Uğur Mumcunun katledilişinden geriye doğru baktığımız zaman 24 Ocak 1980 de 24 Cumhuriyet kararları diye Cumhuriyet katledilmiş, Cumhuriyet ekonomisi katledilmiş. 24 Ocak 1983 de Cumhuriyet Gazetesi susturulmuş, yayını durdurulmuş. 24 Ocak 1993 de Uğur Mumcu katledilmiş. 24 Ocak 2001 de Ali Gaffar Okkan katledilmiş. 24 Ocak 2020 de 41 kişi katledildi (depremden)
“Şu anda 70 bin üniversite öğrencisi tutuklu ve hükümlü”
“Bütün sınavlarda hile yaptılar, bütün üniversitelere yandaşlarını yerleştirdiler”
“İrtica saltanatı bir ülkede eğitimi ele geçirerek kurar” (Emil Zola) onun için eğitime bu kadar asılıyorlar.
“Bu gün tarikatla cemaatlere mahkûm edilen gençler ileride general olacak Cumhuriyete karşı ihtilal yapacaklar”. Uğur Mumcu
“Her türlü öğretim üyesi seçiminde sınavlarda hile yapılıyor, yandaşlar yerleştiriliyor; yandaşlar yerleştirmekle kalmıyor, en yetenekliler yükseklere gelmesin diye her türlü takoz konuyor”.
“Susturulmak için katledildiler: Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Haplemitoğlu vb
“Üniversiteler bu toplumun kılavuzudur, kılavuzu olmak zorundadır”.
“2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasını, 4 ncü maddesinde diyor ki, “Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı bir gençlik yetiştirmek zorundadır”.
“Cumhurbaşkanı ondan önce Başbakan olan zata fahri doktora unvanı vermekte yarışıyorlar, 44 üniversiteden fahri doktora unvanı aldı”.
İstanbul Üniversitesi gibi bu ülkenin en büyük en önemli ilk üniversitesi hala Kenan Evren’e verdiği fahri doktoranın utancını atamamıştır.
Onun için siyasetin üniversitelere egemen olduğu, üniversitelerin siyasetçilerin önünde yalakalık yaptığı dönemler, üniversitelerin tarihine kara bir leke olarak geçmiştir, bundan sonra da geçmeye devam edecektir.
Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve öteki katledilen aydınlar anısına düzenlenen 27. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinde, beş üniversite öğretim üyesinin katıldığı “isterler ki susalım” ana başlıklı ve “Üniversiteler Susturulamaz” sloganlı- konu başlıklı açık oturum-panel, Çankaya Belediyesinin Çağdaş Sanatlar Merkezinde, 27 Ocak 2020 de yapıldı.
Yüzlerce üniversitesi, on binlerce öğrencileri, akademisyenleri faşizan baskı ile susturulmuş, 70 bin üniversite öğrencisi ya tutuklu, ya mahkûm olmuş Türkiye üniversitelerinin hazin sorunlarını anlatan panel işte bu slogan ile başladı.
Baştan sona üniversitelerin suskunluğunu, susturulduğunu anlatan, adaleti-yargısı ayaklar altına alınmış, yüz tane hukuk fakültesi olan Türkiye’nin beş akademisyeni bir feryat gibi susturulan üniversitelerin sorunlarını anlattılar. Biz de bu güzel konuşmaların dört duvar arasında kalmaması için, konuşmaları çözerek siz okuyuculara sunmak istedik. Ancak, dünyanın 500 üniversitelerinin içinde neden Türk üniversitelerinin olmadığını, bu konuşma- yazıları okuduktan sonra daha iyi anlayacak, akademisyenlerimizin dinsel hurafe ile medrese kafası ile yetiştirildiği zaman böylesine gülünç durumlar yaratıldığını acı içinde görmekteyiz.
Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin (TÜMÖD) düzenlediği açık oturumda konuşmacı olarak
1 ve 2. Bölüm yazımızda Akademisyen Suay Karaman ile Prof. Dr. Lale Afrasyap’ın konuşmalarını vermiştik; bu bölümde de Prof Dr. Recep Akdur ve Prof. Dr. Nur Serter’in konuşmalarını veriyoruz. Bu açıklamalardan ve de üniversitelerin suskun olmasından üniversitelerin, YÖK’ten üniversitelerin bütün kademelerine kadar nasıl bir baskı cenderesi altında, iktidarın baskısı altında olduğunu görmekteyiz.
Panelin üçüncü konuşmacısı Prof Dr. Recep Akdur, sunumunda şunları açıkladı:
“-Bu günlerde konuşanlar da zor bulunuyor, dinleyenler de zor bulunuyor.
