Ekim 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Türkiye’de her kavram; konturları belirsiz, sıvılaşmış bir toplumsal kargaşada yüzüyor. Kaygan ve ele avuca gelmiyor. Her tür hak ve özgürlük var ama alan ve veren belli değil. Şaşılacak bir dönüşümle, 1980’den bu yana, içeriksiz bir kültür ortamında toplum düşünsel dengesini yitirdi. Sınırları belirsiz bir otorite çukurunda, ayakta durmaya çalışıyor.
Politik Sıvılaşma ve Mizah - Doğan Kuban

Gerçi ülkede 1946’dan bu yana çiviler çıkıyordu. İki Dünya Savaşı yeni ve değişik bir Anglosakson İmparatorluğu doğurdu ama Türkiye’nin yeniden şekillenemez, yeniden yoğrulamaz, yeniden bir biçim kazanamaz duruma dönüşeceğini ve çağdaş toplum amaçlarını dışlayacağını düşünememiştik. Türk toplumunun sayısal büyümesine paralel bir bilgi ve olgunluk dönemine ulaşacağından kuşku duymamıştık. Bu bizim gibi doğuştan Cumhuriyet kuşağının asil üyesi olan yaşlılar kuşağında, politik, dini, ulusalcı ideolojilerden çok farklı bir çağdaşlık, dünyaya yetişme ideolojisi, bir tür Kızıl Elma idi.
Bugünkü durumun çivisi çıkmış. Çünkü sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın geleceği hakkında bilimsel öngörüleri dinleyen politikacılar, sanayicileri dinleyen toplumlar, gazete okuyanlar, sokaklarda aç dolaşanlar, dünyayı idare ettiklerini sananlar da bir şey anlamıyorlar. Bozulmuş makineyi bir gün çalıştırdıkları zaman sevinen tamircilere benziyorlar. Bir gün sonrasını göremeyenlere de uzman deniyor. Türkiye’de de, dünyada da ‘böyle başa böyle tıraş’ deyimine uygun bir ortam var. Dünya bu kadar kırılgan durumlara 1918’de, 1945’te, Komünist Rusya çözüldüğü zaman da düşmüştü. Arap Baharı da bunun üzerine tüy dikti.
Plansız kentlere dolmuş, ömürlerini yollarda harcayan insanlar, kardan adam gibi yükselen, boş alanları, kesilen ormanları dolduran gökdelenler, eğitim yaftası altında içeriksiz masal öğretimi. Maçlar, reklamlar, tüketim, yolsuzluk ve cinayet güncel konular. Otomobiller Afrika’dan boşanmış çekirge sürüleri gibi hepimizi esir etmiş. Her dakika sizi soyacak bir tüketim etkinliği, dünyanın birileri için çalışan bir pazar olduğunu, telefonunuzu çaldırarak anımsatıyor. Bu, cahil ve geri kalmış toplumun görünümü. Toplumların, milyarlarca insanın içine düştüğü zavallılık, bu durumun sorumluları gibi görünenlerin gazetelere düşen zavallı serüvenlerinden binlerce kez daha önemli.
Gazeteler, televizyonlar, telefonlar, sirenler, motor sesleri, mitingler, birtakımı sakin, birtakımı gürültücü kalabalık. Herhalde eski çağlarda, hele top olmadığı zaman savaş bile böyle bir gulgule değildi. Bu hastalığın ne hastanesi var, ne de doktoru.
Toplum kendisi kaburgasız olduğu için tümel kaburgasızlığı ve kırılganlığı anlamıyor. Fakat yanlısı, yansızı, karşıtı koyu bir afyon sersemliğinde, anlaşılan hoş rüyalar bile görüyor.
İNSANLARIN HAYAL GİBİ DOLAŞTIĞI DÜNYA
1970’lere kadar (50 yıl öncesi) Türk insanının hiçbir şeyden haberi yoktu. Uyanmış genç insanların çabaları kalabalıklara ulaşmıyordu. İletişimin yoksulluğu bilgisizliktir. Bu uzun vadede okulları bilgi veren kurumlar olmaktan uzaklaştırdı. Bugün iş dünyasının ve politikacıların satın aldığı iletişim kurumları reklam levhası niteliğinde. Dünya, kişilerin çektikleri acılar dışında, bir gezici komedi sahnesi gibi çalışıyor. İnsanlar köle, robot, budala ve kaburgasız oldular. Bu, her olanağı geri tepmiş, her şeyi illüzyona çevirmiş, bitmiş bir dünyadır. İnsanlar ortada hayaller gibi dolaşıyorlar. Gülen de çok. Umutsuzluktan neredeyse göbek atacaklar.
‘Ne olacak halimiz?’ dendiği zaman gülmeye başlıyorum. Ortalık bu kadar kaburgasız sözle dolunca insan ciddi düşünmesini beceremiyor. İşi, Evliya Çelebi gibi, lubaiyat’a yani güldürüye vuruyorum. Güldürü insanı çakırkeyif yapıyor. Can sıkıntısına iyi geliyor.
Eminönü meydanında gazeteci ve bir AKP’li konuşuyorlar:
Gazeteci- Bu tapelerde başbakan ve oğulları arasında geçen olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP’li- Çalıyor olabilir ama çalışıyor.
Dilimizi öğreniyoruz. Türkçe de ÇALmak , ÇAL-ışmak aynı kökten geliyormuş. Halkımızın açıklaması uyarıcı. Bu bir göçer yorumu. İki tür çalmak var: İş yapmadan ÇALmak, iş yaparak ÇALmak. İkisi de ÇALışma gerektiriyor. Örneğin ÇApul için komşu kabilenin ÇAdırlarını bastınız. Kadın, çocuk, hayvan, eşya ne varsa götürdünüz. Bu ÇApul yaparak yani ÇAba göstererek ÇALmak oluyor. Ama geçerken tezgâhtan bir şey yürüttünüz. Bu düz ÇALma. Rüşvet de düz ÇALma. Bu yerleşik dönem etkinliği.
Eh, bugün de yerleşik bir yaşamımız var. Oysa göçer yerleştikten sonra, örgütlenip bir beylik kurduğu zaman yaşam zorlaşmıştı. Çalışmak gerekiyordu. Uzun yüzyıllar düşündükten sonra çaresini buldular. Ülkenin yarısı hassa mülkü oldu. Çalışanlar da Müslüman olan dönmeler. Türk dili uzmanlarından özür dilerim.
ÇALIYOR AMA ÇALIŞIYOR
Bunlar kuşkusuz şaka. Fakat yaşamımı ve özellikle Türk geçmişini düşününce bu etimoloji (İştikak) hikâyesi hoşuma gitti. Şoför ‘çalıyor’ ama ‘çalışıyor’ dedi. Bende ona ‘sende çalışkan bir adamsın!’ dedim, hoşuna gitti. ‘Ne kadar çalıyorsun?’ diye sordum. Arabayı durdurdu, küfretti. O zaman anladım. İdare edilen fakir, fukara için çalmak kötü şey. Fakat idare eden için uygun.
Osmanlı padişahlarını düşününce ayıldım. Onlar da haklıydı. Haraç ve çapul gelirinin hatırı sayılır bir yüzdesi sultanın. Devlet-i Seniyye’nin bekası için. Çalışan esir de parayı ona getirecek. Padişah haklı. Harem’de 200 kadın, sarayda 5000 kişi çalışıyor, aşağıdakiler çalışıyor. Çalışıyorum, çalıyorum. Çalışıyorum demek ki çalıyorum. Türklerin çok çalışması gerekiyor. Bütün bu felsefeye kılıf giydirmek gerek.
Bunları düşünerek ‘Eski dünya bitti’ demek iki anlam taşıyor: adaleti, özgürlüğü, öğretimi yeniden tanımlayın! Ya ilerisi için, ya geriye dönmek için. Geriye dönmek daha kolay. Onu bildiklerini sananlar geriye dönmek istiyorlar. Ne var ki geriye otomobile binerek dönülmüyor.
YALAN VE YANLIŞ: DİL İLE YAŞAMIN ORGANİK BAĞI
Bu eğri büğrü ortamda şaşırıp etrafa bakarken Türk dili beni bir kez daha aydınlattı. YAlan ve YAnlış sözcükleri de ‘YA’ ile başlıyor. Bunu yorumlarsak yalan söylemek istemedi, yanlışlık yaptı anlamına geliyor. Böylece Türk dili ile yaşam arasındaki organik ilişkinin Türk ulusunun namusunu temize çıkaracak bir gerçeği aydınlattığını görüyorsunuz.
Bunun son açıklaması sayın birinden geldi: ‘günah özgürlüğü’ de dinimizde var’ demiş.
Bu tarihi ve dinsel yorumları temel alırsanız, Türk ve Müslüman olarak istediğiniz kadar çalabilir ve yalan söyleyebilirsiniz.
Yalnız bir sorun var:
Türkiye’nin dışında Türk ve Müslüman olmayan yedi milyar insan yaşıyor. Bizim gibi düşünmeyebilirler.
Bu da Yalan olabilir mi?

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Atatürk gibi olmak kolay mı? - Gündüz Akgül
Taklit (benzemek) etmekle Atatürk olunmuyor beyim…
Atatürk;
Devrimciydi…
Aydınlanmacıydı…
Öngörüsü güçlü bir liderdi…
Çağdaştı…
Laikti…
Cumhuriyet sevdalısıydı…
Yurttaşlar arasında dil, din, mezhep ayırımı yapmazdı…
Yurtta barış, dünyada barış parolasıyla barışçıydı…
Halk adamıydı…
Kadını birinci sınıf yurttaş kabul ediyordu…
Özgürlüğüne kavuşmak isteyen tüm ulusların örnek lideriydi…
Görüyorsun işte…
Atatürk gibi olmak sandığın kadar kolay değil beyim…
Atatürk, 1933’te 10’uncu yıl söylevini coşkuyla söylediği mikrofonu ile hala heyecan ve hayranlık yaratacak şekilde gündemdedir…
Bilinsin ki o mikrofonda konuşmakla Atatürk gibi olunmuyor…
Hele hele Mustafa Kemal diyerek, Atatürk’ü es geçmekle, hiç Atatürk gibi olunmuyor beyim…
Yıllar önce bir paşa ona benzemek istemişti. Aradan 10 yıl geçmeden adı tarih sayfalarında faşist olarak anılmaya başlandı bile…
Atatürk’e benzemeye çalışmayı  kolay mı sandın?..
İyisi mi yol yakınken bu sevdadan vazgeç…
Bakın Atatürk için ne dediler…
“Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’TÜR. Çünkü O, yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir.” Bill Clinton…
“ATATÜRK sağ olsaydı, dünyanın görüntüsü bugünden çok başka olurdu. Keşke sağ olsaydı da, biz o büyük adamın izinden gidebilseydik.” W. Churchill…
“Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.” Franklin D.Roosevelt…
“Askerlik dehasıyla, insanlık idealini O’nun kadar nefsinde birleştirmiş bir adam tanımıyorum. Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim.” General Douglas Mc Arthur…
“Atatürk, bütün insanlık için gerçek bir onur simgesi.” UNESCO…
“Kahramanlıklarını göz önüne aldığımda, özetle diyebilirim ki, tarihte ülkesi için, Mustafa Kemal Atatürk’ten daha büyük işler başarmış hiç kimse yoktur.” Tarquin Olivier
20 ve 21. Asırda bu övgüleri hak eden bir lider biliyor musun beyim?..
Ben bilmiyorum…
Mustafa Kemal kahramanlığın, Atatürk devrimlerin simgesidir…
Kahraman Mustafa Kemal’i, devrimci Atatürk tamamlar…
Korkma söyle…

31.10.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Güncelliğini Yitirmeyen Yazı - Gündüz Akgül
Sevgili Dostlar,
Bundan yedi yıl önce, Büyük önderin en büyük eseri ve devrimi olan Türkiye Cumhuriyetine, yapılan saldırıları görmüş ve aşağıda ki yazı ile dile getirmiştim.
Aradan geçen yedi yıl içinde bu saldırıların tavan yaptığını ve Cumhuriyetin büyük yaralar aldığını, yazının hala güncelliğini yitirmediğini gördüğümden tekrar bilginize sunmak istedim.
Tüm Cumhuriyet sevdalılarının bayramı kutlu olsun…
İşte o yazı…. G.A.

ELVEDA DOSTLARIM (1)!...

Ben,
19 Mayıs 1919 da Samsun’da bir güneş gibi doğan büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün üstüne titrediği çocuğuyum.
Anam ANADOLU,
Doğum tarihim 29 Ekim 1923,
Adım CUMHURİYET.
Ata’mın, anam Anadolu’ya geldiği 19 Mayıs 1919 günü ülkemi işgal eden Emperyalist devletlere karşı başlattığı kurtuluş savaşının utku ile bittiği 9 Eylül 1922 tarihinde, güzel İzmir’in işgalden kurtarılışından yaklaşık 1 yıl 1 ay 9 gün sonra dünyaya gelişim; aydınlığın, çağdaş uygarlığın, gerçekleştirilen tüm devrimlerin, hızlı kalkınmanın, ümmetten-ulusa, hilafetten-demokrasiye, tebaadan-yurttaşa, cemaatten-topluma geçisin başlangıcı sayılır.
Bu nedenle Atam,  aydınlık yarınlarınız için ne denli önemli olduğumu belirtmek ve beni tehlikelerden korumak için;
       “Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir.” (1923)
       “Bütün dünya bilsin ki, benim için bir yandaşlık vardır: Cumhuriyet yandaşlığı”(1924)
   “Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.” (1925)
  “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diyerek sizleri uyarmış ve yol göstermişti.
Ayrıca, ölümünden sonra beni “ilelebet” yaşatmak için, çok güvendiği Türk gençliğine emanet ederek,
Ve gençliğe,
“ Ey Türk gençliği!
  Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni,  ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.” Görevini vermişti.
Dünyaya geldiğim günü size ulusal bayram olarak armağan eden, Atam, onuncu yaş günümde size seslenirken, “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı'na başladığımız 15'inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!” diyerek, benimle gurur duyduğunu sizinle paylaşmıştı.
Benim için yazdığınız şiirlerde,
 “Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.”
                xxxxxxx
 “Çekilmiyor bunca zulüm
 'Ya istiklal ya da ölüm'
Parolası özgürlüğün
Cumhuriyetle yazıldı” demiştiniz.
Ve
Benimle, bağımsızlığın, aydınlığın, dünya ulusları karşısında dik duruşun onurunu yaşamıştınız.
Ata’mın, hayata gözlerini yumduğu 10 Kasım 1938 tarihinde saat 9’u 5 geçe ye kadar bu coşkuları hep birlikte yaşamıştık.

Ondan sonra başlayan duraklama dönemi sonrasında, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlerle iktidarı ele geçirenler, bana karşı olan davranışlarına hız vererek geriye gidişin sinyallerini verdiler. Çünkü onların karanlık dünyalarını aydınlatan ışığım onları rahatsız etmeye başlamıştı. Yeraltında örgütlenen karşı devrimciler her geçen gün karanlık yüzlerini göstererek yer üstüne çıkmaya ve bana saldırmaya başladılar.
Sevgili dostlarım, sizler bir şey olmaz diyerek saldırıları hep hafife alırken, her saldırı sizler adına bende büyük acılara neden oldu.
Benim ayrılmaz bir parçam olan laikliği, dinsizlik olarak göstermeye kalkışarak dostlarımı bana karşı kışkırtmaya çalıştılar.
Oysa Atam, insanların dinlerini özgürce yaşaması içinde sizlere yol göstermiş,
Ve
“Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir.”
“Din bir vicdan meselesidir. Her kes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz”
        “Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiçbir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz” demişti.
        Din simsarları laikliği böyle anlamak istemediler. Çünkü ben ve benimle birlikte gerçekleştirilen devrimler “ilelebet” yaşadıkça, bu simsarların başarı şansı yoktu. Onun için başarmalarının tek koşulu beni ortadan kaldırmaları gerekiyordu.
      Ben henüz 2 yaşında iken bunun ilk denemesini, 1925 yılında yaptıkları başkaldırı ile yaptılar. (Şeyh Sait İsyanı), ikincisi ise çocukluğumu yaşadığım 7 yaşında yani 1930 yılında Menemen’de gözleri dönmüş bir yobaz güruhu tarafından uğruma şehit olmayı göze alan Mustafa Fehmi Kubilay’ı canavarca şehit ederek gösterdiler. (Menemen Olayı), Atam’ın kararlı ve ödün vermeyen kişiliği ve beni “ilelebet” yaşatmanın engin arzusu sayesinde her iki başkaldırının da başarısızlıkla sonuçlandığını biliyorsunuz.
O günden bu güne kadar karşı devrimciler, kökten dinciler, aydınlıktan rahatsız olan yarasalar durmadılar. Beni yok etmek için hep çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar.
Bu gün gelinen noktada, emperyalist güçlerden, adımın önüne numara koyarak kullanmak isteyen işbirlikçilerden (numaralı Cumhuriyetçiler), Soros’un beslemeli tosuncuklarından aldıkları güçle nerede ise başaracaklar. Artık rahat nefes alamıyorum. Her cepheden saldırıya geçerek beni yaralamaya, aydınlığımı karartmak için çamur atmaya başladılar.
    Benden yana olanlar ve kendilerini “Cumhuriyet sevdalıları” olarak tanımlayanlar, gaflet (aymazlık) uykusunda olacaklar ki bu saldırılara karşı ses sedaları çıkmıyor. Ata’mdan aldığım güçle tek başıma ayakta durmaya ve çocuklarınızın aydın geleceklerini karartmamaya çalışıyorum.
    Oysa beni “ilelebet” yaşatmak için hayatlarını veren, Mustafa Fehmi Kubilay, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun, Kemal Türkler ve daha nice yiğitler biliyorum.
   Elimde kalan ve Anam Anadolu’nun 28 Ekim 1923 gecesi beni doğurmak için sancılar çektiği Çankaya kalemi de kaybetmiş bulunuyorum.
Birileri çıkıp “ne kalesi, hangi kale” demeye başladı;

Bu Kalenin, Aydınlığın, özgürlüğün, akıl ve bilimin, onurun, dahası Atam, Mustafa Kemal Atatürk’ün kalesi olduğunun bilincinde dahi değiller.

Şu günlerde hazırlanan ve gerçek amaçlarını gizlemek için adını “sivil Anayasa” olarak koydukları Anayasa taslağı ile ayakta durmamı sağlayan tüm dayanaklarımı da yok etmenin gayreti içinde olanlara karşı, tıpkı Çanakkale’de, Conkbayırı’nda, Seddülbahir’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da, özgürlükleri için çılgınlaşan dedeleriniz gibi direnip, benim yanımda saf tutmaz ve gaflet (aymazlık) uykusundan uyanmazsanız ve emanet edildiğim Türk gençliği de beni korumak ve savunmak için, muhtaç olduğu kudretin, damarlarındaki asil kanda, mevcut olduğunu anımsayıp harekete geçmez ise,
Ben,
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ve Anadolu’dan olma 29 Ekim 1923 doğumlu CUMHURİYET olarak, siz dostlarıma elveda demekten başka yapılacak bir şeyin olmadığını söylemek istiyorum.
Elveda Dostlarım…..                

01.10.2007
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Cumhuriyet'in Göz Yaşları - Güner Yiğitbaşı
Bugün, 29/Ekim/2014 günlerden çarşamba. Cumhuriyet kurulalı 91 yıl olmuş, aradan geçen bunca yıla baktığımızda, Cumhuriyetimizin daha bir güçlendiğini ve kök saldığını düşünmemiz lazım değil mi?

Ama nerede, Cumhuriyetimiz, geçen her yılın sonunda daha da güçleneceğine, ters orantılı olarak güçsüzleşiyor ve yozlaşıyor, ne kadar acı değil mi? Acı ama, maalesef gerçek bu.

Türkiye Cumhuriyetinin yerinde yeller esiyor. “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi, devletin resmi kuruluşlarına ait tabelalardan kaldırılmış ve örneğin “Türkiye Cumhuriyeti Adana Valiliği” ibaresi, yerini “Valilik” ibaresine bırakmış olup, Türkiye Cumhuriyetinin Valilik makamı, kömürlük,odunluk der gibi, Valilik haline getirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, çözüm süreci adı altında bölünmenin eşiğine getirilmiş,Türkiye Cumhuriyetinin insanları, din, mezhep ve etnik kökenlerine göre kamplara bölünmüş ve ayrıştırılmış, Türkiye Cumhuriyetinin şu anda Cumhurbaşkanı olan zat, kaçak ve mahkemelik olan yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşınarak, bu sarayın açılış töreni ile Cumhuriyetin 91. yılının kutlanması törenini aynı güne denk getirerek, Cumhuriyetin 91.kuruluş yılı kutlamalarını, kaçak sarayının açılış kutlamasına boğdurmak istemiştir. Yeni sarayında  Cumhuriyetin 91.kuruluş yıl dönümünü kutlama amaçlı olarak düzenlediği resepsiyonun davetiyesinde kendisini Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak taktim edecek yerde, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatını kendisine yakıştırabilmiştir.

İş başındaki iktidar, gücü yetse ve  elinden gelse, Cumhuriyet kutlamalarını toptan yasaklayacaktır. 2011 yılında Van depremi bahane edilerek bu da denenmiştir.

2011 yılının 29 Ekiminde, bu yasaklama nedeniyle kaleme aldığımız, “ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!” başlıklı yazımızı, 2014 yılının  29.Ekiminde de aşağıda aynen yayınlamak istiyoruz. Buyurun hep birlikte yeniden okuyalım.

“ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!


Ben, Van ve Erciş de yüzlerce kişinin enkaz altında kalarak öldükleri depreme Erciş de yakalanarak enkaz altında yaşamını yitiren onlarca öğretmenden biriyim.

Ben, Cumhuriyet çocuğuyum, bu nedenle, Cumhuriyetin kazanımlarından yararlanarak ve Cumhuriyetin ilkelerini benimseyerek okudum ve öğretmen oldum.

Cumhuriyetin kazanımlarını ve ilkelerini benimseyerek, bunların savunuculuğunu yapacak ve Türkiye Cumhuriyetini daha da ileriye götürecek olan genç nesiller yetiştirmek üzere, tüm sıkıntılarına, yokluklarına ve zorluklarına katlanarak, Erciş ilçesinde severek ve isteyerek öğretmenlik yapmaya başladım.

Hayatın cilvesi işte, her şey iyi ve yolunda giderken, tabii bir afet olan depremin, Van ve Erciş'i vurması üzerine, yıkılan bir binanın enkazı altında kalarak, hayata veda ettim.

Beni bu fani dünyadan uzaklaştıran depremden üç beş gün sonra, 29.Ekim.2011 de, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümü kutlanacaktı. Tek arzum; öğrencilerimle birlikte 29.Ekim Cumhuriyet Bayramını kutlamak ve bu vesileyle, ülkemizde Cumhuriyeti kuran Atamızı ve diğer büyüklerimizi anıp, onlara şükranlarımızı sunmak ve öğrencilerime, Cumhuriyetin ilkelerini ve pozitif kazanımlarını anlatarak, onların Cumhuriyetin ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimize dört elle sarılmalarına katkı sağlayabilmekti.

İnanın, depremde enkaz altında kalarak bedenen sizlerden ve aile yakınlarımdan ayrılmış olmam, beni  hiç üzmedi, tek üzüntüm, 29.Ekim.2011 tarihinde Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümünü kutlama imkanından mahrum kalmış olmamdı.

Aslında daha yolun başındaydım ve bu vatana ve bölge halkına yapacağım ve yapmak istediğim daha çok güzel şeyler vardı. Ancak, benim için kısmet bu kadarmış.

Ülkemizde, Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda yetişmiş, insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş çok sayıda insan ve öğretmenin var olduğunu bildiğim için,  deprem yüzünden hayatımı kaybederek, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümünü kutlayamamaktan kaynaklanan üzüntüme rağmen, teselli buluyor ve gözüm arkada kalmıyordu.

Canlı bedenim sizlerden ve ülkemden kopmuş olsa da, ruhum sizlerle ve ülkemle birlikte tüm canlılığı ile yaşamaya devam edecek, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının yadigarı olan, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin yaşatılması ve daha da ileriye götürülmesi için yapılacak olan icraatları uzaktan izleyerek, teselli bulacaktım.


Biliyordum ki; benim yapamadıklarımı, arkamda bıraktığım arkadaşlarım yapacaklar, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88.yıl dönümü, tüm ülkede coşkuyla kutlanacak, Cumhuriyetimizi kurarak bize emanet eden Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, minnetle anılacak, bu coşkulu kutlamalarla, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin her kesimden tüm iç ve dış düşmanlarına korku salınacak ve  hak ettikleri cevap verilecekti.

Heyhat!

Bir de ne duyayım; her fırsatta insan hak ve özgürlüklerinden, demokrasiden, Cumhuriyetten dem vuran ve daha özgür bir yeni Anayasa yapma hazırlığında olan Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, bir genelge yayınlamış ve tüm yurtta, çelenk sunumu ve tebriklerin kabulü dışında, Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümü olan bu seneki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ve resmi geçit törenlerini  iptal etmiş.

Gerekçe olarak da, benim de enkazı altında kalarak hayata veda ettiğim Van depremini göstermiş. Asıl beni üzen husus da, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptaline, benim de enkazı altında kalarak bu hayattan göçmeme neden olan  Van depreminin gerekçe yapılarak, benim cansız bedenimin, bu gereksiz iptal kararına alet edilmiş olmasıdır.

Oysa ki, benim tek arzum ve vasiyetim, geride bıraktığım arkadaşlarım tarafından, Cumhuriyetin 88. kuruluş yıl dönümü olan 29.Ekim.2011 bugün, Cumhuriyet Bayramının coşkuyla kutlanmasıydı. Şunu da ilave edeyim; Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal ettiniz ama, görüyorum ki, ölenle ölünmüyor ve herkes, olduğu gibi günlük yaşantısına aynen devam ediyor.

Kaldı ki, ülkemiz, tabii afet olsun, PKK terörü olsun çok sık aralıklarla onlarca toplu ölümlere maruz kalıyor, bu koşullarda, Milli Bayramlarımızı iptal etmeye kalktığımızda, hiçbir bayramı kutlama imkanı bulamayacağımız çok açık. Önümüzde, bir de dini Kurban Bayramı var. Kurban Bayramı için Sayın ERDOĞAN ne düşünüyor bilemiyorum.

İşte, en önemli Milli Bayramız olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının, hem de, benim de içlerinde bulunduğum Van depreminde ölenler gerekçe gösterilerek iptal edilmesiyle, şimdi ben gerçekten öldüm.

Sizlerin, kutlanması yasaklanan, ancak hepinizin gönüllerinizde yürekten kutladığınızdan emin bulunduğum 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.

Hoşça kalın. 29.Ekim.2011”


2011 yılında, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının yasalandığını duyunca, “şimdi ben gerçekten öldüm” diyerek feryat eden ve makalemizde, hayali ve sembol olarak kullandığımız ve konuşturduğumuz, Van depreminde ölen cumhuriyet çocuğu fedakar öğretmenimiz gibi, biz de tüm okurların ve Türk Milletinin Cumhuriyet Bayramını yürekten kutluyor, ülkemizi emperyalist düşman devletlerden kurtararak Türkiye Cumhuriyetini kuran Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarını saygıyla ve rahmetle anıyoruz.

29/Ekim/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Cumhurbaşkanımı arıyorum! - Gündüz Akgül
Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir…
Türkiye Cumhuriyetinde, egemenlik kayıtsız ve koşulsuz ulusa ( millete) aittir…
Ulus bu egemenliğini, Anayasanın koyduğu kurallara göre yetkili organlar eliyle kullanır…
Bu organlar, Yasama Yürütme ve bağımsız Yargıdır…
Anayasada yapılan değişiklikle, Devletin başı olan Cumhurbaşkanı, Cumhur ( Halk) tarafından seçilir…
Cumhur tarafından seçilen Cumhurbaşkanı, Anayasanın emredici kuralına göre seçildiği andan itibaren partisi ile ilişiği keser…
Cumhurbaşkanı kendisine oy verenlerin değil, 75 milyonu oluşturan tüm yurttaşların Cumhurbaşkanı’dır…
Seçilen Cumhurbaşkanı, Büyük Türk Ulusu ve tarih huzurunda namus ve şerefine üzerine, Anayasada yazılı andı içerek görevine başlar…
Bu antta, yurttaşlarına verdiği sözler vardır…
Bu sözlere baktığımızda;
-Devletin varlığı ve bağımsızlığını,
-Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü…
-Milletin kayıtsız ve koşulsuz egemenliğini…
KORUYACAĞINI…
-Anayasaya,
-Hukukun üstünlüğüne…
-Demokrasiye…
-Atatürk ilke ve devrimlerine…
-Laik Cumhuriyet ilkesine…
BAĞLI KALACAĞINI…
-Üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getireceğini…
Söylediğini görmekteyiz…
Bu sözler yerine getirilmekte midir?..
Ne yazık ki evet demek olası değildir…
Örneğin;
-Seçilmeden önce Genel Başkanı olduğu partisi ile ilişiğini kesmemiştir. Hala alanlarda parti Genel Başkanı gibi konuşmalar yapmaktadır…
-Atatürk’e ve İsmet İnönü’yü kastederek “iki sarhoş” dediği…
-Atatürk’le ilgili ne varsa hepsini ortadan kaldırmaya çalıştığı…
-Mahkemelerce verilen durdurma kararlarına uymadığı…
-Uyulması zorunlu Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla, laikliğe aykırı dini simge olduğu ve kamu alanında kullanılamayacağı belirtilen türbanı, yönetmeliklerle her alanda serbest bırakılmasının önderliğini yaptığı…
-HSYK üyeliğine yandaşlarını seçerek, yargı bağımsızlığını göz ardı ettiği…
Net bir şekilde görülmektedir…
Geçmişte;
‘‘Hem laik hem Müslüman olunmaz. Bu millet isterse laiklik tabii ki gidecek’’
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır.”
“Ata'ya saygı durusunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok.”
“Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.”
“Türban kararını veren mahkemeye, efendi bu senin değil, Diyanet’in işi”
"Bu karar yargı açısından yüzkarasıdır.”
“Elhamdülillah şeriatçıyız.”
“Bu düzenin koruyucusu olamayız, mümkün değil.”
''Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın kimi kararları bizi çıldırtmıştır''
“Demokrasi amaç değil, araçtır”
Dediğini biliyoruz…
Bu sözlerinden vazgeçtiğine dair bir belirti görülmemektedir…
Geçmişteki söylemlerinin tümü, içtiği antta cumhura verdiği sözlere tamamen aykırılık oluşturmaktadır…
Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan bir isteğim var…
Seçilmeden önce Genel Başkanı olduğun parti ile siyasi yaşamını devam ettirdiğin önceli partilerin Anayasa Mahkemesi kararlarıyla laikliğe aykırı eylemlerin odakları olduklarını biliyoruz…
Buna karşın;
-Mensubu olduğun parti le ilişiğini keserek…
-Size oy veren, vermeyen 75 milyonu oluşturan tüm yurttaşların Cumhurbaşkanı gibi hareket ederek…
-Tarafsız bir şekilde görev yaparak…
-Bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyetin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün makamında oturduğunu unutmayarak…
Laik Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olduğunu kabullenerek…
-Bu gün ve geçmişteki tüm söylemlerini görevin süresince unutarak…
75 milyonun bir bireyi olarak Cumhurbaşkanımı aramaktan vazgeçmemi sağlayarak…
Cumhurbaşkanım  olur musunuz?..
Yoksa aramaya devam edeceğim…

28.10.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Bu millet seninle gurur duyuyor! - Güner Yiğitbaşı
Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, Anayasanın kendisine tanıdığı seçme hakkını kullanarak Cumhurbaşkanı kontenjanından HSYK' nın son dört üyesini seçti.

Gazetelerde yer alan haberlerden öğreniyoruz, Tayyip Bey'in avukatlar arasından seçtiği  iki bayan HSYK üyesinden birisi türbanlı, birisi de AKP teşkilatında görev yapan çekirdekten AKP'li bir bayan avukat, bir diğeri ise, Tayyip Bey'in ve AKP'nin avukatının ağabeyi, hepsi AKP kökenli ve yandaşı taraflı kişiler.

Koskoca Türkiyede, bu kişilerin dışında, HSYK üyeliğine seçilmeye ehil  ve tarafsız avukat kalmadı mı ki, AKP kökenli ve türbanlı kişiler bu göreve seçildiler?

Tabii ki hayır.

Tayyip Bey'in derdi ve çabası, tarafsız bir HSYK ve bağımsız bir yargı yaratmak olmayıp, hala genel başkanı gibi hareket ettiği AKP'nin ve yandaşlarının hak ve hukukunu koruyup kollayacak bir taraflılık içinde görev yapacak olan bir HSYK oluşturmak olduğu için, bu seçimler, bizim için olduğu kadar, çoğu vatandaşımız için de bir sürpriz olmamıştır. Aksine, tarafsızlıklarından en ufak bir şüphe duyamayacağımız kişilerin HSYK üyeliklerine seçilmesi, bizim için sürpriz olurdu.

Bu konuda bizi yanıltmadığı için, Tayyip Bey'e teşekkür ediyor ve şükranlarımızı sunuyoruz!

Tayyip Bey, umarız bu teşekkür ve şükran duygularımızı kabul ederler!

