Halkın devletle ilişkileri yasalar, yönetmelikler ve kurallarla
düzenlenir. Yasalar yaşamın her alanını kontrol eden kurumları ve
onların halkla ilişkilerini tanımlar. Devlet ve halk, iki taraflı bir
sorumluluk bağlamında, yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış kurallara
uyarlar.
Bu karşılıklı ilişkide emir alan ve veren yoktur. Devlet memuru üst,
halk alt değildir. Halk bir hak satın almaz. Yasanın kendine verdiği
hakkın gereğinin yerine getirilmesi için gerekli işlemi sorumlu memurla
birlikte yapar.
Demokratik olmayan, halkın ve memurun görgüsüz ve eğitimsiz
olmalarına bağlı olarak, birbirlerini veren ve alan olarak gördükleri az
gelişmiş ülkelerde, yani henüz uygar olmamış toplumlarda, vatandaşlar
kendilerinin yasal haklarını, işi bu hakkı vermek olan sorumlulardan,
muhtardan, polisten, gümrükçüden, belediye ya da bakanlıktan alırken,
bunu bir lütuf olarak görüyorlarsa, o ülkede bazı mekanizmalar
çalışmıyor demektir. Bu da despotizmin, nepotizmin ve sonunda
diktatörlüğün işaretidir. Gelişmemiş toplumlarda buna paralel sayısız
kuralsızlık, sorumsuzluk ve hepsinden kötüsü, rüşvet yerleşir.
O zaman hiyerarşinin başından başlayarak, jandarma çavuşuna kadar
herkes zorba olabilir. Kuşkusuz her insan zorba değildir. Bu olasılık
toplumsal gerilimi azaltır. Fakat dejenere olmuş bir sistem bu eğilimi
her an gösterebilir. Kavram olarak zorbalık devlet kontrolünün bir güç
(eski deyimi ile tahakküm) aracına dönüşmesidir.
ZORBALIK TEPEDEN BAŞLAR
Bugün Türkiye’de pek çok bürokratik işlem, halk için ürkütücü ve
panik uyandırıcıdır. Zorbalık küçük memurdan başlamaz. Çok daha
yukarılarda başlar. Aşağıya iner. Halkın yasal hakkının gasp edilmesi
anlamı taşır. Bu dejenerasyon akımına kapıldığı zaman her sistem rüşvet,
yeğencilik, torpil, iltimas vb. gibi kötülüklerle dolar. Yani sağlıklı
çalışmaz.
Toplumun kültür ve uygarlık düzeyi yükselmedikçe, özellikle halkı
yüzyıllar sürmüş dayatıcı sistemler içinde yaşamış ülkelerde, devlet
zorbalığı, hepimizin bildiği bir korku ortamı yaratır. Bu korku ortamı
zorbalığın besleyici aşısıdır. Korku, düşüncenin özgür ifadesini,
kendiliğinden kısıtlar. Köyde muhtarı eleştirirsen o da sana gerekli bir
yazılı belgeyi vermez. Özgür düşüncenin kısıtlanması zorba idarenin
başta gelen özelliklerinden biridir.
Bürokrasinin bu özelliği kendiliğinden kaos doğurmaz. Bazı hallerde
bir düzenin devamına yardım eden otoritenin sağlanması için yararlı
olduğu da düşünülür. Fakat bu sadece otorite kurallara saygılı olmak
anlamına gelirse doğrudur.
Bürokrasinin, zaman içinde, devletin halka zorbalık etme aracına
dönüştürülmesi zorba devleti oluşturur. Bu toplumun yavaş yavaş kendine
güvenini yitirmesine neden olur. Çünkü her işiniz önünüze çıkan
devleşmiş bir zorbanın iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı
olacaktır. Bu ezilmiş halk ürkek bir sürü gibi davranır. Türkün kentlere
yeni göçmüş ezik halkı ile 18. 19. yüzyılların devrimler yapmış
eğitimli Avrupa toplumları arasındaki temel fark budur. 20. yüzyılda
uygar Alman toplumunun zorbalığa nasıl boyun eğdiğini düşünürseniz, Türk
halkının bugünkü ezik boyun eğişi şaşırılacak bir durum değildir. Kul
toplumunun torunları az eğitimli ve fakir oldukları zaman zorba bir
yönetime karşı çıkamazlar.
AVRUPADA HİÇ BİR DEVRİM OSMANLIDA OLMADI
Türk toplumu tepeden gelen çoğu şeye boyun eğmiş, iyi ya da kötü diye
genellikle direnmemiştir. Avrupa’daki hiçbir devrim Osmanlı tarihinde
olmadı. Savaşlarda ölen halk, Kurtuluş Savaşı’nı yapan halk, Cumhuriyet
Devrimlerine katılan halk, bunlarla beslenen halk, bunlar sahip
çıktığına ilişkin hiçbir işaret vermeden 1950’de iktidarı Bayar-Menderes
ikilisine vermiştir. Kulluktan daha yeni kurtulmuş olan halkın kendi
tarihinin bilincinde olmadığının bundan daha açık kanıtı olamaz. Kore’ye
asker olarak gönderilmesi de doğru yorumlanması gereken garip bir
olgudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu gelişmelerin sadece bir iç
karar sonucu olduğunu kabul etmek olanaksızdır.