Türkiye’de demokrasi mücadelesi çok yoğun ve keskin geçiyor, çok şiddetli geçiyor. Uğur Mumcunun katledilişinden geriye doğru baktığımız zaman 24 Ocak 1980 de 24 Cumhuriyet kararları diye Cumhuriyet katledilmiş, Cumhuriyet ekonomisi katledilmiş. 24 Ocak 1983 de Cumhuriyet Gazetesi susturulmuş, yayını durdurulmuş. 24 Ocak 1993 de Uğur Mumcu katledilmiş. 24 Ocak 2001 de Ali Gaffar Okkan katledilmiş. 24 Ocak 2020 de 41 kişi katledildi (depremden). Bu 41 kişi iki apartmandan çıktı, bunların bir tanesi Mavigöl Apartmanı, diğeri Dilek apartmanı.
Mavigöl Apartmanı 2010 Van depreminde ağır hasar görüp hasıraltı edilen bir bina, “oturulamaz” raporu var, 2011 den beri orada bu aileler oturuyor, aynı şekilde Dilek Apartmanı da öyle. Yarıya yakını bu iki apartmandan çıktı. Bu işin uzmanı arkadaşlarımız, İstanbul Üniversitesinden Ahmet arkadaşımız, diğer taraftan arkadaşlarımız dürüst namuslu akademisyenler senelerdir bas bas bağırıyorlar. Bir tek depremde nokta işareti verilemez, bunda nokta işareti de verildi, Sivrice’de deprem olacak dendi, üç ay önce söylendi beş ay önce söylendi, beş yıl önce söylendi. O zaman bu bir katliam. Bakın sadece 24 Ocakta hangi katliamlar yapılmış. 25-26-27 Ocağa bakın, hangi katliamlar yapılmış. Gerçekten ülkemizde mücadele birçok ülkeden çok yoğun ve çok şiddetli geçiyor, çok canlar yanıyor, çok şehitler veriliyor, ne yazık ki.
Üniversite sustu “üniversite susmaz”!
Şimdi gelelim konumuza. Aslında son derece ilginç bir ironi çıktı, “susmamızı isterler” üniversite sustu “üniversite susmaz” panelimizin adı. Birileri konuşuyor ve sürekli de teşvik ediliyor. Dört buçuk profesör televizyon televizyon dolaşıyor. “çok karılık helaldir” diye çok rahatlıkla basında yer buluyor, ama bizimkiler basında yer almıyor, yayında yer almıyor. Sadece basında yayında yer almıyor mu?
Şimdi sizlerle paylaşacağım. Bizi susturmak için tarihte icat edilmiş bilinen her türlü yol ve yöntem deneniyor, üzerimizde deneniyor. Üniversite insan anlamda dört bileşenden oluşuyor. Birisi öğrenciler, diğeri öğretim elemanları, diğeri çalışanlar dördüncüsü de yöneticiler.
Öğrenciler: Sekiz milyon üniversitedeki en kalabalık insan gücü, üniversitenin en dinamik gücü gençler, üniversite öğrencileri. Her on yılda bir tırpan gibi biçiliyor, her on yılda bir filizler tırpanla biçiliyor, konuşmasınlar diye. Sussunlar diye. Bakın uykuda vurdular, evine giderken vurdular, dağda köyde bombaladılar, daha da edemezlerse yaşını büyütüp astılar. Sadece vurdular astılar mı? Her fırsatta bir üniversiteden attılar. Şu anda 70 bin öğrenci tutuklu ve hükümlü, 400 bin tutuklu ve hükümlünün üçte biri (1/3); “Şu anda 70 bin üniversite öğrencisi tutuklu ve hükümlü” . Sadece bununla mı yetindiler. Bas bas bağırdık, bütün sınavlarda hile yaptılar, bütün üniversitelere yandaşlarını yerleştirdiler. Bu güne dek özellikle 2000 den sonra içimize sınan bir sınavı hatırlamıyoruz. Hangi yollarla yöntemlerle, geçenlerde FETO’cu diye tutukladılar, o Ali; o Ali için kaç dilekçe verdik, kaç demeç verdik, “bu sınavları hileli yapıyor” diye. Sadece hile ile yandaş yerleştirmede kalmadılar, öğrencileri son derece ilkel yurtlara mahkûm ettiler, öğrencileri son derece ilkel gıdaya mahkûm ettiler. Tarikat yurtları diye o öğrencilere neler yapıldığını her gün basında bir örneğini görebilirsiniz; bu cinsel tacize kadar gidiyor.
Buna rağmen ben de karamsar değilim, TÜMÖD de karamsar değil, arkadaşlarım da karamsar değil. Buna rağmen Çelebi Mehmet yetişti. Emil Zola 1800 li yıllarda “Gerçeğe Notlar” diye bir seri makale yazmış. O makalesinde şöyle demiş:
“İrtica saltanatı bir ülkede eğitimi ele geçirerek kurar” onun için eğitime bu kadar asılıyorlar, onun için bu kadar üniversiteye bu kadar asılıyorlar. Hakikaten her şeyin kilidi eğitim ilkokul, ortaokul, üniversite. Sadece Emil Zola mı söylemiş, 1993 yılında rahmetli Uğur Mumcu da söylemiş bunu. Bir TV da Nazlı Ilıcak ve Taha Akyol’un bir sorusu üzerine yanıtlarken demiş ki: “Bu gün tarikatla cemaatlere mahkûm edilen gençler ileride general olacak Cumhuriyete karşı ihtilal yapacaklar”.
Evet, doğru böyle bir üniversiteden Feto’lar çıkar, böyle bir üniversiteden Teto’lar çıkar, böyle bir üniversiteden Kato’lar çıkar. Başka bir şey çıkmaz, çıkamaz, öylesine generaller çıkar. Sadece böyle generaller değil, göğsünü yurduna siper eden generaller de çıkar. Feto’cu hâkimlere direnen hukukçular da çıktı.
Bir taraf kırılarak, sindirilerek, baskılandırılarak susturulmaya çalışılıyor, öbür taraftan ön reklam aracı ön plana çıkarılmaya çalışılıyor, her türlü araç kullanılarak ön plana çıkarılıyor.
Öğretim üyeleri: En dinamik kesim öğrenciler, öğrenciler katledilerek çıkıldı yola, öğretim üyeleri içinde geçerli bu. Her türlü öğretim üyesi seçiminde sınavlarda hile yapılıyor, yandaşlar yerleştiriliyor; yandaşlar yerleştirmekle kalmıyor, en yetenekliler yükseklere gelmesin diye her türlü takoz konuyor. Onlar da evine giderken, arabasına binerken işyerinde katlediliyorlar, katledilen öğretim üyesi sayısı hiç az değil. Hemen aklımıza gelen İşte Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Haplemitoğlu. Bu insanlar susturulmak için katledildi, sesleri çıkmasın diye katledildi. Katledilmeden öte hemen yanında zindanlarda süründürüldüler. Alpaslan Işıklı zindanlarda süründürüldü, üniversitelerden, atıldı. Mümtaz Soysal Hoca’ya hapishane tuvaletleri temizletildi. Cevat Geray Hoca’ya yapmadıklarını bırakmadılar. Sadece 12 Eylül’de mi oldu, Feto kumpaslarında da oldu. Mehmet Haberal beş buçuk yıl zindanda tutuldu. Fatih Hilmioğlu aynı şekilde, Ferit Bermen Hoca, Mustafa Yurtkuran bunlar zamanın değerli rektörleri idi.
Yine de karamsar olmayın, bütün bu ortama bütün bu kıyıma rağmen bir Cevat Geray yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor, varlığı sürüyor. Bunlar onlarca kitaplarıyla yolumuzu aydınlatmaya devam ediyorlar. Susturamazlar, susturamıyorlar.
Bu dört buçuk basın bilimden nasibini almamış insanlarla ortalığı susturmaya çalışıyorlar.
Çalışanlar:Öğretim elemanı dışı çalışanlar, öylesine boş olanlar var ki, üniversite görevlisi olduğuna bin şahit lazım. Hele güvenlik vs gibi unvanları taşıyorsa, onlar adeta üniversite düşmanı, üniversite öğrencisi düşmanı. Üniversite öğrencisinin başını en ufak bir oynatması halinde ne kadar acımasız davrandıklarını görüyorsunuz. En küçük olayda karşısında öğrenci olduğu zaman coplarını kılıç gibi kullanırlar.
Yönetim: Şu anda 196 üniversitede laik olanları ayrı tutuyorum, onun dışındakiler üniversitede rektör olmaya herhangi bir noktadan, herhangi bir açıdan liyakatli değil. Ne bir yayını var, ne bir yönetsel becerisi var, ne bir dünya algısı var. En son atananlardan biri, “depremlerde ölen şehittirler” diyor. O zaman İslamiyet’te peygamberlikten sonra en büyük mertebe şehitlik, öyleyse o zaman her gün dua edelim “Allahım deprem ver de biz şehit olalım” diye. Terminolojiye bakar mısınız, bu bir üniversitenin rektörü; bu üniversite rektörüne bakar mısınız “halakızı dayıkızı oğlana düşer mi?” uzmanlığı bu bunların uzmanlığı bu bütün beyinleri bellerinin altında…
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar gürültü yaparlarsa yapsınlar, ne kadar teflon öğretim üyesi bulup telefonları, televizyonları doldururlarsa doldursunlar, bizi susturamayacaklar. Üniversite susmayacak, Üniversiteden Taner Kışlalılar çıkmaya devam edecek, üniversiteden Mümtaz Sosyaller çıkmaya devam edecek, Alpaslan Işıklılar çıkmaya devam edecek, Üniversiteden Atatürkler, Atatürkçüler çıkmaya devam edecek. Ama bunun çıkabilmesi için de üniversitenin ortam yaratması gerekir, örgütlenmemiz gerekir. Üniversite ortamında hiç birimize söz hakkı verilmediğine göre ya da, gereği kadar söz hakkı verilmediğine göre ancak böyle örgütlerle, örgütlenmeyle sesimizi duyurup kıymetlerimizi dinleyebiliriz, kıymetlerimiz ortam hazırlayabiliriz. Uğur Mumcuyu öteki akademik şehitlerini saygı ve minnetle anarım”.
Prof. Dr. Nur Serter konuşmasında şunları söyledi:
“-Uğur Mumcu’yu Uğur Mumcu yapan değerler nelerdir dersek, onun yanında katledilen diğer aydınlarımız da pota içinde değerlendirmek gerekir. Karşımıza cesur bir insan çıkıyor, kararlı bir insan çıkıyor, yolundan dönmeyen bir insan çıkıyor, susmayan bir insan çıkıyor. Bundan alınacak çok mesaj olduğunu düşündüğüm için Uğur Mumcu’yu anarken onun sahip olduğu bu değerleri, özellikleri bir kendim açısından bir kez daha değerlendirme hissettiğim için bunları vurgulamak istiyorum.
Uğur Mumcu susmadı gerçekten, evet bomba konuldu bedeni parçalara ayrıldı ama onun yazdıkları, onun düşünceleri bu gün hala yaşıyor, belki sağlığından olduğu bir biçimde yaşıyor. Çünkü Türk milleti, onun ölümünden bu yana yaşadıklarını, çektiği acılarını, siyasetteki eksen kaymalarını gördükçe, Uğur Mumcu’nun ne demek istediğini daha iyi anlıyor. Onun yazdıklarını okuyor, onun yazdıklarını bir kere daha bakıyor. O nedenle aydınlar ölmüyor, doğru düşünceler asla yok olmuyor, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin, ilkelerinin ve devrimlerinin yok olamadığı, yok edilemediği gibi. Yok, edilemiyor, son 20 yıldır, Atatürk’ün düşüncelerinin, ilkelerinin, devrimlerinin yok edilmeye çalışıldığı bir süreç var, Türkiye’de. Üniversite kuşatması bunun bir parçası, ama olmuyor. Ne halkın gönlünden, ne zihninden Atatürk’ü çıkarıp atabiliyorlar. Çünkü doğru söz, doğru yapılan işler, vatan sevgisi, millet sevgisi insanların içine öylesine işliyor ki Türk milleti vefakâr bir millet, Atatürk’ün altını oymaya çalışanlar, işte bunu ne yazık ki unuttular.
“..üniversiteler susmaz”, keşke. Keşke üniversiteler susmasa, keşke üniversiteler susmuyor diyebilsek,
Şimdi bu günlere dönelim, “üniversiteler susmaz”, bakıyorum başlığa, ama “üniversiteler susmaz”, keşke susmasa. Keşke üniversiteler susmasa, keşke üniversiteler susmuyor diyebilsek, ama öyle değil. Üniversitelerin susması için tabi bu ülkeyi şu anda yönetmekte olan kişi başta olmak üzere o görüşün temsilcileri çok emek sarf etti. En başta şunu söylediler, “üniversite sadece bilimle uğraşsın öğrenci yetiştirsin”. Ne demek istediler, yani “üniversitenin görevlerini alt alta saydığınız zaman üniversitelerin toplumu aydınlatma görevini, topluma yol gösterme görevini üniversite yapmasın, bunu yaparsa suç işlemiş olur”, dedi, hazret baştaki hazret!
Üniversiteler elbette bilim kurullarıdır, elbette asli görevleri bilimseldir, öğrenci yetiştirmektir o öğrencileri topluma ve mesleğe kazandırmaktır, ama üniversiteler bu toplumun kılavuzudur, kılavuzu olmak zorundadır. Bilimsel üretim yapabilmek için o aydınlık değer ve ilkelere üniversitelerin sahip çıkması gerekir. Yoksa ortada bilim falan kalmaz, bilim akılla olur, bilim doğmayla yol almaz, bilim hurafeyle yol alamaz. O halde üniversite hurafeye ve doğmaya karşı çıktığı zaman asli görev olan bilimi ifa edebilir ve bu tolumu aydınlatacak bir gelecek için yol gösterici görevini yapabilir.
O halde bizim hakkımız olan bir şeyden bahsediyorum, hakkımız. Bakın açın 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasını, 4 ncü maddesinde nasıl bir gençlik yetiştirmek için yükümlü olduğunu üniversitenin, açık açık yasa yazıyor. Bakın diyor ki, “Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı bir gençlik yetiştirmek zorundadır”, üniversiteler diyor. Evet, böyle mi şimdi, tam tersine. Üniversiteler her anlamda bir kuşatılmışlık içerisinde.
O halde bizim hakkımız bu soruyu sormak. Kim, bize karşı bir dayatmada bulunursa bulunsun, üniversitelerin aslı görevlerinden birinin bu niteliklere sahip gençlik yetiştirmek ve toluma yol göstermek toplumu aydınlığa çıkarmak, bilim ve aklın yolundan gitmek olduğunu söyleme hakkına sahibiz. Önce bunu idrak etmeliyiz öğretim üyeleri olarak. Bunu söylemeyi korkutarak söylemeye çalışanlar saçlarını çözüp gözlerimizin içine bakıp, “senin görevin sadece öğrenci yetiştirmek” diyenlere karşı üniversite sesini yükseltmek zorundadır, bu onun görevidir, hakkıdır. Bu hakkı kullanmak meşrudur, hukuksuz değildir. Ama bu gün öyle mi? Böyle olmadığını görüyoruz. Sayısız örnekler sunuldu biraz önce; bu örnekleri çoğaltmak da mümkün. Mesela hemen hatırlatayım size. Üniversitelerimiz son yıllarda bir yarış içindeler. Neye yarışıyorlar, Cumhurbaşkanı ondan önce Başbakan olan zata fahri doktora unvanı vermekte yarışıyorlar, 44 üniversiteden fahri doktora unvanı aldı. Yarış halindeler, “sen mi daha çabuk veririsin, ben mi daha çabuk veririm, hayır ben sana bir omuz vurayım ben senden önce vereyim, giydi, eyim bir cübbeyi vereyim bir fahri doktorayı ve böylece garantileyim rektörlük koltuğumu” çabası içindeler bu gün üniversiteler.
İstanbul Üniversitesi gibi bu ülkenin en büyük en önemli ilk üniversitesi hala Kenan Evren’e verdiği fahri doktoranın utancını üzerinden atamamıştır.
Onun için siyasetin üniversitelere egemen olduğu, ya da üniversitelerin siyasetçilerin önünde yalakalık yaptığı dönemler, üniversitelerin tarihine kara bir leke olarak geçmiştir, bundan sonra da geçmeye devam edecektir. Bu günler geçecek bu günler sonsuza kadar sürmeyecek, bu günler geçip gittiğinde o baştaki şahsa, “cumhurbaşkanına itaat farzı ayindir” dediler maalesef. Yani “dinen farzdır” diyen rektörler kaçacak delik arayacaklar. Çünkü bu günler geçecek. Geçmişte de böyle günler yaşadık, açtık onları, tekrar düştük kuyunun dibine, tekrar aşacağız. Çok iyi bildiğimiz bir söz, “karanlığın en yoğun olduğu zaman, tana yani aydınlığa en yakın aydır. Aydınlık gelecek ama nasıl gelecek, aydınlık kendiliğinde yürüye yürüye gelmiyor, çabayla gelecek, emekle gelecek, inançla gelecek, hareketle gelecek, risk alırsak gelecek, çaba gösterirsek gelecek, gözüne budaktan esirgemekte korkmazsak gelecek. Elini suya sabuna dokundurma, hiçbir şeye karışma, köşende otur, karnından konuş, güzel güzel sözler söyle sonra karanlığın aydınlanmasını bekle. Öyle olmuyor. Kurtuluş Savaşı öyle kazanılmadı, bir şeyler yapmak zorundayız yarın için kendimiz için değil, bireyler için, bu ülkenin geleceği için yapmak zorundayız, her birimiz için söylüyorum, kendimi de katarak söylüyorum, bunu yapmadan geçirdiğimiz zamanlar gelecekte çocuklarımıza karşı suçumuzun ezikliğini hissettiğimiz zamanlar olacak.
Şöyle bir baktım ben, üniversiteler susuyor falan diyoruz da, bu üniversiteler eskiden çok mu konuşuyordu aniden mi sustu diye, her şeyi gerçekçi gözle değerlendirmek zorundayız. Hangi üniversiteler zaten genelde dalgalı inişli çıkışlı sessizlik ve suskunluk arası bir çizgi izleyen kurumlar oldular.
Hemen buradaki yaş grubuna baktığımda, hatırlayacağınız bir şeyden bahsedeceğim, 27 Mayıs 1960 Devrimi neye karşı yapıldığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Nasıl bir baskı, nasıl bir antidemokratik yönetim karşısında yapıldığını çok iyi biliyoruz. O mecliste kurulan malum “Tahkikat Encümeni’nin nasıl bir hukuksuzluk barındırdığını çok iyi biliyoruz. Şimdi o döneme bakıyoruz. O dönemde neler oldu, kim bağırdı, kim ortaya çıktı, kim canını kurşunlara siper etti, öğrenciler, çok net. 28-29 Nisan Olayları Ankara, İstanbul’da Turan Emeksiz, sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi kurşunlandı. İstanbul’da atlı polisle üniversite bahçesine girip çocuklara copla saldırdığı zaman, o zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar aşağı inip o copların önüne attı. Ama ondan önce üniversiteden pek de ses çıkmıyordu, bunu da kabul edelim. Ondan önce öğretim üyeleri sokaklara dökülüp Demokrat Parti ne kadar anti demokratik olduğunu haykırmamışlardı. Ama öğrenciler lokomotif oldu. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi kurşunlandı o fakültenin dekanı Fehmi Yavuz kalktı, Menderes’in “bu kara bir lekedir” sözü üzerine “bu bizim için şereftir” diye cesareti gösterebildi.
Yani üniversitenin genel akademisyenlerinden çok ses çıkmasa da, o günün yöneticileri hem öğrencisini, hem demokrasiyi, hem akademiye sahip çıkacak cesaret ve kararlılığı gösterebildiler.
Ama 27 Mayıs’tan sonra başka bir acı olay oldu, 147 ler olayı. Bu hakikaten 27 Mayıs’a düşen en büyük lekelerden biridir. 147 Öğretim üyesi üniversiteden atıldı. Neden atıldı, dedikodularla atıldı, ispiyonlamalarla atıldı, kıskançlıklarla atıldı, kadro kapma hevesleriyle atıldı. Atılanlar arasında Atatürkçü bir ihtilal devrim 27 Mayıs, atılanlara bakıyorsun Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli gibi isimler. Bunu Cemal Gürsel anladı, fakat aradan iki yıl geçmesi gerekti ki, o öğretim üyeleri üniversiteye dönebilsin.
Şimdi gelelim bir sonraki kıyıma, üniversitedeki kıyıma. Bu ne zaman oldu, 12 Mart Döneminde oldu.
Pardon bir şey unuttum 147 üniversite öğretim üyesi üniversiteden atıldığı zaman, Ankara, İstanbul, İstanbul Teknik, ODTÜ ve Ege Üniversitesi rektörleri istifa ettiler. Şimdi istifa eden bir rektör duymuyorum, siz duyuyor musunuz, her hangi bir nedenle. Yani bu koltuklara olan bağımlılık bağışıklık her neyse asrın fenomeni haline geldi. Hiç kimse onuruyla istifa edebilecek cesareti bile gösteremiyor. Ama o gün bütün üniversitelerimizin rektörleri ki bunun dışında bir tek Atatürk Üniversitesi vardı, bu kadar üniversite vardı Türkiye’de, hepsi istifa edebilecek kaliteli davranışı gösterebildiler. Ben bir daha da bir istifa hatırlamıyorum.
Şimdi geldik 12 Mart Dönemine, 12 Martta ne oldu. 12 Mart’ta da bu defa kılıç Ankara Siyasal Fakültesini vurdu, Ankara üniversitesini vurdu. İşte orada Cahit Talas, Muammer Aksoy, Bahri Savcı, Mümtaz Soysal gibi isimlerin de arasında olduğu Türkiye’nin hala yüz akı diyebileceğimiz hocalar tutuklandı, gözaltına alındı, üniversiteden atıldı. Orada da böyle akademisyenlerin birleşip cüppelerini giyerek sokaklara taşmaları gibi bir şey olmadı. Üniversite içinde fakülte içinde bir dayanışma oldu o kadar.
Kendi başlarına ne geleceği endişesi taşıdığı için öğretim üyeleri, bu gibi hallerde maalesef, onlar Kurutuluş Savaşında canlarını siper edip cepheye yürüyen askerlerimizden oldukça farklılar kabul edelim, kendilerini korumaya alıp üzülseler bile öyle yüksek perdeden tepki vermemeyi seçiyorlar, bu tabi çok acı bir olaydı.
Sonra üçüncü kıyım, içinde Alpaslan Işıklı Hocamız da olduğu üçüncü kıyım, maalesef 1402 ler olayıdır, 12 Eylül sonrası gerçekleşmiştir, beş bine yakın biliyorum, üniversitelerden atılmıştır. Fakat bu güne kıyaslayarak söylüyorum, çıkışı engellenmemişti bu arada, yan o zorba 12 Eylül yönetimine rağmen yurt dışına çıkışı engellenmemişti. Bunların arasında Tuncay Bulut, Cevat Geray, Kurtan Fişek, Korkut Boratav gibi hocalarımız, önemli büyük isimler olan hocalarımız da var. Bunlar aydınca verdikleri hukuk mücadelesinden sonra sekiz yıl sonra üniversiteye dönebildiler. İşte onlar döndükleri zaman üniversitede öğretim üyesi örgütlenmesinin ne kadar gerekli olduğunu da yaşayarak fark etmişsiniz, ben bunu açıklamada bulunuyorum, Alpaslan Işıklı hocamız TÜMÖD’ün kurucuları arasında yer aldı. Çok sevdiğim, çok saygı duyduğum bir hocamdı. Benim alanımda bir öğretim üyesiydi, gerçekten mücadeleci insandı.
Şimdi bu süreç içinde öğrenciler ne yaptı? Öğrenciler çok daha aktiftiler, öğrenciler 27 Mayıs’tan sonra 1960 Anayasasının yarattığı o özgürlük havası içerisinde hak arama süreçleri, antiemperyalist mücadele, antiemperyalist çizgisi içerisinde her türlü baskıya karşı dik duran, öğrenci hareketlerini başlattılar, 68 öğrenci hareketlerini. 6. Filo protestoları, o kendilerini dindar diye niteleyen gençlik 6 ncı Filonun karşısında secde dip namaz kılarken bu devrimci öğrenciler oradan çıkan Amerikalı askerleri denize atıp her türlü antiemperyaliste karşı çıktıktan başka bağımsız Türkiye için mücadele verdiler. Bunu canlarıyla ödediler, üç fidanımızı maalesef idam ettirdik o süreçte, çok suçlu var, ama bunların muhasebesini yapmak durumunda değiliz. Ama yine de üniversitelerden, öğretim üyelerinden ses çıkmadı. Çıkmadı, çıkmıyor. Bu gibi hallerde baskıcı yönetimlerin olduğu dönemlerde üniversitelerden ses çıkmıyor. Üniversitelerden ne zaman ses çıkıyor biliyor musunuz, yönetenler üniversitedeki aydınlık Türkiye özlemi çeken öğretim üyeleri ile aynı fikirdeyseler, hayda yürüyoruz cüppeleri giyip. Ama farklı düşüncedeyseler bir sessizlik oluyor. İşte mır mır “canım o da şunu yapmıştı” filan gibi böyle arada bir dedikodular çıkmıyor. Yani bu suskunluk değil.
Bu gün ne oldu? Her ne kadar terör bağlantısı gibi atıflarla farklı biçimde yönlendirilmeye çalışılıyorsa da Kanun Hükmündeki Kararname (KHK) ile beş bin öğretim üyesi görevlerinden atıldılar. Bunun içinde PKK ya sempati duyan olabilir, bunun içinde FETO ile bağlantısı olan da olabilir. Ama bunların hiç biriyle ilişkisi olmayan çok sayıda akademisyenin olduğunu, ben genç yaşlarımdan itibaren tanıdığım kişiler olduğu için, yani benim asistanım olabilecek olanlar için aralarında gayet iyi biliyorum. Sorgusuz sualsiz, başka bir yerde çalışma fırsatı vermeden, savunmalarını almadan mesleklerini icar etme fırsatı verilmeden yurt dışına çıkışları da engellenerek meslekten atıldılar, üniversitelerden. Elbette doğal yine ses çıkmadı. Üniversitelerin en aktif olduğu dönem 2000 yıllarda, yani 28 Şubat’ı izleyen süreçte AKP nin yeni iktidara geldiği dönemde üniversitelerin şaha kalktığı dönemdir. Cüppelerin giyinip yürüyüşlerin yapıldığını, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkılan, gerçekten Cumhuriyet mitinglerinin alt yapısını yaratan bir dönemdir o.
Anıtkabir yürüyüşü yapılmıştı 2003 yılında, bütün üniversitelerin neredeyse Türkiye’de katılımıyla pek çok rektörler gelmiştir katılmıştır, o yürüyüşe.
Hilafet mitingi yapılmıştır 3 Mart’ta Ankara Ticaret Odasında, o nedenle Ankara Ticaret Odası’nın o günkü başkanı Ergenekon davasından yargılanmıştır. Şimdi kendine kızdığım için adını anmak istemiyorum. Yani o dönemlerde Üniversitelerin çok aktif olduğunu görüyoruz. Bakın Cumhuriyet Mitinglerinin bütün konuşmacıları akademisyendir, tamamı. Akademisyenlerden hemen hemen hiç kimse konuşmacı olmamıştır. Özenle seçilmiştir, yani aynı akademik hayatın Cumhuriyet mitinglerine sahip çıkma refleksi en yüksek olduğu dönem budur. Ondan düşüş ve iniş başlamıştır. Şu anda tam bir suskunluk hâkimdir. Hani “susmaz susmaz” diyoruz ya biz. Tabi bu bir temenni, ama aslında ağır bir suskunluğun üniversitelerde hâkim olduğunu görüyoruz.
Niye bu kadar suskun üniversiteler, diye baktığımızda ben doğrusu olaylara tarafsız yaklaşmayı çok seven biriyimdir, bakıyorum şimdi bir öğretim üyesi niye çok istese de sesini çıkarmak istemez. Hele de böyle genç yaşta yeni doçent olacak veya profesörlüğe yükseltilecek.
Kardeşim çok açık, sisteme bakalım. Bir YÖK var, bunun 21 üyesinden 14 ünü Cumhurbaşkanı seçiyor, geri kalan yedi tanesini Üniversiteler arası kurul seçiyor. Amma üniversiteler arası kurulun seçtiği yedi üyenin herhangi birini beğenmezse geri gönderiyor listeyi, isteğiyle değiştiriliyor. Yani neymiş, 21 üyenin 21 ini de Cumhurbaşkanı seçiyor. YÖK Başkanını Cumhurbaşkanı seçiyor, rektörleri cumhurbaşkanı seçiyor. Eskiden 6 tane adayın içinden 3 ünü YÖK güya üçe indirirdi. Geçmiş dönemi de pürüpak zannetmeyin, orada da yapılan hataları biliyoruz. Ben üç oy alanın rektör atandığını üniversite biliyorum, kimin zamanında, bizlerin zamanında. Bakın üç oy alanın rektör atandığını üniversite biliyorum, eğer o gün onlar yapılmasaydı, biz daha çok bağırabilirdik bu gün. Bizimki de piri pak değil tertemiz değil yani.
Şimdi rektörleri de seçti mi seçti, peki dekanlar nasıl belirleniyor? Rektörün belirlediği üç aday arasından YÖK atıyor. İş böylece bitmiyor, gelelim kadrolara, doçentlik jürilerini kim belirliyor, YÖK belirliyor, doçentlik atamalarını kim yapıyor onlar yapıyor. Kadro ilanlarını kim veriyor, kadro ilanını rektör veriyor, kadro ilanını verdikten sonra juriyi kim belirliyor, rektörlük belirliyor, atamayı kim yapıyor kadroya rektör yapıyor; profesörlük jurisini kim belirliyor, üniversite yönetimi belirliyor. Şimdi bakıyorsunuz, nefes alacak bir ortam yok, bir anda “gak” dedin hayatın bitti, disiplin cezaları, disiplin cezalarının amiri rektör ve YÖK zaten. Senin hoşuna gitmeyen bir şey yaptığın anda senin kulağından tutup silkeleyip kapının önüne koyabiliyor. Bu durumda maalesef üniversitede çok sayıda akademisyen var, hiçbir şey yapmadıkları halde sadece mevcut yönetim anlayışlarına karşı oldukları için kapının önüne konulmakla tehdit edilmekte.
Şimdi üniversite böyle, gelelim bakalım diğerleri nasıl.
Medya nasıl, medyanın nasıl bir kapı kulu olduğunu biliyoruz, medya bitmiş, medya kuşatılmış.
Peki, sivil toplum kuruluşları nasıl, bizden olan sivil toplum kuruluşları nasıl, kâğıt üzerindeki üye sayılarının yüzde birini bir araya getiremeyen sivil toplum kuruluşlarından bahsediyoruz. Avrupa’nın en büyük sivil toplum örgütü iftiharla sunulur, bir bakıyorsun 15 ni bir raya getirip bir yere yürünmüyor. Aidatlarını kim ödüyor, hiç kimse ödemiyor. Sivil toplum kuruluşları biraz sesini çıkarsa ne oluyor mali denetim gelip başına basıyor; biraz daha ileri gitse başları alınıp içeri atılıyor. Sivil toplum kuruluşları ayrıca bunlar yetmiyor muş gibi, içinde ve dışında birbirini yiyor. İnsanlar birbiriyle uğraşıyor. Dışarıyla uğraşmayı bırakmış, sen ben davasına, o onun ayağını kaydırmaya çalışıyor, o onunkini. Üç tane sivil toplum kuruluşu bir araya gelsin, bir güç oluştursun, arkanızda dursun dersek olmuyor. Bu sefer başkanlık mücadeleleri başlıyor. Nasıl bir feci durumda olduğumuzu apaçık görelim. Görmezsek düzelemeyiz.
Sivil toplum kuruluşları böyle, yargı nasıl, yargı yok yargı iflas etmiş, kuşatılmış, her kim ki bu yargı iyi diyorsa ben aklından, zekâsından, dirayetinden şüphe ederim. Yargı en karanlık gününü yaşıyor bu ülkede, tamamen kuşatılmış, tarikat kuşatması altında, siyaset kuşatması altında.
O zaman ne yapacağız. Ben ne yapabilirim, ben ne katkıda bulunabilirim diyeceğiz. Birbirimizden bekliyoruz, birbirimizden beklemeyeceğiz, ilahi bir güç yok yukarıda, hani ordular iniyormuş ya, birileri öyle diyor, Çanakkale’ye filan öyle atların üstüne, öyle şey yok, atlı matlı gelen yok. O halde biz birbirimize güveneceğiz, biz bir şeyi yapabileceğimize inanıp deneyeceğiz. Biz birbirimizle uğraşmayı bırakıp birbirimizi koruyacağız. Siyaset, sekiz yıl siyaset yapmış bir insan olarak konuşuyorum, siyasetin de üniversiteden, sivil toplum kuruluşundan elini çekmesine uğraşacağız. Siyasetin girdiği yerde birlik beraberlik olmuyor, o nedenle kendimize güveneceğiz, dayanışma içine gireceğiz ve bu günden başlayacağız, bu günden, risk alacağız, risk almadan hiçbir şey yapamayız. Onun için ben inanıyorum, güveniyorum yarınların aydınlık olacağına bütün kalbimle inanıyorum, ama bir olmamız ve bir şeyler yapmak için elimizi sıcak suya da, soğuk suya da, bizi ısırana da, gözümüzü çıkarana da gerekirse teslim etmemiz lazım”.
Yorum Gönder