "hayal edebiliyorsak o günleri de yaşayabiliriz" demektir.
*
Hayal tamam …
Yalnız şunu bir kere daha düşünmekte yarar yok mu:
Otomobil fabrikası önünde ya da otomobilin direksiyonunda poz vermek “Bak tek parti devrinde bunu yapabiliyorlar mıydı, ama biz yaptık” demek işin “fiyakası” da; acaba bizim bu günkü derdimiz ne?
Ne park yeri bulabildiğimiz, ne bu trafikte yürütebildiğimiz, üstelik benzin fiyatları yüzünden her gün hükümete tepki verilen bu memlekette bundan sonra satın alacağımız arabaların burada üretiliyor olması mı bu dert;
Yoksa yollarda rahat gidebilmek mi öncelikli?
Yani amaç ve aracı karıştırmayalım diyorum..
Mesele bindiğimiz arabanın yerli olması, yabancı markalısının bizi rahatsız ediyor olmasıysa tamam, yerlisini yapalım.
O kırmızı plakalı Mercedeslerin arması bütün büyük yöneticilerimizin, büyük makam sahiplerinin, hepimizin kanına dokunuyorsa, yerlisi yapılana kadar söktürüp binilsin.
Ama mesele bununla bir yerlere daha rahat gidebilmek ise, bu mübareğin yabancısı gidemiyor ki yerlisi gidebilsin bu trafikte.
Bizim derdimiz çok açık:“gidebilmek”.
Onun çözümü de toplu taşımanın arttırılması.
Hem ucuz, hem trafiği rahatan bir yöntem.
Çıkart belediyelerin elindeki ya da ele yetki verdikleri otobüs sayısını iki katına, çekilsin piyasadaki özel arabaların çoğu, bu taşıma kolaylığı dolayısıyla konsunlar garaja, kimse otomobille gideceğim diye meraklanmasın, bak gör o zaman “çözüm”ü..
Şunu da düşünelim bakalım;
Derdimiz “taşıma”cılık ise, üstelik paramız hele hele akaryakıta verecek dövizimiz de bu kadar kıtsa, toplu taşımacılık mı en iyi ve garantili çözümdür yoksa bu daralan otomobil piyasasına alıcılara bir de yerlisini kabul ettirmeye gayret etmek mi?
Hele bir de “yürütülme”ye çalışılmasına rağmen bir türlü “yürümezse” onun zararını yeni vergilerle karşılamak zorunda kalacaksak milletçe….
Hele hele köprüler misali, buradan zarar edilmesi halinde bunu hazineden karşılamış olmanın yükü hiç otomobili olmayan yurttaşın sırtına da, eşek sırtında giden köylüye de bindirilmek durumundaysa...
*
Otomobil konusu şimdilik bu kadar.
Hadi neyse de…
Asıl neyi hayal ediyor ve bekliyorum biliyor musunuz?
Şu şemsiyeler var ya şemsiyeler…
Onları taa Çin’den ithal etmeyip burada kendimizin yapacağımı günleri.
Yani yerli otomobilden önce “yerli şemsiyelerimizi".
Bülent Soylan
Yorum Gönder