1950 sonrasındaki 50 yıllık toplumsal gelişme bugünkü durumu
yaratmıştır. Bu gelişmeler analizi zor ekonomik, politik ve kentleşmeye
bağlı sayısız kültürel komplikasyon içeren olgulardır. Ve bunlarda
Ortadoğu politikasını uygulamaya koyan ABD etkisi kesindir.
Irak Savaşı ve AKP iktidarı bu gelişmelerin arkasındaki gücün kim
olduğunu kanıtlar. Bu değişim bugüne kadar süren bir iç montajın, bugün
paralel denen ve olasılıkla başlangıcında da aynı adla kurulan ikili bir
dış kökenli iktidar komplosunun Irak savaşından önce ayrıntılı olarak
kurulduğuna işaret ediyor. Ordu içinde ve dışında, gazeteciler ve
aydınlar arasında yapılan acımasız müdahale ve buna yandaş olan
kalemlerin birdenbire ortalığı sarması bunun kesin gösterisidir. Son
günlerde o davaları gören savcıların yurtdışına kaçması ise tarihin bir
onayıdır. Hatta bugün çok eleştirilen devlet üyelerinin savunma
tedbirleri kişisel paranoyadan çok paralel yapıya, yani dolaylı olarak
ABD korkusuna bağlanabilir.
SINIR TANIMAZ KEYFİLİK
Fakat bu su altındaki politik gelişmelere paralel, başka bir iç
paralel politika yapısı ortaya çıkmıştır. Bu sınır tanımaz bir keyfilik
ve yasa dışılıktır. Bu en tahrip edici etkisini kentleri ve özellikle
İstanbul’u yok eden inşaat sektöründe göstermiştir. Bunun ülke için
öldürücü sonucu sanayi gelişmesini kösteklemesi, kent planlamasını yok
etmesi, meclis otoritesini sıfıra indirmesi, eğitim sistemine getirdiği
ağır bir ortaçağ vurgusudur. Kaos bu günkü iki taraflı bir korkuya
dayanan, oraya buraya yalpalayan sistemin durumudur.
Bu gelişmelerin yurda getirdiği kargaşanın farkına varanların
tepkileri ise ancak Gezi olaylarında ortaya çıkmıştı. Halkın bu
değişiklikten haberi olduğunu da 2015 Haziran seçiminde öğrendik. Bir
Osmanlı subayı olan babam Türk halkının olaylara tepki hızını hem komik
hem acıklı bir hikâye olarak yineleyip dururdu.
Bu bağlamda Türk halkını suçlamak doğru olmaz. Çünkü köyden kente
ancak son elli yılda gelen bu halk yeni uyanan bir İslam toplumudur.
Aydını, politikacısı, üniversite hocası da dahil, çağdaş uygarlık
düzeyinde olmayan bir 20. yüzyıl ürünüdür. Sayıları az olmasa da, bu
tablonun dışına çıkabilecek aydınların sayısı ülke nüfusuna göre çok
sınırlıdır.
Avrupa’nın 500 yılda gerçekleştirdiği devrimleri 1923-1938 arasında
15 yıla sığdırdık. Kuşkusuz bu ‘toplum devrim yaptı’ anlamına gelmez.
İslam dünyasında, sömürge aşamasından geçmeden, devrim yapan tek ülke
olan Türkiye, cumhuriyet, halk egemenliği, demokrasi, laiklik, çağdaş
eğitim, devrimler yapan, sanat ve müzik eğitimi yapan tek ülkedir.
Mustafa Kemal, onun için, sadece İslam dünyasının değil, dünya tarihinin
de en büyük devrim lideridir. Buna en hızlısı sıfatı da eklenmelidir.
Anadolu halkının buna katılan gencecik insanları da benim Anadolu
okullarında öğretmenlerimdi.
‘TÜM İNSANLIK’IN DIŞINDAKİLER
Sevgili okuyucular, Halk satıldığının farkında olmaz. Müslüman
halkların o düzeyde çağdaş kültürü sınırlıdır. Kentsel çevrenin görkemi
Batı ürünü, beyin yıkama yerli üründür. Bu durum yeni sömürgeciliğe ve
despotizmin cehalete yaslanan düzenine uygundur. Milyarlarca insan
kimsenin umurunda değil. Tarih boyunca sadece bir sürü olarak
bırakılanlar ‘Tüm İnsanlık’ kategorisine üye olamamışlar. İnsanların
çoğunun yaşamı, şimdi biraz daha iyileşmiş olsa da, bir sürünme idi.
Fakat iletişim uyuyanları uyandırdığında fırtına olacak!
Sevgili okuyucular,
Olasılıkla bu dünya düşünemeyen canlılar için yaratıldı. Akıl,
evrimin yanlış attığı adımlardan biri olabilir. Ama düşünenler
sorgularlar, eleştirirler, direnirler. Tarih boyunca farkında olmayan
milyarlara değil, aydınlanmaya başlayanlara yardım edin. Onlar da
yüzlerce milyon.
Asıl insani dayanışma budur.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder