Ankara Ulusal Eğitim Derneği üyeleri ile ona gönül vermiş emekli öğretmen, akademisyen ve sanatçılardan oluşan 30 kişilik bir grup, Gönen Mezunları Buluşma günü için ile 24-26 Temmuz 2015 günlerinde, Isparta, Denizli, Afyonkarahisar bölgesindeki, tarihi, turistik yerlere eğitim ve inceleme gezisine devam ederken, yolumuz Isparta’ya düştü.
Acıkmıştık, ekip başımız Mehmet Ayhan önceden telefonla irtibat kurup randevu aldıktan sonra, 25.7.2015 Cumartesi günü gece saat 20.30 da, 30 kişi ile “pide şiş salonu” denilen yere yemeğe gittik. Çorba, salata, etli pide, kaymaklı kadayıftan, ayrandan oluşan yemeğimizi 30 kişi iştahla yemeğe başladık, çünkü yorgunduk ve açtık. Yerken ekip başına, bu yemeklerin her kişi için kaç lira olduğunu sorduğumuzda, “13 lira olduğunu” söyleyince kendi kendimize bu menünün oldukça uygun olduğunu söylemiştik. Fakat çorbaları bitirip etli pideye gelince, ucuzluğun kaynağını öğrenip tepemiz attı. Çünkü etli pidedeki etin rengi beyaza çalıyordu, kıymaya tavuk kıymasının karıştırıldığını öğrendik. Çünkü tavuk kıyması kg ı on liraya geliyorsa, dana kıyması kırk liraya geliyordu. Ben ortamı yumuşatmak için, “olsun arkadaşlar, doktor da zaten “kırmızı et yemeyin, beyaz et yiyin, yani balık tavuk yiyin” dediğini arkadaşlara espri içinde söyledim. Homurtular kesildi, ama suratlar asıldı. “Ama arkadaş, bunun tadı ne tavuk, ne de dana kıymasına benziyor” diyorlardı.
Biz, paraların topluca ödenmesi için, ekip başı Mehmet Ayhan Bey’e verdik. Ancak, kasanın yanından geçerken, bir cam kumbaranın yüzünde sadakayı öven, sadaka vermenin sevaplığını, üstünlüğün öğütleyen yazılar olduğunu gördük. Dört tane hadis olduğunu belirten yazılar bilgisayarla yazılmış, yazının birinde, “sadaka verirseniz derdinizden kurtulursunuz, işiniz rast gider”, sadaka verirseniz hasta olmazsınız” diye yazıyordu.
Öğrendik ki, sahibi, işletmecisi adam lokantacılık yanında muhtarmış da. Muhtar, her resmi ilmühaber gibi işlerden para almıyormuş, iş bitince şu “ne vereceğiz” diyene, “…kadar para vereceksin” demiyor, sadaka vermeyi öğütleyen yazıların bulunduğu cam kutuyu gösteriyor “şu sadaka kutusuna ne atarsan” diyormuş. Oysa büyük şehirlerde, her resmi işlem için tespit edilmiş bir ücret vardır; işin sonunda, ilgili kişi istediği ilmühaberi alırken, önceden tespit edilen parayı muhtara vermek zorunda. Sadaka kutusu da ne oluyor ki.
İşte bu bizim lokantasına girdiğimiz sadakacı, hadisçi muhtar da tespit edilmiş para almıyormuş, gerekli ilmühaberi alan vatandaş, para vereceği zaman, muhtarın yönlendirdiği cam kutuya para atmasını istiyormuş. Orada insanı yönlendiren, belki de korkutan hadisler varken, o sadaka mı, ücret mi neyse, kutuya herhalde üç otuz para atılmaz. Dolu bir para, bahşiş cam kutuya atılır, “sevap olur” düşüncesi ile. Ekipteki arkadaşlardan, Dışişlerinden Emekli Ateşe Duran Aydoğmuş şöyle diyerek bunu eleştirdi:
“-Adam vatandaşı dini simgelerle kandırıyor. Üzerinde sadaka kutusu var, ama muhtarlık belgelerinin de ücretini aynı sadaka kutusuna atılmasını istiyor. Birçok mağazalarda yardım, sadaka kutuları var, ama üzerinde hangi kuruma ait olduğunu yazıyorlar. Bu muhtar-lokantacının yardım kutusuna, hem muhtarlık parası, hem de nereye verildiği bilinmeyen sadaka paralar atılıyor. Üstelik cam kutunun üstünde bilgisayarla sadaka vermeyi öğütleyen yazılar var. Sadaka verirseniz dertten kurtulursunuz, sadaka verirseniz hasta olmazsınız” gibi insanı zorlayan, şartlandıran kurnazca bir düşünce var. Bu sadakacı lokantacı, dini simgeleri kullanarak vatandaşı kandırıyor, böyle yazılmasının doğru olmadığını kendilerine de söyledim).
Lokantadan ayrılırken alıp cebimize koyduğumuz kâğıt mendili ileride baktığımız zaman, üzerinde Seçil Pide ve Şiş Salonu İbrahim ile İsmail Çil yazıyordu. Ayrıca telefon ve adresi
MUSKACI HOCALAR DA AYNI TAKTİĞİ KULLANIYOR
Bu sadakacı lokantacı olayını anlattıktan sonra, aklıma geldiği için buraya alıyorum, bizim Kaman’da bir muskacı hoca vardı. Yurdun hemen her yerinden muska yazdırmaya gelen çaresiz insanlar dertlerine dert ararlardı. Otobüsten ilk gelenleri taksiciler, “hacıya hocuya” diyerek Muskacı hocayı ima eden sözlerle müşteri çağırırlardı. Allahın ayetlerini, “kelamını” –muska- diyerek satan bu adam da yukarıdaki “sadakacı lokantacı” gibi para almaz görünürdü. Muska yazıldıktan, verildikten sonra, muskayı alan adam para teklif edince, bizim muskacı hoca, “Allahın kelamı para ile satılmaz, şu -kadar bu kadar- diye paha biçemem, amma şu minderin altına ne koyacaksan koy ama, parayı elime verme” diye kurnazca bir yöntem uygulardı.
Uzaklardan, çeşitli dertlere çare olur diye, ümit bağlayıp gelenler, her halde hocanın minderinin altına üç otuz para koyamazlardı, gulyabaniler çarpar diye. Yüklü bir para konur sanırım.
Bazı sadaka kutularındaki yazılar da insanı korkutan tehdit gibidir, sanki o kutuya sadaka koymazsan başına belalar gelecekmiş gibi, sanırsınız. Bunun yanında, Osmalı’da bazı belli yerlere konulan Osmanlı sadaka kutularlı da vardı.
İşte ülkemizin, dinine, imanına kavı, ülkemin yoksul, çaresiz, eğitimsiz saf insanlarını, aşağılardan muskacılar böylece kurnazca sömürürken, yukarılarda, Ankara’da Mecliste kurnaz politikacıları tarafından “din, şeriat, imam hatip, cami, mescit” diyerek sömürürler. Buna karşı çıkan, eleştiren aydınlarını da, “dinsiz, kâfir” diyerek kötülerler. Böylece kısır döngü içinde kıvranan, sömürülen halkımız, bilime, teknolojiye, çağdaşlığa bağlanıp ondan medet umacağı yerde, sömürücü kurnaz din bezirgânlarının ağında, geriye doğru gider.
NASIL MUSKA ALDIM
1980 li yılların birinde, Kaman’da öğretmen olarak çalışırken Avrupa’da işçi olarak çalışan amcamın oğlundan bir mektup aldım. Mektubundan öğrendiğim kadarıyla, Yugoslavya Türklerinden bir kadına takılır, arkadaş olurlar ve ona bağlanır. Oysa köyünde, kendine bağlı eşi ve çocukları vardır. Halen sakladığım mektubunda şöyle der:
“-Emmioğlu, sana bir ricada bulunacağım, amma bunu hiç kimse duymayacak. Ben burada (Almanya’da) Yugoslav Türklerinden bir kadına takıldım. Ayrılamıyorum, köyde hanım ve çocuklar var. Senden ricam, Kaman’daki hocadan bana bir muska yazdır ki ondan ayrılayım”. Anladım ki, amcamın oğlu, karısı ve çocukları bir yana, oralarda takıldığı veya sevdiği kadın bir yana, sıkıcı bir ikilem içinde kıvranmakta. Amcamın oğlu, bu garip olayla, muska istemekle, kendi gönül macerasını, kendince çaresizliğini meşrulaştırmak çabasındaydı. Mektubuna da, “ne olur bunu hiç kimseyei yakınlarıma söyleme” diye ricada bulunuyordu. Hiç kimseye anlatmadığım bu olayı buraya alarak paylaşmak istedim. O zamanları ailesine anlatsa idim, ailesinde tatsızlıklar, huzursuzluklar olurdu.
Ama ben ki, muska ve öteki din sömürüsüne karşı durmuş, halen karşı duran bir insan olarak, nasıl olur da muskacı bir hocaya gidip, başkasına da olsa bir muska yazdırayım. Ben de ikilem içinde kaldım. Nasıl olacak bu iş, diye içimden düşünüp danışmaya başladım.
Bu meşhur muskacının kızının derslerine giriyordum, öğrencimdi kızı ve bu fırsattı. Amcamın oğlunun sevgisi, saygısı ağır bastığı için, karşı duran görüşlerime rağmen, muskanın hiçbir derde çare olamayacağını bildiğim halde, biraz da bu iş nasıl oluyor, diye merak ettiğimden, doğruca bizim muskacıya gittim. Vardım ki, bizim muskacının kapısında çeşitli illerden gelmiş arabalar beklemekte. Dış kapıdan içeri girdim, sol taraftaki oda, muska yazdırmayı bekleyen kadınlı, erkekli insanlarla dolu. Hiçbir doktorun kapısında böylesine kalabalıkça bekleyen insanlar yok diyebilirim. Kapılar açılıp kapanıyor, insanlar muskalarını alıp çıkıyorlar, muska yazdıracaklar giriyorlar. Açılıp kapanan kapıdan, içerde mindere bağdaş kurup oturan hoca beni gördü ve hemen içeri aldı. Karşısındaki duvara dayalı bir sandalyeye oturup izlemeğe başladım.
Meşgul olduğu adamdan sonra, hoca beni çağırdı yanına. Amcamın oğlunun Yugoslavya kızı macerasını özetledim. Yani amcamın oğlu, Yugoslavya Türklerinden o kadından soğuması, uzaklaşması için muska yazacaktı. Hoca önce nazlandı, sonra “öyle bir muska yazmıyorum, ama senin hatırın için, diyerek diviti alıp mürekkep hokkasına batırdı, soldan sağa bir şeyler, bir ayet yazmağa başladı. (Aslında hoca benim hatırımdan ziyade, dersine girdiğim kızının hatırı adına muskayı yazmıştı).
Beni muşamba için kardeşine havale etmedi, yanında sakladığı muşambadan bir tane alıp kâğıt muskayı üçkenleterek sarıp bana verdi. Para söz konusu olunca, hoca “sakın sakın, bunu söyleme” dedi. Hoca, hem muşambadan, hem de paradan bana torpil yaptı. Hazır ayağına gelmişken kızının ders durumunu da sordu. Hemen teşekkür ederek ayrıldım, çünkü dışarıda insanlar sabırsızlıkla sıra bekliyor, dertlerine deva olmasını bekliyordu.
Derdi olan hocanın karşısına geliyor, derdini anlatıyor, hoca, “hımm” diyerek ya muska yazıyor, ya da önceden yazılmış muskaları başka bir minderin altından çıkarıp adama veriyor, muskanın bir takım tariflerinden sonra, adam para teklif ediyor. Hoca hemen, “olmaz, ben şu kadar para vereceksin, diyemem, Allah’ın kelamını pazarlıkla satamam” diyor, “amma şu minderin altına ne koyarsan koy” diyor. Öyle ya, o minderin altına üç otuz para değil, derdine çare olur ümidiyle gelen insanlar, o minderin altına oldukça iyi bir para koysunlar ki, dertleri halledilsin!
Hocanın bir kardeşi de, hemen yakındaki evde muska muşambası yapıyor; hoca, muska yazdığı adama, muskanın dış etkilerden korunması için, yan taraftaki evden hoş rayihalı muşamba almasını öğütlüyor. Böylece de kardeş de bu işten yararlanılıyor.
Dışarıdaki insanlar kendi aralarında, “hoca fiyat kesmez, para almazmış” diyerek veya “iki koltuk değneği ile gelenler yürüyerek gitmişler” diyerek hocanın reklam dedikodusunu yapıyorlardı.
İşte burada durarak bir mim koyalım. Günümüzde, 21. Yüzyılın iletişim çağında, yurdum insanının nasıl bir dinsel sömürüler içinde küçük hilelilere başvurduğunun iki örneğini verdik. Geri kalmışlığımızın, geri bırakılmışlığımızın, Köyden “Kaçak Saraya” kadar daha nice örneklerini verebiliriz.
Öte yandan AKP-RTE iktidarlarının da, dinsel kökenli sömürüden nemalandıklarını ve halkımızı kandırdığını bilmemiz gerekir. Din, İman, mezhep, cami, imam hatip diyerek halkımızın, ikiyüzlü politikacılar yüzünden, dinsel nemalanma, dinsel sömürü yüzünden geri kaldığını bilmemiz gerekir. İşte bu dinsel kökenli sömürü devam ettikçe, ülkemizin çağdaşlaşması mümkün değildir. Hele laiklikten ayrıldıkça, dinsel devlet yapılanması devem ettikçe, ülkemiz asla çağdaş uygarlık düzeyine erişemez. Dünyada sadece dinle kalkınan bir ülke yoktur. Bir ülkede dincilik yarışı başladı mı o ülke iflah olmaz. Biz bunun sancılarını yaşıyoruz.
Cevat Kulaksız
ckulksizster@gmail.com
Yorum Gönder