Bu seçim vatanımıza ve milletimize hayırlı ve uğurlu olsun!

Siz bize bakmayınız, biz müzmin bir Tayyip Bey muhalifi olduğumuz için, yine saçmalıyor, Tayyip Bey'e haksızlık ve nankörlük yapıyor ve eski alışkanlık, kendisini taraflı kişileri HSYK üyesi seçmekle itham ediyoruz!

Tayyip Bey'e yönelik bu nankörlüğümüzden dolayı, Allah bizi affeder inşallah!

Şöyle muhalif gözümüzü kapattığımızda, bu seçimler sonunda, yargı bağımsızlığının ve  özgürlüklerimizin büyük bir güvenceye kavuşacağını düşünüyor(!)ve iyi ki, taraflı ve namusu ve şerefi üzerine yaptığı tarafsızlık yeminini bozan bir cumhurbaşkanımız varmış diyerek, Tanrıya niyaz ve Tayyip Beyle iftihar ediyoruz.

HSYK üyeliklerine; birisi de, ülkemizde kadın  özgürlüklerinin sembolü kabul edilen  türbanlı olmak  üzere, adaletin tek temsilcisi AKP kökenli kişileri seçerek, namusu ve şerefi üzerine yaptığı Anayasadaki tarafsızlık yeminine ihanet etmeyi bile göze alarak, milleti için büyük fedakarlık yapan, yargı bağımsızlığını ve insan hak ve özgürlüklerini teminat altına alan(!)Tayyip Beyle, bu ülkenin gurur duyduğunu açıklamanın gururunu yaşıyoruz!

Sayın Cumhurbaşkanım Tayyip Bey; bu ülke sizinle ne kadar gurur duysa azdır! Namus ve şerefinizi ortaya koyarak yaptığınız tarafsızlık yemininizi çiğneme pahasına, bu ülke için yapacağınız başka taraflı  ve yararlı icraatlarınızı ve fedakarlıklarınızı dört gözle ve heyecanla bekliyoruz!

28/Ekim/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kendi aramızda üzülmek, çaresizlik duygularına saplanarak sadece seyretmek yerine, tehlikenin farkında olmayan halka, Türkiye’yi bağnaz din devletine döndürmeye niyetli girişimleri somut örneklerle anlatmanın yollarını bulalım yeter.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Neden Kuruldu?
Cumhuriyet gazetesinde 21 Ekim günü, “Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda” başlığı ile Altan Öymen’in  bir yazısı yayımlandı. Öymen, aramızdan alçakça bir suikast sonucu 15 yıl önce ayrılan Ahmet Taner  Kışlalı’nın, Türkiye’nin bugünlerini o zaman gören kişiliğini anlatıyor.

Tıpkı bizim de yıllar önce laik demokratik Türkiye’nin karşılaşacağı tehlikeleri öngörerek Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurmamız gibi:
Ülkemiz içindeki ve Ortadoğu ülkelerindeki gelişmelerin farkında olan Türk aydınları olarak, ülkemize yönelen tehlikelerden büyük endişe duyuyor ve çareler arıyorduk. Bu amaçla İstanbul Üniversitesi’nin beş kadın öğretim üyesi 10 Şubat 1989’da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurduk.

Amacımız, laikliğin tehlikede olduğuna ilişkin endişemizi halka iletmek ve halkla tartışmaktı.

O sırada Kenan Evren cumhurbaşkanı idi. Evren laikliği koruma konusunda bize güven vermiyordu ama cumhurbaşkanı olarak kendisine hitaben yazdığımız mektup ile kamuoyunun dikkatini konuya çekmek istedik. Geniş şekilde imzaya açtık. Ülkemizin aydın öğretim üyeleri, sanatçılar, yazarlar ve halkın diğer kesimlerinden 3 bin 700 kişi bu mektubu imzaladı. Mektubu 17 Mart tarihinde Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e sunduk. Mektubu ve imzalayanların listesini basına dağıttık. Neden bu mektubu yazma gereği duyduğumuzu açıkladık. Televizyon ve gazetelerde haber geniş şekilde yer aldı. Halkımız demokrasinin ve laikliğin tehdit altında kaldığını vurgulayan bu derneğin adını ve amacını ilk kez bu vesile ile duydu.

Dernek çeşitli panel ve konferanslarla “laikliğin önemi” ve “dinin kötüye” kullanılması konularını sistemli şekilde gündeme taşıdı. Örneğin:
3 Mart’ta Gazeteciler Cemiyeti’nde Öğretim Birliği Kanunu’nun 65. yıldönümü nedeniyle panel düzenlendi, paneli Altan Öymen yönetti.
10 Nisan’da Atatürk Kültür Merkezi’nde “Devletin dini İslamdır” hükmünün anayasadan çıkarılmasının 61’inci yıldönümü nedeniyle düzenlenen panelde laikliğin önemi tartışıldı. Nermin Abadan, Cahit Akyol, Bahriye Üçok’un konuştuğu panele de, Prof. Özcan Köknel’in yönettiği “Çağdaş eğitimden ne anlıyoruz?” konulu panele de dinleyici kitlesi büyük ilgi gösterdi.
5 ve 6 Aralık tarihlerinde İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda “Kadınların siyasal yaşama ve karar mekanizmalarına katılımı” konusunda iki gün süren sempozyum yapıldı. Sempozyuma İngiltere, İsviçre, Yunanistan, Finlandiya ve Mısır’dan davet edilen konuşmacılar ile toplam 18 konuşmacı, dört oturum başkanı katıldılar. Büyük bir dinleyici kitlesince izlenen sempozyum, TV haber programlarında, gazete ve dergilerde ayrıntılı şekilde yer aldı.
17 Şubat  1990 tarihinde İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlenen “Türk Ceza Kanunu’nda siyasi özgürlükler” panelini Coşkun Kırca yönetti. 19 Mayıs 1990’da İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Konferans Salonu’nda “Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyorsunuz?” konulu panelde yönetici Bozkurt Güvenç idi. 

Gençler arasında “Laikliğin Önemi” ve ayrıca “Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyorsunuz?” konularında yazı yarışmaları düzenlendi, derece alanlara ödülleri düzenlenen törenlerle verildi. Dernek üyelerince yazılan “Türkiye’de Laik Öğretime Geçiş” ve “Yaratıcı Toplum Yolunda Çağdaş Eğitim” adıyla kitaplar yayımlandı.

Bütün bu paneller ve sempozyumlar sırasında laikliğin önemine inanan ve önemini kuvvetle bağırarak dile getiren, çoğu aydın kişiliğiyle tanınmış en az bin kadın, İstanbul’da Çağlayan’da yürüdü. Bu bir ilkti.

Tüm bu çalışmalarla dernek, amacını ve laik Türkiye’nin karşısındaki tehlikeyi,  1990 yılından itibaren toplumda tartışmaya açtı.
Tehlike ne idi?
Ulaşabildiğimiz aydın kesimi heyecanlandıran ve kısa sürede örgütlenip sağlam bir dernek olarak ortaya çıkmanın amacı neydi?
Milli Eğitim’de “din temelli eğitime” geçiş için sinsi girişimlerin yapıldığını biliyorduk.
Laik ve demokratik Türkiye’yi diğer Ortadoğu ülkelerinin bağnaz din devletine dönüştürmeye niyetli kampanyalarının büyük kısmının imam  hatip okullarında örgütlendiğini biliyorduk. Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların büyük çoğunluğu bu misyonu imam hatip okullarında edinmişlerdi. Nitekim iktidar olunca o programı uygulamaya başladılar. “Demokratikleşme” adı altında din devletinin kuralları topluma dayatılmaya başlandı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin mücadelesinde bağnaz bir dinci kesimin ona karşı çıkması normaldi. Ama asıl üzücü olan, kendisini “liberal” diye tanımlayan kesimin konuyu sadece “özgürlük” parantezine sıkıştırması, diğer boyutlara göz yumması, daha da ileri gidip “Türkiye’nin laiklik ekseninden çıkarılmak istendiğini” söyleyenleri “laikçi” gibi küçültücü tanımlarla nitelemeleri ve “dinci” kesimlere destek vermeleriydi. Onların desteği ve cesaretlendirmesi sonucu geldiğimiz noktada “örtünme”, ilkokullarımıza bile girdi.

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair yönetmelikte yapılan değişiklikler 27 Eylül 2014 günü yayımlandı. Şimdi sıra arkamıza yaslanıp bütün okullarımızın hızla imam hatipleşmesini seyretmeye geldi.

Ya da tek çare, laik demokratik Cumhuriyetimizin karşılaştığı tehlikenin farkında olan yurttaşların yaklaşan genel seçim konusunda hızla toparlanması ve sağlıklı çözüm için harekete geçmesidir.

En az 25 yıldır tehlikenin bilincinde olan aydın kesimi görevler bekliyor. Bunun için mutlaka bir partiye ya da sivil toplum örgütüne bağlı olmamızın gerekmediğini bilelim. Ülkemizin üstüne kara bulutlar halinde çöken karamsarlığı, kaygıyı ve depresyonu yenmenin bir tek yolu var. Kendi aramızda üzülmek, çaresizlik duygularına saplanarak sadece seyretmek yerine, tehlikenin farkında olmayan halka, Türkiye’yi bağnaz din devletine döndürmeye niyetli girişimleri somut örneklerle anlatmanın yollarını bulalım yeter.

Prof. Dr. AYSEL EKŞİ Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kurucu Başkanı/ Cumhuriyet

Evet, özel yetkili mahkemeler kaldırıldı ama, özel yetkili mahkemeler uygulamasının yargıya ve özellikle yargının üç kurucu unsurundan biri olan savunmaya yaptığı tahribatın kalıntıları hala devam ediyor.

Anayasamıza göre yargı yetkisinin asıl sahibi Türk Milleti olup, yargı yetkisi, Türk Milleti adına mahkemeler tarafından kullanılmaktadır. Yani, mahkemeler ve orada görev yapan hakimlerimiz emanetçi olup, oranın asıl sahibi Türk Milletidir.

Bu nedenle, millet adına yargı yetkisi kullanılırken, milletin bir ferdini savunan avukatlara ve savunma hakkına, hakimlerimizin azami derecede saygılı olmaları ve savunmaya kolaylık göstermeleri zorunludur.

Kısacası, mahkeme kadıya mülk değildir.

Bu gerçekleri dile getirme zorunluluğunu niçin duyduk dersiniz?

Emekli bir hakim ve savcı olarak, hukukçuluğun en üst ve son mertebesi olan avukatlık yapıyoruz ve İzmir ilinde halen yargılamasına devam edilen askeri casusluk davasında bir sanığın avukatıyız.

Bu dava başladığında ilk duruşmaya girdiğimizde, özel yetkili mahkemeler henüz kaldırılmadığı için, ilk duruşmaya girerken, duruşma salonuna girinceye kadar biz avukatlara çektirilen, sıkıyönetim dönemlerinde dahi yaşanmayan hukuk dışı ve işkence derecesine varan kısıtlayıcı uygulamaları, cep telefonlarımıza uygulanan ambargoları, henüz unutabilmiş değiliz.

Daha sonra, özel yetkili mahkemeler kaldırılarak casusluk dava dosyasının, normal ağır ceza mahkemelerine intikal etmesinden sonra çağrıldığımız ilk duruşmaya, özgürce ve güle oynaya gittiğimizde bir de ne görelim, eski hamam eski tas, değişen bir şey yok. Yine cep telefonlarımıza getirilen yasak ve el koymalar, kendimizi sözüm ona kaldırılan eski özel yetkili mahkemelerde hissettik.

Duruşmada, biz ve bir kısım avukat arkadaşımızın bu hukuk dışı uygulamayı eleştirmemiz sonucunda, ertesi duruşmada cep telefonu yasağı kaldırıldı ve bizlerin  itirazı üzerine kaldırıldığı için, bu yeni uygulamadan haz duyamadık.

Gelelim bu yazıyı yazmamıza neden olan, casusluk davasını yürütmekte olan mahkeme başkanının hukuk dışı ve savunma mesleğine tepeden bakan davranışına.

Bugün (27/10/2014) saat 15.45 sularında, casusluk davasında yargılanmakta olan   müvekkilimizle ilgili bir dilekçemizi sunmak üzere, casusluk davasını yürüten mahkemenin başkanından havale almak üzere kapısını çaldığımızda, odasında olmadığını gördük ve kalemden yaptığımız sorgulamada, sayın başkanın, casusluk davasının duruşmasının yapıldığı adliye binasının sosyal tesislerinin bulunduğu yerdeki duruşma salonunda çalıştığını ve oradan havale alabileceğimizi tespit etmemiz üzerine, dilekçemizi vermek ve havale almak üzere anılan yere gittiğimizde, bizi, üzerinde mübaşir üniforması olmayıp siyah bir takım elbise olan, daha sonra kendisinin mübaşir olduğunu beyan eden gençten bir görevli karşıladı ve başkanın çalıştığını, kendisiyle görüşemeyeceğimizi belirterek dilekçeyi kendisine teslim etmemizi beyan etti.

Evet, sayın başkan gerçekten çalışıyordu, zira bugün (27/Ekim/2014) aynı davanın bizim de katıldığımız duruşması yapılmış ve bazı avukat ve sanıkların, araştırılmasını istedikleri taleplerini içeren dilekçelerini inceliyor ve değerlendirmeye çalışıyorlardı.

Biz de aynı konuda, değerlendirmeye alınması için dilekçemizi sunacaktık. Bu nedenle huzurlarına çıkmak istemiştik. Sabahki duruşmada bize söz verildiğinde, talebimizi sözlü olarak yapmak yerine, daha hazırlıklı bir şekilde dilekçe sunmayı düşünmüş ve bir talepte bulunmamıştık. Sayın başkana, dilekçemizi havale ettirmek ve bu çelişkiyi ayak üstü izah etmek için, kendisiyle görüşme isteğimizde ısrarcı olmamıza rağmen, maalesef sayın başkan ile görüşemedik, bizi huzurlarına almadılar. Bunun üzerine, dilekçemizi, havale edilip dosyaya konulması için mübaşir olduğunu beyan eden görevliye teslim etmek zorunda bırakıldık.

Sayın başkan çalışıyordu ama, bu çalışma, hemen sonuçlanması gerekmeyen ve  30/Ekim/2014 tarihine kadar sürecek olan uzun bir çalışmaydı, hemen sonuçlanması gereken, bugün davayı bitirecek olan nihai bir kararın gizli ve acele bir görüşmesi ve müzakeresi değildi, avukat ve sanık dilekçelerindeki araştırılması gereken hususlara yönelik taleplerin yerinde olup olmadığını değerlendiren bir çalışmaydı. Üstüne üstlük Başkan, bu davaya ilişkin dilekçelerin havalesini kendisinin tekeline aldığı için, başkandan başka bir üye hakime gitme ve dilekçemizi havale ettirme imkanımız da yoktu.

Yargının üç kurucu unsurundan birisi olan savunmaya bir dakika ayıramayan ve bizi  mübaşir ile muhatap bırakan bu uygulamayı, adına yargı yetkisi kullanılan  Türk Milletine ve savunmaya karşı yapılan bir saygısızlık olarak değerlendiriyor ve Türk Milletine alenen şikayet ediyoruz.

Demokrasilerde herkes görevini yapar, kimse kimseden üstün değildir.

27/Ekim/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi avukat


Jön Türkler ve Prens Sabahattin - Galip Baysan
Son günlerde Prens  Sabahattin adı Radikal Dinciler tarafından özellikle ayrılık taraftarını tatmin etmek için çok kullanılır oldu ve onun savunduğu  “Ademi Merkezi Yönetim” projesi sık sık telaffuz edilmeye başlandı.Galiba hem Osmanlı ve hem de saraylı olduğu için çok şey bildiği veya çok yararlı görüşlere sahip olduğu zannediliyor. Bu tarihi şahsiyeti tanıtmanın yararlı olacağını düşündük.
1897 yazında Jön Türkler aleyhinde geniş çapta tutuklama hareketleri başlamış ve İttihat Terakki mensupları büyük darbe almışlardı. Bu sarsıntıyı atlatan Jön Türkler yeniden faaliyete geçtiler. Yurt dışında faaliyet gösteren Ahmet Rıza, Meşveret’i yayınlamaya devam ederken Abdullah Cevdet, İshak Sükuti gibi aslarla birlikte Cenevre kolunun faaliyetleri başladı. Tunalı Hilmi, Nuri Ahmet, Halil Muvaffak, Reşid, Akil (Muhtar) ve Refik Beyler “Osmanlı” adında yeni bir gazeteyi 1 Aralık 1897’de çıkarmaya muvaffak oldular(1).
Bu yeni gazete Abdülhamit’i rahatsız etti ve Jön Türklerle anlaşma imkânı arandı. Sonunda yurt içindeki tutsakların serbest bırakılmasına karşılık 1899’da yayın durduruldu. Sultan Trablusgarp’takiler hariç sözünde durdu ve bir süre sonra da Jön Türklerin liderlerinden Abdullah Cevdet Roma, İshak Sükuti ise Viyana elçiliklerine kâtip olarak tayin edildiler, Tunalı Hilmi de 1900 yılında Madrid elçiliğinde kâtip oldu.(2)
Tam bu günlerde padişahın kayınbiraderi Damat Mahmut Paşa, oğulları Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah’ı da yanına alarak Türkiye’den kaçmış ve Fransa’ya yerleşerek Jön Türklere yeni bir güç vermişti. Jön Türkler Seniha Sultan’ın oğullarından Prens Sabahattin’in kişiliğinde yeni bir lidere ve mali desteğe kavuşmuşlardır.(3)
Prens Sabahattin tamamen İngilizler ve İngiliz İmparatorluğundan esinlenerek geliştirdiği fikirlerle Paris’te Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu. Sabahattin, bir Fransız yazarı olan Edmond Demolins’in etkisinde kalmıştı. Demolins, “Anglosaksonların Üstünlüğü Neden İleri Geliyor?” adlı kitabı 1897’de yazmış ve özellikle kendi toplumlarının neden geri kaldığının izahını arayan Müslüman Reformcular, hürriyetçiler ve yenilikçiler arasında ilgi uyandırmıştı.
“Demolins’in tezi kısaca; Anglosaksonların üstünlüğünün, kişiliği ve ferdi teşebbüs yeteneğini geliştiren üstün eğitimlerine – diğer insan toplumlarında yaygın olan topluma güven yerine kendine güvene – dayandığı şeklindeydi. Bu tarihsel ve eğitimsel teoriler çerçevesi içinde Prens Sabahattin, federal ve adem-i merkezileştirilmiş bir Osmanlı Devleti fikrini geliştirdi. İngiliz tarzında meşruti bir monarşi, merkezi hükümetin asgari derecesini sağlayacaktı. Geri kalan tarafına gelince, imparatorluğun farklı halkları ve toplumları bölgesel ve mahalli idare altında ve kolektif ve hükümet kontrolünden kurtulmuş bir kamu hayatı içinde isteklerini gerçekleştirebilecek ve haklarını koruyabileceklerdi.” (4)
İttihat ve Terakkinin yurt dışındaki Türklerin Ahmet Rıza ve Mizancı Murat arasındaki liderlik çatışması Ahmet Rıza – Prens Sabahattin anlaşmazlığına dönüşmüştü. 1901 yılı içinde Jön Türkler, iki prens (Sabahattin ve Lütfullah Beyler) tarafından imzalanan bir “Genel çağrı” ile Türkiye’de hürriyet ve adaletin yeniden kurulmasının yollarını görüşmek üzere bir kongreye davet edildiler(5). Kongre, 4-9 Şubat 1902’de Paris’te toplandı. Toplantı Abdülhamit’in isteği üzerine Fransız İçişleri Bakanlığınca yasaklandığından, ilk oturum 60-70 kişinin katılmasıyla, bir Jön Türk sempatizanı olan Akademi üyesi Le-Fevre-Pontalis’in evinde, gizli olarak, sonraki oturumlar da kongre başkanı seçilen Prens Sabahattin’in evinde yapıldı.    Kongreye Arap, Rum, Kürt, Ermeni, Arnavut, Çerkez ve Musevi delegeler katıldılar ve özellikle Ermeniler bilinçli bir şekilde kendi çıkarları için uğraştılar. Oturumlar oldukça sert tartışmalara sahne oldu. Delegelerin hepsinin birleştiği tek konu, Abdülhamit yönetimine karşı oluşlarıydı.(6)
 Bunun yanında mevcut rejimin değiştirilme yol ve yöntemleri konusunda büsbütün ayrı görüşler ileri sürüyorlardı. Tartışmaların ağırlık merkezinde iki sorun vardı. İsmail Kemal “Salt propaganda ve yayınla devrim yapılamayacağı, bundan dolayı askeri güçlerin de devrim hareketine katılmalarını sağlamak gerektiği” önerisinin gözden geçirilmesini ileri sürüyordu. Ermeni delegelerce ortaya atılan ikinci sorun ise “reformların yapılabilmesi için yabancı devlet müdahalesini davet” gerektiği idi.(7)
Sonuçta kongreciler iki gruba ayrıldılar: “Müdahaleciler ve Müdahaleye karşı olanlar”. A. Rıza ve yandaşları, imparatorluğun iç işlerine her türlü müdahale fikrine sert bir şekilde karşı çıkarken, Prens Sabahattin ve özellikle onu takip eden çoğunluk, yarı sömürge geline getirilmiş bir imparatorluğun kalkınması, reformlar yapması için yabancı bir devletin yardımcı olacağına inanmış görünüyorlardı.
Kongreden hemen sonra Prens Sabahattin ve İsmail Kemal Bey, Trablusgarp Kumandanı Recep Paşa’nın desteği ile Abdülhamit’e karşı bir darbe tasarladılarsa da uygulamaya koyamadılar ve yurt dışı faaliyetler, yurt dışı teşkilatı arasında yazışmalar ve tartışmalarla 1908’e kadar devam ederken asıl faaliyet merkezleri yurt içine ve askeri merkezlere kaydı.
Meşrutiyetin ilanından sonra yurda dönen Prens Sabahattin ve arkadaşları, 14 Eylül 1908’de İstanbul’da Ahrar Fırkası’nı kurdular.(8) Kurucu üyeler: arasında daha sonra Milli Mücadele döneminde ünlenen   Celalettin Arif Bey de vardı.(9) Tarık Zafer Tunaya Hocamıza göre bu fırka (parti) 1908 seçimleri öncesinde gerçeğe en yakın partileşme teşebbüsü olmuştur.


DİPNOTLAR:

(1)   Yuriy Asatoviç    Petrosyan: S0vyet Gözü ile Jön Türkler s. 205( Ankara–1974); Ernest Edmondson Ramsaur  Jr. Jön Türkler ve 1908 İhtilali s. 70 (İstanbul–1987)
(2)     Petrosyan, age. s. 206; E. E. Ramsour, age. s. 71
(3)     Damat Mahmut Paşa için bknz. Sina Akşin, 100 Soruda Jön Türkler, s. 210–218
(4)     Bernard Lewis: Modern Türkiye’nin Doğuşu,  s. 251( TTK Ankara- 1984)
(X)     İngilizler günümüzde de aynı görüşlere paralel bir düşünce sistemine sahiptirler.  İlerideki yazılarımızda bu konuya temas etmek istiyoruz.
(5)     Cemal Kutay, Prens Sabahattin Bey, Sultan II Abdülhamit ve İttihat ve Terakki, s. 131. Davetin tam metni için bknz. s. 131–134 (Neşreden Mustafa Unan, Tarih Yayınları, İstanbul–1964)
(6)      Ali Haydar Mithat, Hatıralarım, s. 169( Mithat Paşanın Oğlu); Petrosyan, age. s. 217
(7)      Petrosyan, age. s. 217
(8)         Tarık Zafer Tunaya: Siyasi Partiler-I, s. 142 (Ahrar, hür’ün çoğulu olup Özgürler,         Liberaller anlamını taşır)
(9)     Aynı Eser, s. 142–143

Dr. M. Galip Baysan

Sözün  bittiği  noktada  mıyız? - Gündüz Akgül
Laik Cumhuriyet bir devrim projesidir…
Mazhar Müfit Kansu’nun anılarını inceleyenler orada şunu göreceklerdir…
Büyük önder Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından 1 ay 20 sonra…
Tarih 08 Temmuz 1919 Mazhar Müfit’in anı defterine yazdırdığı not şöyledir…
“Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır”...
Zorlu bir çaba sonucu binlerce şehit kanı pahasına yengi (Zafer) 09 Eylül 1922 tarihinde düşmanın İzmir’de denize dökülmesiyle kazanılmış ve kurtuluş aşaması tamamlanmıştır…
Kuruluş aşaması ise yengiyi taçlandıran devrimlerin gerçekleştirildiği aşamadır…
En büyük devrim olan Cumhuriyet 29 Ekim 1923 tarihinde kurulurken…
Sonraki yıllarda Büyük önder Cumhuriyet için şunları söylemektedir…
“Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)”
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en tehlikeli düşmanı, siyasi düşünceye dönüşen irtica, yobazlık ve şeriat bağnazlığıdır (1925)”
“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. (1925)”
Büyük öngörü sahibi olan büyük önderin belirttiği gibi Cumhuriyet kurulduğundan beri, karşıdevrimciler hiç durmadan Cumhuriyeti yıkmak için bir çaba içinde olmuşlardır…
14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen sağ partilerden bu güne kadar bu çaba dozunu arttırarak gelmektedir…
AKP iktidarı dönemindeki uygulamalar ve kamu görevlilerinin iktidardan aldıkları güçle, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı tavan yapmış bulunmaktadır…
Binlerce örnek gösterilebilirse de, son ve çarpıcı örneği, İzmir Milli Eğitim Müdürünün söylemidir…
Basına yansıyan ve İzmir Milletvekili Mustafa Moroğlu tarafından Meclise taşınan ve demokrat İzmirliler tarafından protesto edilen Müdür Vefa Bardakçı’nın;
20 Ağustos'ta, Konak Hasan Sağlam Öğretmenevinde yapılan toplantıda, “İmam hatip liseleri ile ortaokulları ahlakın ve dinin simgesidir. Biz İzmir’de insanlara imam hatip kültürünü yerleştirememişiz. Okullarınızda bazı ateist, komünist öğretmenler var, çocukları bunlara teslim ederseniz onlar emek harcamazlar, Darwin teorisini anlatırlar. Derslere Komünistler giriyor, çocukların beynini yıkıyorlar. Dinimiz yerlerde sürünüyor. Bu nedenle din kültürü öğretmenleri çok önemlidir. Ateist ve komünistlere defol git buradan deyin, defterlerini dürün. Okullarınızda böyle yapanlar varsa, odanıza çekin kollarınızı sıvayın, baktınız olmadı önce siz sonra ben ifadesini alacağım” dediği günlerdir gündemden düşmemektedir…
Bir kamu görevlisinin asla söylememesi gereken bu söylemde;
-Laik Cumhuriyet karşıtlığı vardır…
-Ayrımcılık vardır…
-Nefret vardır…
-Bilimi dışlama vardır…
-Düşünceye saygısızlık vardır…
-İftira vardır…
-Tehdit vardır…
Günlerdir söylenenlere karşın, hala yetkililer tarafından bu Müdür hakkında bir soruşturma açılmaması, düşündürücüdür…
Yoksa bu düşüncede olanlar, Laik Cumhuriyeti yıkma noktasına geldiklerine mi inanıyorlar?..
Bu o kadar kolay mıdır?..
Eğer kolaysa, sözün bittiği noktadayız…
Hayır, değiliz…
Yağma yok, hala Laik Cumhuriyetin milyonlarca koruyucusu demokrat, aydın ve Cumhuriyet Sevdalısı vardır…

26.10.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Koltuk bu kadar mı tatlı? - Güner Yiğitbaşı
Ey AKP iktidarı, dün (25/10/2014) üç askerimizi daha, sizin çözüm sürecinize kurban verdik.

Bu ölen üç askerin katil veya katillerini hiç uzakta aramayınız, bu üç askerimizin katilleri, AKP iktidarı olarak doğrudan sizlersiniz.

Buradan, sizleri alenen suçluyor ve lanetliyoruz. Hiç utanmadan bakalım ne bahaneler uyduracaksınız.

Biz, tüm riskleri üzerimize alarak çözüm sürecini başlattık, daha ne yapalım diyemezsiniz.

Eylemsizlik, kan dökülmesine ve şehit cenazelerine son verdik diyordunuz değil mi?

Öncesinden ve son üç şehidimizden sonra, daha ne olacak?

Bir ilin emniyet müdürü ağır yaralanıyor, emniyet müdür yardımcısı öldürülüyor, şehirler yakılıp yıkılıyor, kırka yakın vatandaşımız ölüyor, ekim ayı devretmeden, aynı ay içinde, dün de üç askerimiz pusuya düşürülerek arkadan kurşunlanıp öldürülüyor.

İktidar olarak elinize bulaşan şehit ve gazilerimizin kanları, bir türlü temizlenemiyor.

Koltuk bu kadar mı tatlı sizin için?

Sizin gözlerinizi bin odalı saraylar, köşkler bürümüş ve kör etmiş.

Aslında, ülkenin sorunları sizleri hiç ilgilendirmiyor, işiniz gücünüz, mevcut sorunlara yeni sorunlar  katmak ve kendi yarattığınız bu sorunlardan çözümler üretiyoruz iddiasıyla beslenerek iktidarınızı sürdürmek, tek arzunuz.

PKK terörü sizin umurunuzda değil.

PKK ve yandaşlarının asıl amaçlarının ne olduğunu ve sizden ne istediklerini, sizler çok iyi biliyorsunuz.

PKK ve yandaşlarının istediklerini, koltuğunuz uğruna, gözünüzü kırpmadan vermeye hazır olduğunuzu, ancak buna gücünüzün ve cesaretinizin yetersiz kaldığını, sizler ve bizler çok iyi biliyoruz.


Sizin asıl amacınızın, ne olduğu belirsiz çözüm süreci aldatmacasıyla PKK ve yandaşlarını avutup oyalayarak, siyasal iktidarınızı sürdürmek olduğunu,

Sizin, çözüm süreci adı altında, PKK ve yandaşlarıyla, kendi yandaşlarınıza yutturmaya çalıştığınız projenizin içinin tamamen boş olduğunu,

Sizin nihai amacınızın, bugüne kadar ülkeyi uçurumun kenarına getirdiğiniz yetmiyormuş gibi, 2015 seçimlerinde de Anayasayı değiştirecek sayı çoğunluğuyla meclise girerek, Anayasayı değiştirip Tayyip Bey'i padişah yetkileriyle donatıp, bin odalı Aksaray'a yerleştirerek, ülkeye ve laik demokrasiye son darbeyi vurmak olduğunu,

Biliyoruz.

Tek bilemediğimiz şey, bu halkın gözünü ne zaman açıp AKP iktidarını sandığa gömeceğidir.

Umarız, bu zaman pek uzaklarda değildir.

Zira, bıçak kemiğe dayandı artık.

26/10/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Söylemler ve aykırı uygulamalar - Gündüz Akgül
AKP iktidarı döneminde yeni bir şey öğrendik…
Önce yurttaşın nabzını tutacak parlak ve okşayıcı söylemler…
Sonra bu söylemlerle uyuşmayan ve hayal kırıklığı yaratan uygulamalar…
Örneğin;
-IŞİD belasıyla çarpışan Suriye’nin kuzeyinde Kürtler tarafından kurulan “Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile PKK arasında ne fark var” dendi…
ABD, “Amerikan yasalarına göre fark var” diyerek havadan silah yardımı yapınca, bizim rızamızla yaptılar dediler. ABD, Türkiye’nin rızasını almadık, bildirdik dedi…
-“Kobani’ye koridor açmayacağız” dendi…
 Obama ile yapılan telefon görüşmelerinden sonra, Peşmergelerin Kobani’ye geçmesi için topraklarımızda koridor açıldı…
-Kurban Bayramında ete gereksinmesi olanlara kurban eti dağıtan Yasin Börü’yü, IŞİD gösterilerinde hunharca öldürenleri neden kınamıyorsunuz denildi…
Haklılar, bu şekilde hunharca katledilen kim olursa olsun, lanetlemek gerekir…
Buna karşın, Gezi direnişinde Polisin attığı gaz kapsülü başına isabet eden Berkin Elvan’ı terörist ilan etmek, annesini alanlarda yandaşlara yuhalatmak, çifte standart değil mi?..
-Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Süreçle ilgili çalışmaların şeffaf ve kamuoyunun bilgisi dâhilinde yürütülmektedir” dedi…
Çözüm sürecinin, kapalı kapılar ardından yürütüldüğünü, Muhalefet partilerine, sivil toplum kuruluşlarına, yurttaşlara doyurucu bilgi verilmediğini, ne alınıp ne verildiğini kimsenin bilmediğini dünya âlem bilmektedir…
-AKP’nin kadrolu savunucuları gibi davranan ve neredeyse her gece beyaz camda evimizi konuk olan gazeteciler grubu, AKP’nin demokrasi kahramanı olduğunu, hak ve özgürlükleri genişlettiğini ballandıra ballandıra anlatırken…
Ülkede yasal gösteri ve yürüyüş haklarını kullanıp meydanlara çıkanların, nasıl coplandığını, tazyikli su ve biber gazıyla sindirildiğini, bu yetmiyormuş gibi “Güvenlik önlemleri” adı altında yeni yasa tasarılarının TBMM’ne sevk edilerek, demokrasiden kalan kırıntıların da tamamen yok edilmeye çalışıldığını hep birlikte ibretle seyrediyoruz…
Yandaş olmayan, eleştirici hakkını kullanan yazarçizerlerin, mahkemelerde nasıl süründürüldüklerini, işlerinden oldukları şaşkınlıkla izliyoruz… 
-Esat kardeşimiz dendi…
Şimdi Suriye’de yönetime başkaldıran asilere, Esat’ı devirmeleri için Suriye Özgürlük Ordusu adıyla eğitmeye çalışırken, dış politikamızın zikzaklarla dış basının diline düştü…
-“……Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma…..üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” Diyen Cumhurbaşkanının…
Bütün gücüyle, Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, nasıl AKP Genel Başkanı ve Başbakan gibi taraflı davrandığını, 70 milyonun Cumhurbaşkanı olamadığını hep birlikte üzülerek izliyoruz…
Örnekleri çoğaltmak olası olmakla birlikte yetiniyorum...
Ve
Diyorum ki;
Bir konuda verilen söz mutlaka tutulmalıdır…
Hele, devleti yönetenler tarafından verilmişse…

22.10.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Maske takandan ne farkınız kaldı? - Güner Yiğitbaşı
Başbakan Ahmet Bey, yeni güvenlik paketini göklere çıkarıyor ve toplumun güvenliği için, bu yeni güvenlik tedbirlerine ihtiyacımız olduğunu savunuyor.

Bu bağlamda, molotof kakteylinin bomba sayılacağını, yüzü maske ile örtmenin suç sayılacağını, maskeli eylemcilerin cezalarının artırılacağını savunuyor.

Bize göre de, yanıcı ve yakıcı özelliğinden dolayı, toplu yerlere atıldığında çok kolay bir şekilde öldürücü etki yaratan, imali çok kolay ve masrafsız olduğu için, bu üretim kolaylığı da aleyhe değerlendirilerek, molotof kokteyli bomba sayılmalıdır. Bu kabulümüzdür.

Gelelim maske meselesine.

PKK mensubu veya yandaşı bir eylemci, niçin yüzüne  maske takar? Maskeli baloya katılmadığına ve bir terör eylemine katılarak suç işlediğine göre, tanınmamak ve kimliğini gizlemek için, kamera kayıtlarına takılırsa kimliği açığa çıkmasın ve güvenlik görevlilerince yakalanarak özgürlüğü zarar görmesin düşüncesiyle maske takar.

Görülüyor  ki, maske takan şahsın tek amacı,  kendi özgürlüğü için, tanınmasını engelleyerek, güvenlik güçlerini aldatmak, kimliğini gizlemek ve ele geçmemektir.

Bir eylemcinin tanınmamak ve kimliğini gizlemek, dolayısıyla soruşturma ve kovuşturmaya uğrayarak özgürlüğünü kaybetmemek amacıyla yüzüne maske takmasından daha doğal bir davranış olamaz.

Sen güçlü ve kararlı bir iktidarsan, emrindeki güvenlik güçlerini yerinde ve zamanında etkin bir şekilde kullanarak, yüzlerinde maske olsa da olmasa da, eylemcileri kıskıvrak yakalayıp yasal gereğini yapabilmelisin.

Güçlü ve güvenilir bir iktidar için, eylemcinin maskeli olması bir bahane olamaz.

Bize göre, eylemcinin maskeli olmasının, güvenlik güçlerinin işlerini kolaylaştırması açısından faydası da vardır. Zira, bir kişi, eylem yerinde veya yakınında, eylemci olduğu şüphesiyle yakalandığında, şayet maskeli ise, hiç değilse maske onun için aleyhe delil olabilir. Bu sayede, Tayyip Bey'in, Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, başka hiçbir işi yokmuş gibi, bir türlü unutamadığı ve hala sıkça dile getirmeye devam ettiği Gezi Olayları sırasında öldürülen ve yine Tayyip Bey'in dün yaptığı bir konuşmasında tekrar dile getirerek, evine ekmek almaya giden değil, teröristlerin maşası olan bir kişi olduğunu hala savunduğu rahmetli küçük Elvan gibi, ekmek almak için mi eylem yerinden geçiyordu, yoksa gerçekten eylemlere katılmak için mi orada bulunuyordu tartışmaları belki sonlanabilir.

Maske bir gizleme ve aldatma aracı olduğu ve maske takanın, bu şekilde kimliğini gizleyerek yakalanmamak için kendisine bir çıkar ve fayda sağladığı düşünüldüğünde, çözüm sürecinin zarar görmemesi için, sürecin devamınına, bize göre başlamasına engel teşkil eden bir konuda, halkımızdan bazı gerçekleri gizlemenin, bir eylemcinin maske takarak gizlenmesinden bir farkı var mıdır?

Bizc bir farkı yoktur. Her ikisinde de, yakalanma korkusu, gizli kalmaması gereken bazı gerçeklerin ortaya çıkmasından duyulan korku ve gerçeklerin ortaya çıkması ile uğranılacak olan kayıplar, vardır.

Ne demek istediğimizi anladığınızı, görür gibi oluyorum.

Evet, Ahmet Bey'in çözüm süreciyle ilgili bir itirafını dile getirmek istiyoruz.

Ne demiş Ahmet Bey?

“PKK'nın silah bırakmadığını ve ülkeyi terk etmediğini biliyorduk.Ama, barış (!) sürecinin bozulmaması için göz yumduk” işte bu da, seçimle iş başına gelen siyasal iktidarın; gizli kalmaması gereken bazı gerçekleri milletinden gizlemek amacıyla, gözlerine ve dillerine taktıkları maskelerdir.

PKK militanları, çözüm sürecinin başlaması için yapılan gizli mütabakatlara uymuyor ve sürecin olmazsa olmaz ilk koşulu olan silahlarını bırakıp ülkeyi terketmiyorsa, çözüm sürecinin başladığından bahsedilebilir mi ki, çözüm süreci zaafa uğrasın, başlamayan bir srecin zaafa uğraması ve bozulması olabilir mi? Halkımız aptal mı? Zaten hepimiz, PKK'nın silah bırakıp ülkeyi terketmediğini hergün televizyonlara yansıyan eylemlerinden görüyor ve öğreniyorduk. Bu konuda gerçekleri gizleyerek halkı aldatmaktaki  asıl amacın, yaklaşan seçimlerde ortalığı güllük gülüstanlık göstererek oy avcılığı yapmak olduğunu en azından bizler biliyorduk.

Sayın Ahmet Bey; bu itirafıyla, kendisinin de, temelinde gizleme ve aldatma yatan maske takanlardan bir farkının kalmadığının farkında mıdır acaba?

22/Ekim/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat


Gerçekler Türk ulusundan saklanıyor! - Tünay Süer

Kendi çıkarlarını vatanın üzerinde gören birkaç para babasının televizyonları ve gazeteleri iktidar baskısı ile halka doğruları anlatmamaktadırlar. Oysa basın demek, gazetecinin habercinin namusu onurudur ve halka doğruları anlatmaktır. Bir iki ulusal medyanın dışında ne yazık ki Türk basını görsel medyası ile bu durumdadır.
Böylece AKP iktidarı kadar bu patronlar da suç işlemekte, vatana ihanet etmektedirler.
                                                   ***
Durum böyle olunca hem verilen tavizler hem de Türk askerinin Doğu ve Güneydoğu’da etkisiz bırakılması PKK terör örgütünü adeta azdırdı. Tehdit üzerine tehditler yağdırmaya başladılar.
En önemlisi de;
Ömür boyu hapis cezasına çarptırılan bebek katilinin AKP iktidarı ile adeta ilahlaştırılması…
Ve İmralı’nın bir caninin karargâhı yapılmasıdır…
Hükümete15 Ekime kadar süre tanınması…
KOBANİ düşerse Ankara düşer(!)
PKK ve yanlılarını isyana çağırmak…
Bunca yakıp yıkmalara rağmen halen utanmadan Kandil’den ;”Silahlı birliklerimizi Türkiye’ye geri gönderdik ” sallamaları Türkiye Cumhuriyeti için utanılacak bir durumdur.
                                                           ***
BOP için oynanan stratejik oyun devam etmektedir.
Türk Hükümetinin buna göz yumması, bizatihi içinde olması, ana muhalefet partisi YCHP ‘in tutarsız politikaları,hatta PKK dan yana tavır alması ile Türkiye’nin hızla içinden çıkılmaz karanlıklara yol aldığını görmekteyiz.
AKP hükümeti terörist başı ile hem ABD hem Kandil’in şantaj, baskı ve tehditlerine teslim olmuş, iktidarda kalabilmek uğruna gerçekleri saklamayı dolayısı ile işbirliğini tercih etmiş görünmektedir.
Bunun lamı cimi yok, durum ortadadır.                                                  
Binlerce insan yaralandı, yakılan araç sayısının 1.177 olduğu söyleniyor.
212 okulun , hastanelerin, iş yerlerinin kundaklanması, tümü insanlık dışıdır.
Onun için PKK’nın yaptıkları IŞİD ‘ten farksızdır demiştim geçen yazımda. Onlar kafa kesiyorlar, bunlar şehirleri yakıp yıkıyorlar.
Kalleşçe askerimizi, polisimizi arkadan vuruyorlar veya araçları deviriyorlar.
Hükümet ve bağlı yandaş basın kaza diye duyuruyorlar.
Hepsi mi kaza?
İşte burada insan düşünüyor.
Bu yıla kadar böylesine sık olmayan polis, asker taşıyan araçların devrilmesi ve diğer kaza duyuruları inandırıcılığını kaybetmiştir bence…
Karşılarında engelleyecek bir güç olmayan PKK’nın yaptıkları üstün olduklarını göstermez.
Bunlar güçlü olsalar, IŞİD’e karşı savaşırlar Türk ordusundan yardım istemezlerdi.
Bunlar, Kürt halkını temsil etmeyen, emperyalizme uşak olmuş BOP projesinin hayata geçmesi için büyük Kürdistan’ı kurma çabasında olan hainlerdir.
                                                                        ***
Aklıma takılan bir konuyu da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türk Milletinin uğrunda canını verdiği, vereceği değerleri, bayrağımız ve Atatürk heykellerine korkmadan canice saldıranlar kimler acaba; bunu da merak etmekteyim.
Aklıma Sivas ve Menemen olayları geliyor!...
Düşünüyorum:
Tayyip Erdoğan 2003 yılında göreve getirildiğinde Türkiye’de terör olayları hemen hemen sıfır noktasındaydı.
Peki, ne oldu da bu duruma geldik?
4 Haziran 2003’de TBMM’de kabul edilen ve jet hızıyla geçirilen Uluslararası İkiz Yasalar’ın AKP tarafından Türk Milletine kendi deyişiyle  hazmettire hazmettire hayata geçirilmesiyle başladı.
Bunlar “ Siyasi ve Medeni Haklar” ile “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” dı güya…
Ne kadar masum görünüyor değil mi?
İkiz Yasaları bilmeyenler Türkiye’de neler olduğunu da anlayamazlar haliyle.
1966 yılında kabul edilen ve 1976 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeler, daha önce de Türkiye’nin önüne konulmuş, ancak ulus devlete yönelik tehditler oluşturacağı düşüncesiyle onaylanmamıştı.
Abdullah Gül Hükümeti birinci sözleşmeyi, ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıklarını yoğunlaştırdığı 23 Aralık 2002’de TBMM’ne sunmuştu.
Yani başımıza bu bela onun sayesinde gelmiştir. İkinci sözleşme ise ABD’nin Irak işgalini tamamlamasından hemen sonra, 25 Nisan 2003 günü gönderilmişti.
Dikkat edersek bu yasaların temelinde I. Dünya Savaşı sonunda ABD Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson tarafından hazırlanan ilkelerin 12. Maddesi yatmaktadır.
Wilson İlkelerinin bu maddesi barış görünümü altında çok uluslu imparatorlukları, devletleri etnik kökenlere, mezheplere bölmek, parçalamak içindi..
Ne var ki, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşının çıkması ile Wilson Prensipleri amacına ulaşamamıştır. Savaştan sonra prensiplerine uyulmadığını gören ABD belli bir dönem Avrupa siyasetinden çekilmişti.
Keşke temelli yok olsaydı da bir daha hiçbir ülkeye karışamasaydı ama ne yazık ki halen varlığını sürdürebilmek için dünyayı kana bulamaya devam etmektir.
                                                                     ***
Her iki sözleşmenin 1. maddesi aynıdır:
1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar, ... doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. ... bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.
                                                                     ***
İşte İkiz sözleşmelerin bu maddeleri AKP tarafından ÇEKİNCESİZ olarak kabul edilmiştir.
Böylece ülkemizde yıllardır büyük mücadele ile binlerce şehit verdiğimiz bölücülük faaliyetlerine uluslararası hukuk açısından, her alanda destek veren bir hukuki zemin sağlanmıştır.
 Bu sözleşmelerin imzalanmasıyla ulus millete dayalı üniter Türkiye’yi öngören T. C. Anayasası da adeta geçersiz kılınmıştır.                                                                                
Burada işlenmiş olan suçu sadece AKP ‘de aramamalıyız. İçeriğini doğru dürüst anlamadan imza atan partilerin tüm vekilleri de suçludurlar.
Sonuç olarak; bugün yaşadığımız, KCK yapılanmaları, PKK vs. Oslo Süreci, demokratik özerklik ilanları gibi bölücülük uygulamalarının temel dayanağı İkiz Yasalardır. Bu yasaların ulus devlet ve üniter devlet yapılanmasını kabul etmediği bir gerçektir.
Bundan ötürü AKP, çözüm süreci, demokrasi dediği açılımı halka anlatamamaktadır.
Bundan ötürü PKK kudurmuştur ve de İmralı’daki bebek katiline tavizler verilmektedir.
YCHP ‘nin açılımın ne olduğunu “ biz de bilmiyoruz” ifadeleri samimi değildir.
Çünkü her şey ortadadır.
YCHP ve MHP vatanın bölünmesini gerçekten istemiyorlarsa, devletimizin bekası ve milletimizin egemenliğinin sürdürülebilmesi için bu yasaların tamamen kaldırılmasında el ele vererek mücadele etmelidirler.
Aksi takdirde bu yasalar kaldırılmadıkça bölünmenin önüne nutuklarla geçemeyeceklerini artık öğrenmelidirler.
Ben bu arada AKP ye de seslenmek istiyorum.
Milli devleti bütün temel kuralları ile reddeden ve üniter Türk Devletinin yasal olarak bölünme sürecini siz başlattınız. Yani vatana ihanet ettiniz.
Şimdi bu ihaneti temizlemek başta sizlere düşmektedir.
Ve son olarak memleketimizdeki tüm hukukçulara sesleniyorum. Sadece ölüme çare bulunmaz. Demokrasilerde çarelerin tükenmez olduğu bilinciyle ülkemizin, çocuklarımızın geleceği için kolları sıvayın lütfen. Zaman geçiyor ve sadece konuşmakla bir yere varılmayacağını hepimiz biliyoruz.
Öyleyse hukuken ne mümkünse yapalım ve emperyalizme karşı tıpkı Atatürk’ümüz ve arkadaşları gibi dik duralım, hukuk savaşını derhal başlatalım. Kardeşçe yaşamaya devam edelim.
Saygılarımla

 Osmanlı Aydınlarının Rüyası - Galip Baysan
Son yazımızda sizlere ABD’den gelen bir mesaja göre günümüz yöneticilerimizin 2015 seçimlerini yine kazanmaları halinde yeni Osmanlı dönemini nasıl yeniden kuracaklarını öğrenmiştik. Bu günse bu ideolojinin götürülmeye çalışıldığı dönemde yaşayan Osmanlı aydınlarının rüya, umut ve hayallerinden bahsetmek ve örnek vermek istiyoruz.
Bu söyleyeceklerimiz hür düşüncenin, İslami esasların tam hâkimiyetinin sağlanması esasının bir devlet politikası olarak yerleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, din ve vicdan özgürlüğünün, Ortaçağ dönemini henüz atlatamamış bir toplumda çağdaş bir düzenin kurulma arzusunun ilk işaretleridir.

1860larda Genç Osmanlıların ünlü ismi Ziya Paşa, kültürel ve dini açıdan muhafazakâr bir yapıda, ancak meşruti hükümet fikrine bağlıydı. Bu konudaki görüşleri sürgünde iken yazdığı eserlerinden biri olan “Rüya” adlı yapıtta yansıtılır. Bu eserde Ziya Paşa “Hampstead Heath”te bir sıra üzerinde uyurken gördüğü rüyayı anlatır. “Rüyasında Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz’le konuşur ve Sultan’a ülkenin tehlikeli durumunu haber verir. Sultan Ziya Paşayı bir milli meclis kurulmasını salık vermek suretiyle kendi otoritesini yıkmaya çalışmakla suçlar. Ziya Paşa böyle bir meclis kuruluşunun, hükümdarın meşru haklarını zedelemeksizin Türkiye’yi uygar devletlerin uygulama düzeyine getireceği cevabını verir.” (1)  Ziya Paşa diğer bir eserinde Peygamber’e atfedilen “Ümmetin efradının değişik fikirlere sahip olması Allah’ın bir lütfüdür” hadisini dayanak metni olarak almıştır.” (2)
1912 yılında Jön Türkler ve Osmanlı Yönetiminin en önemli isimlerinden biri olan Abdullah Cevdet, çıkardığı İçtihat dergisinde Türkiye’de Batılılaşmanın geleceği hakkında görülen bir rüyayı anlatan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı iki makale yayınlayacaktır. Bu rüya, o dönem için gerçekten çok cüretli, çılgınca bir fantezi kabul edilmişti. Yazı şöyleydi:
 “Sultanın bir karısı olacak ve hiçbir bir cariyesi olmayacaktı. Şehzadeler harem ağalarının bakımından uzaklaştırılacak ve askerlik hizmeti de dâhil, tam bir eğitimden geçeceklerdir. Fes kaldırılacak ve yeni bir başlık kabul edilecektir. Mevcut kumaş fabrikaları genişletilecek ve yenileri açılacak; Padişah, şehzadeler, ayanlar, milletvekilleri, subaylar, memurlar, askerler, bunların imalatını giymek zorunda kalacaklardı.
Kadınlar israfa kaçmamak üzere istedikleri gibi giyinecekler ve bu hususta softa, polis ve külhanbeylerin müdahalesinden masun olacaklardı. Tekke ve zaviyeler kaldırılarak gelirleri eğitim bütçesine eklenecekti. Bütün medreseler kapatılacak ve yeni modern, edebi ve teknik kurumlar kurulacaktı. Sarık, cübbe vs. giymek hakkı yalnız şahadetnameli din adamlarına verilecek ve diğerlerine yasaklanacaktı.
Evliya’ya adak ve hediyeler yasaklanacak ve bundan tasarruf edilen para milli savunmaya tahsis edilecekti. Muskacılar, üfürükçüler kaldırılacak ve sıtma tedavisi zorunlu olacaktı. Ahalinin şer’i şerife aykırı inançları düzeltilecekti. Yaşlılar için ameli okullar açılacak, dilcilerden ve ediplerden kurulu bir heyet tarafından bir Osmanlıca Türkçesi Sözlüğü ve grameri yapılacaktı. Osmanlılar hükümetlerinden ve yabancılardan hiçbir şey beklemeksizin yollarını, köprülerini, limanlarını, demiryollarını, kanallarını, vapur ve fabrikalarını kendi teşebbüs ve çabalarıyla vücuda getireceklerdi. Arazi ve Evkaf kanunlarından başlanarak bütün kanunlar ıslah edilecekti.”(3)
O karanlık ve ümitsiz günlerde bazı gençler de geleceğe ümitle bakıyordu. Bunlardan biri olan genç bir subay, Mustafa Kemalin Meşrutiyetin ilanından hemen sonra İvan Manolof’la görüşmesi sırasında söylediği şu sözler oldukça ilginçtir:
“Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün inkılâpları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Şarktan benliğimizi sıyırarak batı medeniyetine aktarmalıyız. Kadın ve erkek üzerindeki farklar silinerek yeni bir içtimai nizam kurmalıyız. Garp medeniyetine girmemize mani olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizle garplılara uymalıyız.”(4)
Bu iki görüş aynı kaynaktan çıkmış gibidir. Bunlar da askeri liseler, Askeri Tıbbiye ve Harbiye Mektepleridir. Harbiye mezunu Mustafa Kemal ile, bir askeri Tıbbiye öğrencisi Abdullah Cevdet hür, yenilikçi, çağdaş düşüncenin en güzel örneklerini sergilemektedirler. Takip ettikleri fikir akımı Batıcılık olarak adlandırılmaktadır. Batıcılara göre daha önceki reformcuların kusuru, yeter derecede ileri gitmemiş olmalarıydı. Batılılaşma bir tercih meselesi değil, bir beka meselesiydi.
Bunlardan biri olan Ahmet Muhtar 1912’de “Ya Garplılaşırız, ya mahvoluruz” diye yazıyor, bu akımın en güçlü savunucusu Abdullah Cevdet de “Bir ikinci medeniyet yoktur; Medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile dikeni ile almak mecburidir. Kısmen almak anlamsız, kopya almak sathi ve tehlikelidir. Tek çözüm, Avrupa uygarlığının tamamen kabulü ve Türkiye’nin, uygar Avrupa’nın bir parçası haline gelmesidir”(5) diye haykıracaktır.
Size daha hazinini söyleyelim mi, Günümüz Osmanlıcıların yere göğe sığdıramadığı ünlü şairimiz Mehmet Akif Ersoy bir şiirinde “Ne zaman bitecek bu zulmet Tanrım?” Diye dönemin perişanlığından şikâyet ediyor ve Tanrıdan yardım istiyordu.
Yöneticilerimiz ve danışmanlarının bu Osmanlı Dönemini biraz derinden incelemelerinin Türk Ulusunun geleceği için önemli olduğuna inanıyoruz.

 DİPNOTLAR:


(1)     Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 139 (TTK, Ankara–1984)
(2)        Aynı Eser, s. 139
(3)     Bernard Lewis , s. 235-236
(4)     Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleri ile Atatürk, s. 22 (İstanbul–1966); Hamza Eroğlu, Atatürk ve Cumhuriyet, s. 19 (Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara–1989)
(5)     B.Lewis, Aynı Eser, s. 235


Dr. M. Galip Baysan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget