Hüseyin Rahmi’nin ‘Şıpsevdi’ romanının girişini okursanız bir şoka
girebilirsiniz. Aradan yüzyıl geçtikten sonra, çok farklı koşullar
içinde AKP, kendi ağzıyla yineleyip durduğu Osmanlılığı, görünüşte 2.
Abdülhamit rejimini bu günkü koşullarda yinelemeye çalışıyor. İstenilen
Osmanlılık buymuş anlaşılan. Bunu uygun gören başka parti olduğunu da
bilmiyordum. Onu da öğrendim.
Bu günlerde gazetelerde çığlıklar arttı. Fakat çığlık yetmez.
Gazetelere yansımayan çığlıklar çok daha fazla. Bugün kanımca gazete
yazarının, yorumcunun çok daha önemli bir görevi ortaya çıktı. Artık
filancanının ne söylediği, falancanın ne yaptığı, birinin hırsızlığı,
diğerinin yalanı, doğru inşaat izni gibi şeyler önemli değil.
Yıkılan bir sistemde hangi kiremitin nereye düştüğü, taşın kimin
kafasını yardığı, binlerce adamın öldüğü otomobil kazalarında kimin
bacağının koptuğu haber, ama Türkiye’nin kaderi ona bağlı değil.
Bütün bunları bir arada yaşatan cehalet sisteminin politikaya egemen
olan sultasını kırmak için, düşüncenin daha üst düzeylerinde çözüm
araması gerek. Seçim öncesi ve seçim sonrası MHP Başkanını anlamak benim
idrakimi aşar. Bir gün önce hırsız dediklerini bir gün sonra olası
koalisyon olanakları içinde düşünen CHP başkanı da, benim idrakimi aşar.
Bütün bunlar, kanımca, politikanın halkın yaşamından soyutlanmış,
sadece onun şikâyetlerinin manipülasyonu üzerine kurulu zavallı bir
iktidar oyunu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu oyuna indirgenmiş politik
ortamda, Türkiye, devlet olarak hayal bile edemiyeceğimiz Yemen, Sudan
ve IŞİD’le içiçe yaşıyor.
ALAFRANGA VEYA ŞIPSEVDİ
Sevgili okuyucular,
Bu yozlaşmanın 19. yüzyılda başladığını gösteren bir yazar olarak
Hüseyin Rahmi’yi tesadüfen seçtim. Eğer okuyucular dilini anlarlarsa çok
eğlenirdirici bir yazardır.
1911’de ‘Alafranga’ adı altında tefrika edilmeye başlayan roman kısa
bir süre sonra yayından men edilmişti. Rejimi eleştiriyordu. Abdülhamid
devrildikten sonra 1914’te yeniden basıldı. Yeni adı ‘Şıpsevdi’ oldu.
Bunu ‘alafrangalığa yani çağdaşlığa karşı bir eleştiri olarak görenler
çıktı. Hüseyin Rahmi de romanın başına bir açıklama yazmak zorunda
kaldı. Bu girişin bazı bölümlerini günümüz diline çevirdim.
“Benim çağdaşlığı kötülemek için yazdığım sanılıyormuş. Bu yanlış ve
kaba bir kanıdır. Fakat çağdaşlığı züppelikten ayırmak gerekir.
Türklüğümüz ve Osmanlılığımızla iftihar ederken, yükseliş nedeni olacak
şeyleri kötülemek, yurdunu yüceltmek amacı taşıyan bir yazara yakışır
mı?” diye başlamış Hüseyin Rahmi.
“Batı uygarlığı bizi aydınlattı. Bundan sonra da gelişmemize yol
göstecektir. Despotluk yıllardır kitaplıkları engelledi. Çocukların
kalplerinde vatan sevgisini yücelten dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini
bozdu. Bütün okulları sıbyan mektebine çevirdi. Ülkenin manevi gıdası,
varlığı ve geleceğinin temeli olan yayınları yasakladı. Ülkenin
gazetelerini despotu öven, yalanları telleyip pullayan kâğıt parçaları
haline soktu. Hep bozdu, yok etti, gurbete yolladı. Fakat bu kahredici,
sindirici tavra karşın hiçbir şeyi yenilemedi.
“Maarif müfettişlerinin, gümrük memurlarının şiddetli teftişlerine
karşın özel kıtaplıkların en saygın köşelerinde gençlerin düşüncelerini
güçlendiren yabancı kitaplar var. Bu bağlamda bir şey ilgimi çekiyordu.
İkbal, Tefeyyüz, Şafak gibi parlak yayıncıların gösterişli, resmi
izinlerle yayınlanmış kitapları, yaldızlı ciltlerine karşın vitrinlerde
sinek avlarken, yabancı yayın satan kitapçılar karınca yuvası gibi
işliyordu. Babıalide buların sayısı birden dörde çıkmıştı.
“Ülkenin eğitimi iflas edince imdadına yabancı eğitim yetişti. Gözler
dışarıya çevrildi. Avrupa filozofları, tarihçileri, yazarları, şairleri
bizimkilerden fazla tanınır ve okunur oldular. Avrupa yayınları rafları
dolduruyordu. Zorbalıktan kaynaklanan yasaklardan dolayı Türkçesini
ihmal etmiş, Fransızca öğrenmiş gençlere rasladım. Avrupa edebiyatı-
üzülerek söylüyorum- yetenekli gençlerimiz üzerinde çok etkili oluyor.”
Bu arada Hüseyin Rahmi, Poincaré’nin kitaplarını cebinde taşıyan bilim düşkünü gençlerin varlığından mutlu olduğunu da yazar.
KASABIN SATIRI ALTINDAKİ KOYUN
Kuşkusuz bu gözlemler, İstanbul’un küçük bir bölgesinde yabancı dil
bilenler arasında yapılmıştır. Fakat bu ülke sorunlarının kapsamı
bağlamında açıklayıcıdır. Bugün biz öğretimi İngilizce yaptık. Bu bana
kasabın satırının altına kendiliğinden giden koyunu hatırlatıyor.
Daha sonra alafrangalığın yani çağdaşlığın baskı rejiminin nerede ise
söndürmek üzere olduğu düşünce özgürlüğü ateşinin Batıdan gelen ve umut
getiren bir kıvılcım olduğunu söyler.
Hüseyin Rahmi ‘Şıpsevdi’de bizim bugünkü alafrangalarla alay eder.
Şıpsevdi alafrangalara çağdaşı zevzeklik, züppelik, hoppalık ve
cehaletle karıştıran ve halka çağdaşı yanlış tanıtan zararlı yaratıklar
olarak bakar, onlarla alay eder.
Onun binbir ayrıntı ile alaya aldığı o küçük alafranga grup bugün
Türkiye’yi istila eden modern görünüşlü geri kafalı milyonların yanında
bir damladır ve artık alay konusu olmayacak kadar ciddidir. Bu sayısal,
niceliksel sıçrama, niteliksel bir değişmeyi de beraberinde getirdiği
için Hüseyin Rahmi’nin analizlerinden bugün için bir sonuç çıkaramayız.
Fakat onları yaratan politik baskının bugün de var oluşu toplumun
cehalet ve davranışlarında değişmeden kalmış bir kültürel niteliğe, ya
da niteliksizliğe, en azından bugünün dünyası ile uyuşmayan bir tortunun
toplumsal gelişmeyi engellediğine işaret eder.
Çağdaş nedir? Hüseyin Rahmi bu konuda kendisini yeterli bulmaz. Fakat kendince verdiği yanıtları da sıralar.
O sırada ülkelerin geleceğinin belirsiz olduğunu ve hiçbir ülkenin de
bunun dışında kalamayacağını düşünür. Manda altında yaşamak gibi
düşünceleri anımsatır. Böyle durumlarda akıllılarla ahmakların her zaman
kavga ettiklerini söyler. Bunun kültürel dengesizlik ve toplumun
zayıflığından kaynaklanan utanılacak bir durum olduğunu vurgular. Güce
güçle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomi ile, eğitime eğitimle karşı
gelineceğini, fakat Osmanlı ile büyük devletler arasında büyük
eşitsizlik olduğunu belirtir.
ABDÜHAMİT’İN BURNUNDAN DÜŞENLER
Sevgili okuyucular,
Bugün o farklar duruyor. Ama bunu yineleyen Hüseyin Rahmi’ler çok değil.
Kimi sivri akıllının ‘biz de onların kadınlarıyla evlenelim’ dediğini
söyler. Çocukları Avrupa’da okutmak, Fransızca konuşmak, ata binmek,
kumar oynamak, salon adamı olmak gibi özellikleri olan bu ‘monşer’lerin
bir kongrede ince menfaatleri belirtmekten aciz olduklarını söyler.
Diplomasiyi ağızdan dinleyerek öğrenen diplomatlara bunun okulları
olduğunu anımsatır. Bizde doğuştan şair, doğuştan yazar var. Ama
doğuştan bilim adamı, doğuştan maliyeci olmaz. Bizde Divan kâtibinden
diplomat oluyor. Dün istibdatçı olan bugün meşrutiyetçi oluyor, der.
Bu bizim, son seçim sonuçlarından sonra kimi parti başkanlarının
tutumlarıyla aynı. Abdülhamid döneminin burnundan düşmüşler. Bizim
zadegânın bütün marifeti poz, jest, kostüm. Güya öğrenmek için Avrupa’ya
milyonlar döküyorlar. Bunlar yerine öğrenci yetişseydi, der.
Türkiye’deki niteliksel değişiklik bu bağlamda çok açık. Bizim
bugünkü zadeganlarımız partilerden yetişiyor. Avrupa’da okumuyor.
Sokaklarda ve parti binalarında büyümüş halktan çocuklar. Avrupa’da
okuyanlar çoğunlukla dışlanıyor. Bu bakımdan bir halk egemenliği var.
Hatta okumuşun horlanmasını da son zamanlarda değerli büyüklerin
ağızlarından dinliyoruz. Bu demokrasi açısından iç açıcı olurdu, eğer
halktan çıkan yeni zadegânlar halka hürmet etseler, halka insan
muamelesi yapsalardı. Fakat sokak çocukları gibi ‘a… a….’ ile başlayan
yüz kızartan, çok elegan konuşmaları var.
Hüseyin Rahmi bu alafrangaların kendi düşüncelerine meftun olup,
suyun akıntısına kapılıp gidenler olduğunu ve onların dünyasında
yaşadıklarını söyler. Biz de akıntıya kapılanlarla birlikte gidiyoruz.
Laz’ın ‘Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete’ diye anlattığı
hikâyeye benziyor.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder