“Cennet de cehennem de senin içinde”.
Ömer Hayyam
Tarihçilerin, destancıların anlattıklarına göre, binli yılların başlarında çağı, insanları etkilemiş, İran dolaylarında yaşamış üç meşhur insan vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan, bilim ve felsefe adamı Ömer Hayyam ( 1048-1131), Selçuklu Sarayında iç, dış düşmanları ile didişen, Siyasetname’nin yazarı, “dünyaya hükmetmiş olan” Nizamülmülk (1018 - 1092) ve “dünyaya titretmiş olan” Haşhaşilerin başı Hasan Sabbah (1052-3—1124). Aynı binli yıllarda yaşamış, birbirinin yaşamlarını etkilemiş, yüzyıllar boyu ünleri günümüze kadar gelmiş insanı şaşırtan bu üç ayrı karakterdeki insan. Bu yazımızda bunlarla ilgili olarak yaşamlarından kısa ilginç kesitlere yer vereceğiz.
Üçü de hemen hemen aynı yıllarda okulda okumuşlardı; üçü de ayrı ayrı kendi dallarda meşhur olmuşlardı. Hayli olaylardan sonra bu üç arkadaşın buluşması ilk kez İsfahan’da büyük Vezir Nizam’ın divanında Hayyam’ın çabasıyla gerçekleşmişti. Hasan Sabbah, İslam'ın İsmaililik mezhebine dayalı olarak kurduğu Haşhaşiler tarikatı ile bilinen, bir Orta Çağ lideridir. Hasan Sabbah On iki İmam Şiiliği'nin kalesi olan Kum kentinde doğmuştur.
R.T.Erdoğan’ın başbakanken muhaliflerine, Cemaatçilere sık sık “haşhaşiler bunlar” diye dillendirdiği, söylediği, dünyanın en büyük terör, suikast örgütünü Hasan Sabah yaratmış, onun suikastçı, militan örgütüne “Haşhaşiler” denilmiştir. İşin garibi, hemen hemen aynı topraklarda, Haşhaşilerden bin yıl sonra IŞİD denilen dünyanın en gaddar terör örgütü yaratılmış. Ne hikmetse, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik gibi dinlerin doğduğu topraklarda en zalim, acımasız terör örgütleri türüyor, kan ve gözyaşı durmuyor.
Hasan Sabbah, arkadaşı olan Ömer Hayyam’ın ricası ile Büyük Selçuklu Sarayına, ülkenin gelir giderini incelemek için muhasip olarak girmiş; Kıskanan Vezir Nizamülmülk’ün, Hasan Sabbah’ın aleyhinde kurduğu bir kumpasla Sultan Melikşah’ı kızdırdığı için Hasan idama mahkûm olmuş, sonra gözlerine mil çekilmek istenmiş, arkadaşı Ömer Hayyam’ın ricası ile suçu sürgüne çevrilmiş ve Hasan Sabbah ülkeden sürgün edilmişti. Ama İsmailiye Mezhebinden olan “Çizik Yüz” denilen Hasan Sabbah, kendisine kurulan bu kumpası hiç unutmamış, Türk Selçuklu devletini yıkmak, sultan ve vezirlerini katletmek amacı ile dünyanın en büyük terör örgütünü (Haşhaşileri) kurmuştu.
Nizamülmülk’un yardımcılarından bir kısmı Ali mezhebinden(Şii), en iyi askerlerinden bazıları Ermeni, veznedarı da Yahudi olduğu halde, İsmailliye mezhebinden çekiniyordu.
Hasan Sabbah’ın yurdundan kovulmasından yedi yıl geçmişti. Bu süre içinde Selçuklu en refah yıllarını yaşamış. Öte yandan Ömer Hayyam da, Selçuklu Devletinin koruması altında, evinin üst katına bir rasathane kurdurmuş, yıldızları gözlüyor, matematikte yeni teoriler geliştiriyor, felsefi şiirlerini yazıyor, sevgilisi Cihan’la mutlu yaşıyordu.
Ayrıldığından yedi yıl sonra Hasan Sabbah, bir derviş kılığında bütün kentleri beldeleri dolaştıktan sonra, Selçuklu sarayında hayatını kurtaran arkadaşı Ömer Hayyam’ın evine gelmişti. Hayyam’ın evi herkese olduğu kadar, gezginci bilgin ve dervişlere kapısı sonuna kadar açılırdı. Kapısına dayanan bu uhrevi kılıklı adamı Ömer Hayyam tanıyamamıştı. Ağırlama ve sohbet sırasında onun Hasan Sabbah olduğunu öğrenence ona, “öç almaya mı geldin” dedi. İsmailiye mezhebinin bu derviş kılıklı adamı, yani Hasan Sabbah şöyle dedi:
“-Ben kişisel bir öç peşinde değilim, benim peşinde olduğum Türk egemenliğini yıkmak”! Selçuklu İmparatorluğunun karşısına Fedailer dikilecek. Örgütlü korkunç bir güç olarak! Sultanları, vezirleri korkudan titretecek. Şu anda Acemler Türklerin uşağı durumunda ve Nizamülmülk de bu uşakların en aşağılık olanı. Kuracağım örgütle hem ikna hem zor yoluna başvuracağım ve Tanrı’nın inayeti ile kokuşmuş iktidarı yerle bir edeceğim. Hayatımı kurtarmış olan sana söylüyorum Ömer; pek yakında dünya, çok olaylara tanık olacaksınız.”
Ömer Hayyam’ın evinde, derviş kılığındaki Hasan Sabbah gelecekteki kin, intikam, düşmanlık üstüne sohbet ediyorlardı. Dünyanın, ilmiyle, felsefesiyle tanıdığı Ömer Hayyam’ın, çağının en büyük terör örgütü Haşhaşilerin lideri Hasan Sabbah’ın arkadaş olmaları gerçekten ilginçti. Hasan Sabah konuşmasını şöyle sürdürüyordu, Ömer Hayyam’ın evinde:
“-Ben eski bir şii ailesindenim. Bana İsmaililerin mezhep sapkını oldukları söylendi. Günün birinde bir dervişle tanıştım, benimle tartıştı inancımı sarstı. Aniden hastalığım ve aniden iyi olmamdaki sırrın ve dervişin etkisi ile İsmailiye mezhebine girmeğe ahtettim.
Nizamülmülk, İsmailileri sevmiyor ve Hasan Sabbah’ı askerleri, ajanları ile takip ediyordu. Hasan Sabbah bunu bildiği için derviş kılığında ülkeyi dolaşıyor, içindeki Nizamülmülk kini ile fikrini, mezhebini gizliden gizliye yayıyor, müritlerini artırıyordu. Çünkü epey bir zaman önce, Ömer Hayyam, Selçuklu sarayında çalışırken, Nizamülmülk, Hasan Sabbah’a kumpas kurmuş, bu olayla Sultan Melikşah’ın düşmanlığını üzerine çekmişti. O nedenle Hasan Sabbah Türk sultanları ve vezirlerinden intikam almak istiyordu, bu intikam için “haşhaşiler” örgütünü kurmuştu. Hasan müritlerini öylesine yetiştirmişti ki, fedaileri hançerle tek bir darbe ile göz koyduklarının canını hemen alıyordu.
İsmailiye mezhebine hizmetle ve mürit toplamaya devam eden Hasan Sabbah, Merv, Kaşgar ve Semerkant gibi nice İslam kentlerini dolaşıp durdu; her yerde tartıştı, inandırdı, öğütledi, Selçuklu Devleti aleyhine halkı örgütledi. Her kentte bir mürit, bir fedai, gönüllü bulmadan ayrılmadı.
Böylece Hasan Sabbah vaazlı, öğütlü, örgütlü, camide değil de ayrı olarak toplananları bir başka vaiz ihbar etmiş, onların polisin cezalandırılmasını istemişti. On sekiz tarikatçı tutuklanmıştı. Birkaç gün sonra muhbir bıçaklanmış olarak bulundu. Kim Hasan Sabbah’ın fedailerini ihbar etmişse, birkaç gün içinde ihbar eden ölü bulunuyordu. Nizamülmülk ibret olması için İsmailiye mezhebinden bir marangoz yakalandı, işkence edilerek çarmıha gerildi, sonra da ölüsü kent sokaklarında gezdirildi.
Ama Hasan’ın terör ordusu, örgütü gün geçtikçe büyüyordu. Selçuklu’nun kent yollarında, ıssız yerlerde kervanları yüzleri maskeli, silahlı eşkıyalar basıyor. Kervanları, yolcuları bir kale kente götürüyorlar, birkaç gün tutulup yolcuları mezhep değiştirmeye zorluyorlar, değiştirenleri serbest bırakıyorlarken, mezhep değiştirmeyenleri öldürüyorlardı. Selçuklunun barış düzeni böylece bozuluyordu.
Hasan Sabbah, yine tebdili kıyafetle kentte dolaşırken İsmaililerin toplandığı mahallede baskınla Nizam’ın askerleri tarafından yakalandı, başına çuval geçirilip Saraya, Han Melikşah’ın huzuruna getirildi. Han, Hasan’ın bağlı ellerini çözdürdü ve yalnız görüşeceğini söyledi. Han’la Hasan akşamdan şafak vaktine kadar saatlerce görüştüler, gün ağardığından ikisinin yan yana namaz kıldıkları görüldü. Ne olduysa Sabbah’ı yakalatan komutanları teker teker öldürüldü. Sultan’ın muhafızlarının yerini Hasan’ın adamları aldı. Gözaltında olan Hasan Sabbah, her nasılsa, bir lağım kanalından kaçmayı başardı.
HASAN SABBAH ALAMUT’U ÜÇ BİN ALTINA SATIN ALDI
Bir derviş kılığında dolaşırken Alamut,u o kartal yuvası gibi mekanı uzaktan görünce Hasan Sabbah, oraya yerleşmeğe karar verdi. Alamut Kalesi bölgesinin başında Nizamülmülk’ün atadığı Mehdi Alayit olan bir vali bulunuyordu. Nurlu bir derviş kılığında valiyi ziyaret eden Hasan Sabbah, valiye kaleyi almak istediğini söyledi. Vali, o bölgenin fiyatının üç bin altın olduğunu söyledi, çünkü bu “yoksul görünüşlü dervişte bu kadar altın bulunamaz”, diye düşünmüştü vali. Ama derviş (gerçekte Hasan Sabbah) üç bin altını vererek Alamut bölgesini validedn satın aldı. Zaten Hasan Sabbah İsmailiye Mezhebinin dervişi olarak yöre halkını vaazları, telkinleri ile kendine bağlamıştı. Hasan Sabbah Alamut Kalesi’ni böylece satın alınca, kaleyi tahkime, imara başladı; tüm binlerce sadık müritlerini oraya toplayıp, müritlerini göz kırpmadan adam öldürmeğe, suikastlara, eğitime başladı. Kale içine ektiği haşhaş tarlalarından elde ettiği haşhaş zehri ile müritlerini haşhaşlayarak cinayet makinesine dönüştürdü.
Artık Hasan Sabah pek müritleri ile Alamut denilen, binlerce asker gelse ancak teker teker girilebilecek öylesine sarp bir yerde yerleşti. Haşhaşiler denilen müritleri her gün artıyordu. Durmadan Selçuklu beyleri, vezirleri en ince suikastlarla katledilmeye başlandı.
Öte yandan, Hasan Sabbah’ın öldürmek için ahdettiği Nizamülmülk, bir yanda devlet işleri, savaşlar, halka hizmet gibi konularda yoğun çalışırken, bir yandan da fırsat buldukça “siyasetname” adlı kitabını yazıyordu. Ama Haşhaşiler-Hasan Sabbah, onu “Arrani” adlı bir sadık fedaisi eliyle hançerletip katlettirecekti. Gerçekten Hasan Sabbah, müritleri eliyle muhalifleri, özellikle Selçuklu vezir ve sultanlarını, beylerini, kişileri en acımasız, isabetli saldırılarla katlettiriyordu.
Ömer Hayyam, rasathanesinde sabahlara kadar çalıştığı, gökyüzünü gözlediğinin sabahında, Nizmaülmülk’ün en sadık muhafızlarından Ermeni Vartan Hayyam’ın evine gelmişti. Devrim olmuş, Sultan Berkyaruk iktidara gelmiş, bütün saray halkı ve Hayyam’ın sevgilisi Cihan katledilmişti. Hayyam’a Vartan şöyle dedi: “Nizamiye subayları senin ölmene karar verdiler, öldürmek için ben talip oldum, görev bana verildi”. Ama Ermeni Vartan, Hayyam’ı öldürmedi, onu korumak, ona sadık olmak için söz verdi. Hayyam, o zaman tehlikede idi. İkisi, alınması gereken altın, para gibi şeyleri alarak kenti terk ettiler. Askerler onu arıyorlardı, ama Vartan’ın bir sözü ile tüm kontrol noktalarından geçtiler. Askerler, Ömer Hayyam’ın evini, rasathanesini yağmalayıp yakarlarken, Ömer Hayyam ve muhafızı Vartan İsfahan’ı terk ediyorlardı.
Hasan sabah, yerleştiği Alamut Kalesi’ni daha iyi tahkime başladı, sonra da müritlerini yetiştirmeğe önem verdi. Haşhaşilerin İmamı Hasan Sabbah, müritlerine şu talimatı veriyordu: “Siz bu dünya için değil, öteki dünya için yaratılmışsınız. Hiç balık, denize atılma tehlikesinden korkar mı? Hele fedai kurban edeceği adamın çevresine sızabilmişse? Onu durduracak hiçbir şey yapılamaz”. Artık müritleri ve Almut üzerinde mutlak bir emir komuta zinciri içinde her türlü düzenlemeyi kendi yapıyordu. Alamut ve civarında ne kadar çalgı aleti varsa yasaklanmıştı; en küçük bir kaval derah ateşe atılırdı. İçkinin cezası daha ağırdı. Hasan Sabbah’ın öz oğlu, bir akşam babası tarafından çakırkeyif yakalanınca, ölüme mahkûm edilmişti; annesinin yalvarmaların akarşı sabaha karşı kellesi uçurulmuştu, ibret olsun diye. Hiç kimse bir yudum şarap içemez olmuştu. Yörede anlatıldığına göre, Hasan Sabbah’ın ikinci oğlu, bir adam tarafından suçlanmış, iyice araştırmadan, Hasan sonuncu oğlunun kellesini uçurmuştu. Birkaç gün sonra, gerçek suçlu itiraf etmiş, o da kellesinden olmuştu.
Böylece, kendi çocuğunu bile öldürten Hasan Sabbah Alamut’da korkunç bir adalet sağlamıştı. Ama kendisi yalnızdı. Bir yandan, öylesine bir kütüphane kurmuştu ki, içinde binlerce kitap vardı, nerede bir yeni el yazması kitap yazılmış, hemen onu, parası ne olursa olsun satın alırdı.
Hasan Sabbah, tanımış olduğu insanlar arsında mertçe konuşabildiği tek insan çocukluk arkadaşı Ömer Hayyam’dı. Ona yazarak, Alamut Kalesi’ne davet etti:
“- Bir kaçak gibi yaşayacağın yerde, neden Alamut’a gelmiyorsun? Senin gibi ben de acı çektim; şimdi ise acı çektiriyorum. Burada korunursun, bakılırsın, sayılırsın. Yeryüzünün bütün emirleri gelse, saçının tek teline dokunamaz. Muazzam bir kütüphane kurdum. En nadide eserleri bulur, okur, yazarsın. Burada huzura kavuşursun”.
Ömer Hayyam İsfahan’dan ayrılalı, yanında sadık muhafızı Ermeni Vartan’la birlikte tam bir kaçak gibi yaşadı. Nizamülmülk, Haşhaş fedaisiyle katledilip ölümünden sonra, Nizam’ın bağladığı yüklü maaşı onun ölümünden sonra kesilmiş, Hayyam sıkıntıya düşmüştü. Valilerin, ileri gelenlerin yıldız fallarına bakarak geçimini sağlamağa çalışıyor. Bağdat’a gittiğinde Halife onun halkla konuşmasını, ya da kapısına yığılan kalabalıkları kabul etmesini yasaklamıştı. Hayyam’a “zındık, sapık” denmeğe başlamış, Hasan Sabbah’la arkadaşlığı dile dolanıp, konuşmalarını yarıda kesen bozguncular üzerine saldırılmakta, hakkında inanılmayacak hikâyeler uydurulmağa başlamıştı. Onlara “Batıni” deniliyordu, onlara “din sapkını, Allahsız” da deniliyordu. Hava ağırlaşınca, Hayyam ve Vartan pılıyı pırtıyı toplayıp başka kente gidiyordu. Sıkıntılı günlerden sonra Merv kentine geldiğinde yerle vali ve vezirler ününü duydukları ona destek verdiler. Hayyam bir tepeye modern bir rasathane kurarak çalışmalarına başladığında 67 yaşına gelmişti. Bir yandan da “Rubaiyat” kitabını yazıyordu. Horasan’ın başkenti Merv’de destek görmenin bir bedeli vardı. Saray törenlerine katılmak, her bayram, her sünnet, divan’da sıkı sık hazır bulunmak, duruma göre nükteler yapmak, darbımesel söylemek gibi işleri yaptırılıyor. Ama bu gibi işler onu yoruyor, rasathanedeki çalışmalarını engelliyordu.
Rubaiyat kitabını yazarak, rasathanesinde araştırmalarını sürdürerek hayat devam ediyordu.
Kitabının son sahifelerine, “şaraba karşı ver sarığını, pişman olma, yün takkeyi geçir başına” dizelerini yazdığı bir gün, uyanıp kitabını gözden geçirmek isteği ile açtığı zaman, Rubaiyat kitabının arasında Hasan Sabbah’ın, Alamut’a davet eden mektubunu buldu. Mektubu parça parça ederken dostu Vartan’a şöyle dedi:
“-O adamla ortak neyimiz var ki? Ben hayatı seviyorum, o ölümü. Ben “sevmesini biliyorsan, güneş doğmuş ya da batmış ne umurun?”diye yazıyorum. O ise, adamlarına aşkı, musikiyi, şiiri, şarabı ve güneşi yasak ediyor. Bir de üstelik cennet vaat etmeğe kalkışıyor! Kalesi cennetin kapısı olsaydı, ben cennetten vazgeçerdim. Bu sahte dincilerin inine asla ayak basmam”.
Günler böylece geçerken, bir sabah uyandığında, başucunda, bitirdiği “Rubaiyat” kitabını bulamadı, yalnız masanın üzerinde eğri hançer saplanmış, üzerinde “kitabın senden önce Alamut’un yolunu tuttu” yazılı kâğıdı buldu. Demek ki, kendi kütüphanesine koymak için, Ömer Hayyam’ın yazıp bitirdiği el yazması kitabını (Rubbaiat’ı), Hasan Sabbah müritlerine çaldırtmış, Alamut’a getirtmişti. Ömer Hayyam, Alamut’a asla gitmek istemiyordu. Ancak dostu Nizam’ın ölümü ile kitabının çalınmasına ağladı durdu. Kendini ustaların kitaplarını okumaya, araştırmaya verdi. Yaşlanmıştı. İbni Sina’nın “tedavi” kitabını okurken, rahatsızlandı, yakınlarını çağırıp vasiyetini yazdırdı, sonra yatarken duasını şu sözlerle bitirdi: “Tanrım, elimden geldiğince seni algılamak istedim. Senin hakkında bildiklerim, sana ulaşmanın tek yolu olduysa, beni affet!” İnsanlığın ender yetiştirdiği gökbilimci, matematikçi, gönül, felsefe insanı Ömer Hayyam, 84 yaşında gözlerini hayata ebediyen kapatırken tarihler 4 Aralık 1131 u gösteriyordu.
Hayyam’ın mezarının üstünde şu dizeleri çiçeklerle uçuşuyordu:
“Denizde boğulan su damlacığı,
Toprakta eriyen toz zerreciği,
Bu dünyadan geçişimiz nedir ki?
Değersiz bir böcek,
Bir göründü, bir yok oldu”.
Ömer Hayyam’ın başucundan Haşhaşi fedailerince çalınan “Rubaiyat” adlı kitabı, Hasan Sabbah’ın Alamut Kale’sindeki gizemli odasının bir duvarına gizlenmişti.
İkinci arkadaş Hasan Sabbah 80 yaşında ölürken, 34 yıl boyunca Alamut’taki odasından çıkmamıştı. Am müritleri gözlerini kırpmadan görevlerini yapıyorlardı! Bunu başka bir yazımızda irdeleyeceğiz. Üçünücü arkadaş Nizamülmülk, Haşhaşi fedaisiyle katledilmişti, bunu da önce başka bir yazımızda anlattık.
BİN YIL ÖNCE BİN YIL SONRA
Bin yıl önce yaşamış, yaşadığı çağda devlet adamlarının Türk Hükümdarı Melikşah’ın, veziri Nizamülmülk’ün, hele en tanınmış Haşhaşilerin başı Hasan Sabbah’ın takdir ettiği, el üstünde tuttuğu, sevip saydığı bilim adamı Ömer Hayyam, yazdığı felsefik rubailer, Astronomi ve matematik alanında engin çalışması ile çağın en beğenilen bilim ve düşün adamıdır.
İşin garibi, binli yıllardan iki binli yıllara geldiğimizde, yine bir Türk yöneticisi, Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ve aynı düşüncede olan zevat tarafından, bin yıl önce el üstünde tutulan Ömer Hayyam’ın yazdıkları ile besteci Fazıl Say şahsında nefretle anılarak, mahkemelere veriliyordu. Bin yıl önce el üstünde tutulan bilim adamı Ömer Hayyam, bin yıl sonra yargılanıyor. Kendi kendimize sormadan edemiyoruz, acaba bin yıl önce Türkler daha mı özgür ve aydındı; bin yıl sonra RTE-AKP ve yandaşları eli ile Türkler daha da geriye mi götürüyor, diye söylenmekte ve düşünmekten kendimizi alamıyoruz! Çünkü Ömer Hayyam, dünyanın her yerinde bilim ve felsefedeki gayreti beğeni ile anılırken, hele günümüzde dünyanın takdirle andığı Fazıl Say böylesine sevilirken, Hayyam’ın rubailerini okudu diye, günümüz AKP-RTE iktidarınca, her ikisinin de düşmanca, nefretli tavırla yargılanması, dışlanması çok hazin bir durum değil mİ? Bu bizim kültür bağnazlığımızı acı bir şekilde göstermez mi?
Hele gazeteci kökenli, aydın bildiğimiz AKP Milletvekili Şamil Tayyar’ın, sosyal paylaşım sitesinde şu twıtıne ne dersiniz. “…Fazıl Say hangi kerhanede dünyaya geldi”.
Ömer Hayyam, bin yıl önce, devrin yobazlarını eleştirmek için aşağıdaki mısralarla alaya almıştı. Fazıl Say da bunu söyledi, sosyal paylaşım sitesinde paylaştı diye yargılanıyor.
“Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i ala meyhane midir?
Her mümine 2 huri vereceğim diyorsun
Cennet-i ala kerhane midir?” Ömer Hayyam.
Kaynak: Semerkant Amin Maalouf YKY 2003
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder