“Yüz bin altın frank rüşvet” - Cevat Kulaksız
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış yıllarından ll. Abdülhamit Devri, hafiyelik, baskı yönetimi olduğu kadar, rüşvetçilik de çok yaygındır. Öylesine yaygındır ki, o devrin Zaptiye Nazırı Hüseyin Nazım Paşa’dan öğrendiğimize göre, “rüşvetçilik saray kapısından başlıyordu; ne zaman saraya, vezir, yüksek dereceden memurlar veya zenginler işleri icabı geldiklerinde, girerken veya çıkarken kapıcılar, bunların arkasından, “beyefendi bizim bahşişlerimizi unutmayınız”diyerek sırnaşık bir şekilde söylenirlerdi”.
Saraya gelen yabancı misyondan birileri, tüccar vb gibi kimseler, çıkarken şöyle söylenirlermiş:
“-Bu gün saraya gittik; fakat kapıcılar bahşiş isteyerek yolumuzu kestiler. Üzerimizde ne kadar para varsa vermeğe mecbur olduk”! Ülkede hem rüşvet, hem de zorla istenen bahşiş, toplumu utandıran bir olaydır.
Bu yazdıklarımı, anılarından aldığımız, ll. Abdülhamit devrinde İstanbul Şehremini (İstanbul Belediye) mektupçuluğu (başkatipliği), Zaptiye Nazırlığı gibi devletin değişik kademelerinde görev yapmış, devrin aydınlarından Hüseyin Nazım Paşa anılarında aynen şunları yazmakta:
“-Rüşvet bilhassa Abdülhamid devrinde rezilane, bir surette revaç bulmuştu; hükümet, âleme karşı kepaze, rüsvay bir mevkide kalmıştı. Devletin esaslı menfaatleri mahvoluyordu. Çünkü rüşvetçi memurlar mabeyin (saray) tarafından kayrılıyor ve bizzat Abdülhamid tarafından himaye görüyorlardı.” (sf 93)
Bu teşhis, kendisi gazetecilik yapmış, anılarını yazmış, Osmanlının üst makamlarında görev yapmış bir paşası, memuru tarafından tespitle teşhis ediliyor, anlatılıyor. Bir ülkede rüşvet ve kayırmacılık çok yaygınsa, hele rüşvetçilik zirve yapmışsa, adaleti bozulmuşsa o ülkenin vay haline! Bilinen bir gerektir, sermaye-yatırım, adaleti, düzeni sağlam ve güvenilir ülkelere gelir, öyle yerlere yatırım yapar. Bu vesile ile ülkemizdeki 13 yıllık AKP-RTE düzenine bir bakın, Osmanlının bozuk düzeninden ne farkı var? Devletin temelini oluşturan yasama, yürütme, yargı çağdaş ülkelerdeki gibi mi? Bu üç erk, özgür, bağımsız değilse o ülkede düzen bozuktur, adalet susmuştur. Rüşvetçilik en alt kademeden bakanlara, başbakanlara kadar yaygınlaşmışsa; devlet mekanizması bilimsel kurallara göre değil de, dinsel hurafelere göre ayarlanıyorsa; yandaş kişi ve kurumları beslemek, kollamak için İmar Kanunu zırtpırt değiştiriliyorsa, bazı elit kişileri kurtarmak için yasa çıkarılıyorsa, yolsuzluk ve rüşvetçiliğin korunur ve üstü örtülür hale gelmişse, o ülke çürümeye başlamıştır. Osmanlıda, okuma yazma bilmeyenler bile, çok rüşvet vermişse vezir (paşa) yapılabiliyordu. Şimdi de öyle olduğunu, oraya buraya imtihansız alınan bakan, milletvekili yandaş çocuklarını ve yapılan bütün sınavların hileli olduğunu bir düşünün. Sınavda hile yapılması demek, tıpkı Osmanlı hilesi gibi hak etmeyeni yüksek yere getirmek demektir. Osmanlı işte bu çürümüşlükten ve bilimsizlikten yıkıldı.
Neyse, günümüze de ayna tutan bu parantezden sonra, Hüseyin Nazım Paşa’nın anılarından aldığımız rüşvetçilik olayına gelelim.
ll. Abdülhamit döneminde, İstanbul’un gazla çalışma ve dağıtım işletmesi, ülkenin menfaatine uygun olmayan şartlarla bir Avrupa’lı şirkete verilmek üzeredir. Bu durumu gören, bilen birçok vatansever İstanbullu buna itiraz ettiler. Fakat kurenadan (padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler; yakınlar. Arkadaşlar). bazılarının müşterek nüfuzlarından alınan kuvvete istinatla Şehremaneti Meclisi (İstanbul Belediye Meclisi) bu imtiyazı tespit etti. Bu konuda yazılan tutanak nüshasını, o sırada hasta olan Şehremini (Belediye Başkanı) Mazhar Paşa’nın yerine vekâlet eden Belediye mektupçusu (Başkâtip) Hüseyin Nazım Paşa incelemek için ister. İşin önemi nedeni ile bu müsveddeyi geri almak için günde birkaç kez müracaat edenler olur. Hüseyin Nazım Paşa, “Tetkik ediyorum, henüz bitirmedim” diyerek, işi uzatıyordu. Paşa’nın maksadı, bir yolunu bulup ülkenin aleyhine olan bu kararı değiştirmekti.
Rüşvetin bol ve yaygın olduğu bu dönemde bu dalavereyi savunan kimseler, adeta rüşvet komisyoncusu gibi etrafta fırıldak gibi dönerler. Hasta olan Belediye Başkanı Mazhar Bey’in yerine vekâleten bakan Belediye mektupçusu (Başkâtibi) Hüseyin Nazım Paşa, amirinin vekâletine saygı olarak olağanüstü gayret göstererek işini yürütür ve herkesten takdir toplar. O sırada, rüşvetçiliğe meyilli Başmabeyinci Osman Bey, hiç tanımadığı Hüseyin Nazım Paşa’yı yemeğe davet eder.
Osman Bey, yemekte söze, rüşvetin fenalığından, irtikâbın bir devlet ve millet için yıkım olacağından bahseder. Bu Osman Bey, Şişli caddesinde bedavaya yakın ucuz fiyatlarla arsa alır, hanlar, apartmanlar yaptırırdı. Doymak bilmeyen bu adam, Şehremini (Belediye Başkanı) Mazhar Paşa’yı azil ile tehdit ederek, “padişah adına bir çeşme yaptıracağım” diye, belediyeye ait olan arsaları zapt ederek, üzerine bahçe ve gazino yaptırır.
RÜŞVETİ HOŞ GÖRMEĞE ÇALIŞAN OSMANLI AYDINI
Şahsi menfaatini toplum menfaatlerden üstün tutan, tercih eden bu açgözlü, haris adamın, yemekteki sohbette, rüşvet ve irtikâbın fenalığından bahsedişine Hüsyin Nazım Paşa hayret eder, açıklamasını bekler. Konuşmasına şöyle devam eder:
“-Bu rüşvet ve irtikap illeti yalnız bize musallat olmuş değildir. Dünyanın her tarafında vardır; Avrupa’da irtikap bizden fazladır. Bu itibarla endişeye mahal görmez! Zatı Hazreti Padişahî bu mülkün sahibidir; Padişahızın ülkesinde bütün işler dürüst gitmez, geri kalırsa bundan en çok müteessir olacak tabiî velinimet Efendimizdir! Padişah Efendimiz elbette doğruları severler; fakat doğrular az, eğriler çoktur. Bir avuç doğru adımla bu koskoca devleti idare mümkün mü? (sf 90)
Bu adi görüşlere, irtikabı rüşveti teşvik eden bu bayağı, bu iğrenç safsataya karşı kendini tutamayan Hüseyin Nazım Paşa, şöylece cevap verir:
“-Evet mümkündür! İrtikâbın (Rüşvet almak) bizde dal budak salmasına sebep, hükümetin mürtekiplere (Rüşvet alan ve yiyenler). karşı göz yumması, onları kayırmasıdır. İrtikapla şöhret almış adamlara ağır cezalar verilse onlar hiçbir memuriyete tayin edilmese, isimleri gazetelerle teşhir olunsa mümkün olduğu kadar suiistimal ve irtişanın (Rüşvetçilik. Rüşvet almak.) önü alınır. Bu maksadın temini için evvel emirde mabeyinden başlayarak merkezi temizlemek, sonar vilayetlere, mutasarrıflıklara hamiyet ve istikametle tanınmış adamlar göndermek lazımdır. Üçüncü dördüncü derecedeki memurlar ise amirlerinin eserlerine ve izlerine ayak uydurmak mecburiyetindedirler. Onlar, istikbal düşüncesiyle herkesin hakkını yemek isteyenlere alet olmaktan çekinirler”. (sf 90)
Hüseyin Nazım Paşa’nın tanımadığı başmabeyincinin davet ederek bir iki saat zarfında memurların irtikabına karşı hükümetin göz yummasını idari bir zaruret şeklinde kabul ile onu iknaya çalışması sebeplerini merak eder. Neticede anlar ki, bu hükümdarın emriyle tertip edilmiş bir oyundur; bundan gaye de, bazı suiistimallere, irtikaplara itirazda bulunmamanın temini idi!
Bu da gösteriyor ki, önemli ihalelerde padişahın bile rüşvet işinde rol aldığı açıktır. Sanki günümüzde öyle değil mi? Mahkeme kararı ile tespit edilen 17-25 Aralık olayları neydi? TBMM yargı organı mı da, aklayıverdiler. O zaman ll. Abdülhamit devrindeki rüşvetçilikle ne farkımız kaldı. Ya ayakkabı kutularında saklanan rüşvet milyanları nasıl açıklarız.
PAŞA’YA YÜZ BİN ALTIN FRANK RÜŞVETİN TAKDİMİ
Hüseyin Nazım Paşa, evinde henüz uyamıştı ki, bir ecnebinin beklediğini haber verdiler. Gelen ecnebi Hüseyin Nazım Paşa’ya şöyle dedi:
“-Bendeniz gazhane işi için geldim; yakında imtiyazımı alınca efendimizi ayrıca menmun ederiz. Şimdilik şu hediyeciği Kabul buyurmanızı rica ederiz”, dedi ve bir çek uzattı. “Gaz imtiyazının verilmesini müteakip bu çek hamiline yüz bin Frank verilmesi” emrolunuyordu. (sf 91)
H.Nazım Paşa, bu tür rüşvet teklif edenleri hemen hiddetle kovardı. Paşa’nın bu namuslu huyunu bilenler uzun zamandır böyle bir şeye teşebbüs edemiyorlardı. “Bu Frengi kovacaktım, fakat ecnebi idi” diyen Paşa, şu hazin sözleri söylüyordu: “O zamanki Türkiyemiz rüşvet ve irtikap dalavereleriyle şöhret almıştı”. H.Nazım Paşa, rüşvet çeki ecnebiye iade ederken şöyle dedi:
“-Bunu başka yere, emanet meclisi reisine getirecek yerde yanlışlıkla bana veriyorsunuz!” Frenk telaşla şöyle der:
“-Aman efendim, böyle yanlışlık olur mu? Mektupçu bey zatıaliniz değil misiniz? Bu çek size aittir; hava olduğu için parayı afiyetle sarf edersiniz”. Ülkenin aleyhine olan bu imtiyaza itiraz edebilmek için zaten böyle bir belgeye ihtiyacı olan H. Nazım Paşa, çeki alıp cebine koyar, ecnebiye şöyle der:
“-Emanet meclisi azasından ve büyük memurlarından böyle çek almamış olanlar varsa nasıl olur?”
Çeki veren frenk şöyle der:
“-Aman efendim! Hiç öyle şey olur mu? Biz budala mıyız? Biz memuru memnun, ötekini mahzun bırakır mıyız hiç? Müsterih olunuz, herkesin hissesi verildi”.
Frenk, işinin olduğu hükmüne vararak çok menmun oldu, gülerek, adeta göbek atarak Paşa’nın yanından çıktı, gitti. Anlaşıldığına gore, o konu ile ilgili olarak tüm yetkili memurlara, çekle rüşvet verilmiştir.
Sevgili okuyucu, yine buraya bir mim koyalım; görüldüğü gibi rüşvet karşılığı İstanbul’un gaz satışı bir frenk grubuna çok uygun fiyatla verilir, yani millet malı böylece peşkeş çekilir.
RÜŞVET ETİKİSİ GÖSTERDİ KARAR ÇIKTI
Ertesi günü H. Nazım Paşa, mazbata müsbettesinde kabul edilmiş olan şartlardan memleketin menfaatlerine uygun olmayanlar hakkındaki düşüncelerini yazarak makama gönderdi. Şehremini (Belediye) meclisi azalarını toplantıya davet etti. Yapılan müzakere sonucunda azaların ekserisi kararın aynen kabul edilmesinde ısrar ettiler. Demek ki azaların çoğuna rüşvet verilmiş, rüşvet etkisini bu kararla yansıtmış, ülkenin aleyhinde olan uygulama kabul edilmiş!
RÜŞVET ÇEKİ MEYDANA ÇIKINCA ORTALIK KARIŞTI
“Rüşvet tabii bir şeydir; hatta bir bahşiştir”
Bunun üzerine H. Nazım Paşa, belediye meclisi toplantısında bir bomba gibi ortaya çıkardı ve frenkin kendisine dediklerini de anlattı. Mecliste bir gürültü bir kıyamet koptu, netice apaçık meydanda idi ve mazbatanın iptaline karar verildi. Fakat bu hal, haliyle bazılarının özel çıkarlarına dokunmuştu. Paşa’nın aleyhine birçok entrikalar çevrilmeye başlandı. H. Nazım Paşa Belediye mektupçuluğundan istifa eder. İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Nazım Paşa’nın evine gelerek ortalığı düzeltmeğe çalışır. Başmabeyinci Osman Bey'in daveti, şüphe yok ki, bu meselelerle alakadardı; çünkü bir müddet sonra, Osman Bey’in dostu, gidiş müdürü Hacı Mahmut Efendi Hüseyin Nazım Paşa’yı saraya çağırtır; odasına girdiği zaman asabiyetle söylenmeye başlar:
“-Herkesle uğraşmaya iyiden iyi karar verdiğiniz anlaşılıyor. Bazı memurları irtikap ile itham ve tahkir ediyormuşsunuz. Dünyada rüşvet alınmayan bir yer gösterebilir misiniz? Rüşvet tabii bir şeydir; hatta bir bahşiştir. Bizim memurların aldığı maaş azdır. Hükümetle işi olanların işlerini tahsil ederler. Bahşiş alırlar. Bunda bir fenalık bir fevkaladelik var mı? Velinimet efendimiz doğruyu ve doğruluğu severlerse de bu kadarından memnun olmazlar. (Yüz yirmi yıl sonraki Türk parlamentosunda, rüşvet ve yolsuzluk söz konusu olunca, bazı iktidar milletvekilleri rüşveti yumuşatmak için, “vatandaşlarla memurlar arasında ufak tefek hediye olabilir, bu rüşvet sayılmaz” diyerek, tıpkı Osmanlı aydını gibi, rüşveti küçümsüyorlardı)
“Ben şahsen mürtekip değilim, rüşvet kabul etmem, fakat sizin hareketinizi iyi göstermekse bunda yanılıyorsunuz. Şurasını iyice dikkat ediniz ki bu suretle lekelenecek memurları şevketmehap efendimiz (padişah efendimiz) himaye ederler. Şehremini ile meclis azalarıyla ve sair memurlarla hoş geçinmeniz hakkınızda hayırlı olur!”
Soğukkanlılığını muhafaza edemeyen Hüseyin Nazım Paşa sinirlice şöyle cevap verir:
“-Hayırlı olmazsa ne olur? Ben memleketin menfaati ötekinin berikinin hesabına feda edildiğini görürsem susamam! Geçen gün de bu sebeple mektupçuluktan istifa etmiştim. Şimdi de tekrar istifamı vermeğe hazırım! Siz gazhane rüşveti meselesini biliyor musunuz? Resmi Türkiye’nin dâhilde, hariçte beş paralık kıymeti, şerefi kalmıyor”! (sf 92)
Hüseyin Nazım Paşa, görevinden alınarak Beyoğlu mutasarrıflığına tayin olunur.
Görüldüğü gibi, Osmanlıda haklı da olsa, allame de olsa, görevliler, memurlar, zülfiyare dokununca görevden alınıp başka bir göreve, başka bir yere, tayin mi, sürgün mü biçiminde uzaklaştırılıyor. O olayların olduğu yıllardan 120 yıl sonra, güya “ileri demokrasi”li çağdaş Türkiye’ye bir bakalım. Görevini yasalara uygun yapan memurlar, imamlar, yargıçlar, savcılar, bakıyorsunuz hemen görevinden alınıp sürgün gibi başka yerlere atılıyor, ne ki hâkimler savcılar bile hapse atılıyor. Son 13 yıllık iktidarın antidemokratik, hukuk dışı uygulamalarına bakarsanız, Abdülhamit devrinden daha beter uygulamalara tanık olursunuz. Ülkemizin çağdaş dünyandan ne kadar ileri gittiğini siz yorumlayın.
Kaynak: Ermeni Olaylarının içyüzü Hüseyin Nazım Paşa 2003
Cevat Kulaksız
ckulksizster@gmail.com
Yorum Gönder