Şubat 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Siz Arayacaksınız Tabi
AKP Genel Başbakanı ve partili cumhurbaşkanı ERDOĞAN;34 şehit sonrası girdiği, kafamızı dinleme fırsatını bulduğumuz suskunluğunu bugün bozarak, kaldığı yerden konuşmalarını sürdürmeye başladı.
AKP Genel Başkanı'na, iki günlük suskunluğu bayağı yaramış olmalı ki;34 şehide rağmen, oldukça sakin ve neşeliydi, ABD Başkanı dostu(!) Trump ile gerçekleştirdiği bir konuşmasını gülerek dinleyenlerine aktardı, eski meclis başkanı ile damadı Maliye Bakanı da gülerek ERDOĞAN'ı alkışladılar.
Partili Cumhurbaşkanı; konuşmasında, gün boyu kendisini arayanların olduğunu, ana muhalefet partisi liderinin ise, kendisini arama lütfunda bulunmadığını, onu ben arayacakmışım yok öyle Bir şey diyerek, olup bitenlerden sorumlu yürütme organının başı olduğunu unutuverdi.
Partili cumhurbaşkanı, yürütme organının tek sorumlu başı olduğuna göre, bu ülkenin ana muhalefet partisinin liderini arayarak 34 şehide mal olan Rus ve Suriye ortak saldırısı hakkında bilgi vermekle görevlidir.
Şimdi bana diyeceksiniz k; Cumhurbaşkanı devletin başı Türk Milletinin birliğini temsil ediyor, CHP lideri ERDOĞAN'ı arayarak başsağlığı dilemeliydi.
Evet, ERDOĞAN iktidardaki AKP'nin genel başkanı ve partili Cumhurbaşkanı olmasaydı, halkı ayrıştırmasaydı ve gerçekten Türk Milletinin birliğini temsil eden tarafsız bir Cumhurbaşkanı olabilseydi,34 şehide mal olan Suriye sorununun baş müsebbibi olmasaydı, CHP Genel Başkanı KILIÇDAROĞLU, ERDOĞAN'ı mutlaka arardı tabi.
Partili Cumhurbaşkanı; yürütmenin başı olarak kendisine tanınan bir takım  hak ve yetkileri olduğu gibi, kendisinin de yürütmenin başı olarak bir takım görev ve sorumluluklarının olduğunu bilmek ve buna katlanmak zorundadır.
CHP lideri KILIÇDAROĞLU; 34 şehit'den doğrudan sorumlu olan ve Suriye sorununun yaratıcısı partili Cumhurbaşkanını niçin arayacakmış, konuyla ilgili tüm bilgiler kendisinde, kaldı ki; sorunun yaratıcısı ile sorun çözümlenemeyeceğine göre, aramamakta da iyi yapmıştır.
İyi Parti Genel Başkanı,  ERDOĞAN'ı aramış olabilir, bu CHP Genel Başkanını bağlamaz. Bize göre, Cumhurbaşkanı koltuğunda oturan kişi, AKP Genel Başkanlığından istifa edip sadece Cumhurbaşkanı sıfatıyla ülkeyi tarafsız olarak yönetmediği, Anayasanın sınırları içine dönmediği sürece, muhalefet partilerinin genel başkanlarının; partili Cumhurbaşkanını arayarak onunla görüşmelerinde, ülke için hiçbir yarar bulunmamaktadır.

Güner Yiğitbaşı

29/02/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Türkiye’de din ve Mevlid gibi kandiller sömürü aracı olarak kullanıyor.
Kandil günleri üstüne-Müslümanlıkta kandil günleri yoktur, sonradan eklenmiştir

Hemşerilerden, akrabalardan başta olmak üzere, eşten, dosttan cep telefonuma bir hayli kandil kutlama mesajları geliyor, sizlere de mutlaka gelmiştir. Her kandil günlerinde, sanki dini bayrammış gibi, böyle her eşe dosta kandil günlerini kutlayan mesajlar gelir, gönderilir, belki sizlere mutlaka gelmiştir.
Acaba kandil hakkında hiç kafa yordunuz mu, bu mutlak dini bir görev midir, bu nedir diye düşündünüz mü?
Kadir Gecesi diye andığımız kandil gününden başka öteki kandil günlerinin hepsi dine çok sonradan yüzyıllar sonra girmiştir.
Öbür Müslüman ülkelerde de kandil günleri kutlanıyor mu, bilmiyorum. Ama Türkiye’de, dini bir zorunluluk olmadığı halde, yüzyıllardır kutlanan kandil geceleri vardır. Kuranı Kerim’de belirtilen Kadir Kandili dışındaki kandil günleri veya geceleri, peygamberden yüzyıllar sonra sanki dini bir kuralmış gibi, kutlanmaya anmaya başlanmış. Biraz da sanırım FETO’nun verdiği gazdan olsa gerek, AKP döneminde de hepimiz biliyoruz, bir “Kutlu Doğum Haftası” diye bir hafta uydurulmuştur.
Peygamberin ölümünden çok sonra anılmaya başlanılan bu kandil günlerinin hiçbir zaman dini zorunluluğu yoktur. Ama Türkiye’de bütün camilerde bu kandil günleri anılmaktadır.
Türkiye’de hemen bütün camilerde Kadir Gecesi dışında şu kandil günleri anılır:
  1. Ragaip Kandili, dine sonradan eklenmiştir.
  2. Miraç        “            “             “                “
  3. Berat         “            “             “                “
  4. Mevlit       “            “              “                “
  5. Muharrem ayı, Kerbelâ H. 61 senesinin 10 Muharreminde 10 Ekim 680) olayından sonra anılmaya başlanmıştır.  Gerekli açıklamayı daha önce yayınlanan bir yazımdan alıyorum.       
Adı geçen kandiller, peygamberden 550 yıl sonra Xl yyılda Mısır Halifesi Selâhaddin Eyyübi (1137–1193) zamanında kutlanmaya başlanmıştır. (Selahaddin Eyyübi, Mısır Eyyübileri Hanedanının kurucusudur; uzunca bir adı vardır.”Salâh-addin Eyyübi Salah Al-din Ayyübi Al- Malik Al-Nasir Salah Al Din Yusuf”)
Selahaddin Eyyübi H 532 M 1138 de Takrit’te doğdu. 589 M.1193 de Şam’da 55 yaşında öldü.
Xll. y yıla kadar Müslümanlar Hıristiyan Bayramlarını ve öteki bayramları tamamıyla folklor törenleri gibi sayar, komşu ahbap hatırı için Hıristiyan bayram ve yortu günlerine, bir eğlence havası içinde seve seve katılırlardı. Yalnız savaş yeri sayılan Kilikya (Çukurova Bölgesi) ve Sicilya’da bundan sakınılır, tersine Müslüman Bayramlarını daha canlı kutlarlardı. Xll yy yıldan başlayarak barbar ve yola gelmez Hıristiyanlarla çatışınca, Müslümanlar, düşmanlarının bayramlarını kutlamaktan sakındılar ve tamamı ile İslâmi Bayramlar icat etmeye çalıştılar. Ayrıca Hıristiyan komşuların Noel, öteki yortu gibi bayramlarına (folklorik hava içinde de olsa) katılmakla, Müslümanların Hıristiyan adet ve töresinden etkilenmemesi için, Mısır Halifesi Selahaddin Eyyübi, Müslümanlar için günümüze kadar kutlanılan kandilleri uygulamaya ve kutlanmaya başlandı. Böylece günümüze kadar değişik İslâm Ülkelerinde, Peygamberin ölümünden 550 yıl kadar (11 yyıldan) sonra kutlanmaya başlamıştır.
Kadir Gecesi diye bilinen anılan Kandil dışındaki, bu kandil günlerinin Müslümanlık dininde anmak zorunlu olmadığını, hiçbir imam Diyanet İşleri Başkanlığı asla açıklamaz, doğruyu söylemezler. Peygamberden yüzyıllar sonra anılmaya başlanan bu kandil günleri dini kural olarak kabul edebilir miyiz, mümkün değil. Ülkemizde 16 bakanlıktan sekiz tane bakanlığın bütçesinden daha fazla bir bütçeye hâkim olan Diyanet, gerçek çağdaş bir dini inancın eğitimini vereceği yerde, çağ dışı fetvalar vermekte, bir turizm şirketi gibi sadece Hac organizasyonları yapmakta. Para Diyanet için o kadar fazla gelmiş olmalı ki, artık din görevlileri Güney sahillerimizdeki en lüks otellerde milyonlara varan israflı para harcayarak güya seminerler yapmakta.
Kadir gecesi
Kadir Gecesi, Peygamberden beri kutlanan, Müslümanların en önemli gün ve gecelerinden biridir. Kuranı Kerim o gece indirildiğinden, kutsal bir gecedir ve Kuranı Kerim’de ayetlerle belirtilir Kadr Suresi:  Kur'an-ı Kerim'in 97. suresi 5 ayetten oluşur. Mekke'de Abese Suresi'nden sonra inmiştir. Kur’an’ın indirildiği Kadir Gecesi'nden bahsedildiği için bu sureye Kadir Suresi denmiştir.
 Kadr Suresi'nde Kur’an’ın Kadir Gecesi'nde indirildiğinden, Kadir Gecesi'nin bin aydan daha hayırlı olduğundan, Kadir Gecesi'nin rahmet ve berekete vesile olduğundan, bu sebeple insanlık için taşıdığı değerden bahsedilir.
Gerçek biz onu(Kur'ân'ı) “Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin (o büyük fazi u şerefini) sana bildiren nedir? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Onda melekler ve Rûh, Rabblerinin izniyle, her bir iş için iner de iner. O (gece) tanyeri ağarıncaya kadar selâmdır." (Kadr sûresi 97 /18)
Mevlit kandili Süleymân Çelebi {d.M 1351 (H.752)-(ö.H.825 M.1422)}               
Mevlit Kandili, Peygamberden 777 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu zamanında Birinci Murat devrinde yazılıp kutlanmaya başlanmıştır. Mevlit’in dini bir zorunluluğu yoktur; ne vacip, ne sünnet, ne de farzdır. Bursalı Tasavvuf Şairi Süleyman Çelebi tarafından yazılmış. Başka Diğer Müslüman ülkelerde de yoktur, sadece Türkler tarafından mevlit okunup, anılır. Bizim yörede ne ki tüm Anadolu'da Mevlid nerede ise Kuranla denk sayılır. İnanır mısınız öyle kimseler tanırdım ki, adam borç para alıyor çoluğunun çocuğunun rızkından kesiyor mevlit okutuyor.  Bu anlamsız bir israf değil mi? Diyanet İşleri Başkanlığı ve hiç bir imam bu konuda Kadir Gecesi dışındaki kandil günlerinin dinde yeri olmadığını hiç bir zaman söylemiyor, söyleme cesaretini bulamıyor.
Meşhur Türkçe "Mevlit" kasidesinin yazarı Süleyman Çelebi Bursa'da doğdu. Kaynaklarda Süleyman Çelebi'nin doğum tarihine dair bir kayda tesadüf edilmedi. Ancak, Süleyman Çelebi'nin Mevlidi 60 yaşında yazdığı ve eserin 1409 (H.812) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında bulunan bir nota yorumlanmaktadır. 1422 (H.825) senesinde vefat ettiği bilindiğine göre, onun 1351 (H.752) senesinde doğduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Sultan Birinci Murat Hanın vezirlerinden Ahmet Paşanın oğlu, Şeyh Mahmut Efendinin torunudur. Mahmut Bey, 1338 (H.738) senesinde Sadrazam Süleyman Paşa ile Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleyman Çelebi, Bursa'da asrının ileri gelen aydınlarındandı. Sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında Divan-ı hümayun imamı, sonra da Bursa'da onun inşa ve ihya ettiği caminin imamı oldu. Peygambere olan sevgisi Vesîlet-ün-Necat isimli mevlit kasidesini yazmasına vesile oldu. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hadise hakkında; Künh-ül-Ahbâr, Güldeste, Tezkire-i Latîfî ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Mezarı, Bursa'da Çekirge yolu üzerindedir.
Hz. Muhammed (M.571-M.632) yılları arasında yaşamıştır. Mevlit ise Bursa’lı bir tasavvuf şairi olan Süleyman Çelebi tarafından M 1409 yılında 60 yaşında iken yazdığına göre, peygamberin ölümünden 777 yıl sonra yazılmıştır. Müslümanlıktan 777 yıl sonra yazılan bir şiir, dinle Müslümanlıkla bir mecburiyet var mıdır, olabilir mi?
Öyleyse Mevlit okutmak ne vacip, ne sünnet, ne de farzdır. Mevlit okutmak diğer Müslüman ülkelerde yoktur; şiiri bir Türk şairi (Süleyman Çelebi) tarafından Türkçe yazıldığı ve Türkçe okunduğu için, Türk Müslümanlarınca çok sevilir.
Günümüze değin, artan oranda, sanki dini bir zorunlulukmuş gibi, çıkarcı din adamları tarafından “mecburiyet” telkinleri yapılmaktadır. Çıkarcı diyoruz, çünkü bazı din adamları mevlit törenlerinden sürekli bahşiş adı altında nemalanmakta ve yemek telkininde bulunmaktadırlar. Köy kökenli bir öğretmen olduğum ve Anadolu’nun birçok yerinde öğretmen olarak çalıştığım için, iyi biliyorum. Nice yoksullar borç para ile kurban kesip, güncelliğinin dışında masrafla, yemek ziyafeti vererek sanki dini bir zorunlulukmuş gibi, “mevlit okutanları”, mevlit sonunda hocaların cebine para sokuşturanları çok görmüşümdür. Bu gizli gelir nedeniyle bilerek, cami hocaları, “dini zorunluluk yoktur demiyorlar.
Kandil günleri üstüne-Müslümanlıkta kandil günleri yoktur, sonradan eklenmiştir

Türkiye’de, ölmüşlerin ruhları için sık sık Mevlit okutulur. Ölmüşlerin ruhları için, “Kuran okutacağız” demekten ziyade, “Mevlit okutacağız” derler. Nerede ise, Mevlidi adeta Kurandan önce görürler. Çok yanlış bir düşünce ve uygulama; mevlitten ziyade, Kuran okutulsa daha iyi olacaktır. Okutulan Kuran da Türkçe okutulmalı ki, dinin özü rahat anlaşılabilsin. Biliyoruz ki, İncil, Tevrat, Zebur gibi Müslümanların da kutsal saydığı kitaplar ve o dinlerin ibadetleri her millet kendi dilleri ile okumakta, ibadet yapmaktadır. Kuran da öbür kitaplar gibi Tanrı kitabı ise, onlar gibi insanlara anlaşılır hale getirilmelidir. Din ve ibadet anlaşılarak yapıldıkça değer kazanır. Acaba Kuran’ı ezberleyenler, anlaşılmaz bir dille okuyanlar neden anadilde ibadete karşı çıkarlar. Sadece Kuranı ezberleyenler, Kuran anlaşılacak şekilde Türkçe okutulduğu zaman, mevki ve itibarlarını kayıp edeceklerini sanıyor olmalılar. Unutmayalım ki, anadilde ibadet yapıldığı zaman, Kuran kurslarına, imam hatip liselerine hiç gereksinim kalmayacaktır. Batıda hangi ülkede bizdeki Kuran kursları gibi yaygın İncil kursları vardır. Hangi ülkede bizdeki imam hatip liseleri gibi İncil hatip liseleri vardır. Gerek yok, çünkü onlarda herkes kendi dillerinde ibadet yapıyorlar; o nedenle bu yönde ayrı bir kursa ve okula gerek duymazlar.
Anadilde ibadet yapıldığı zaman, hiç kimse dini sömürü aracı olarak kullanmayacaktır. Ellerinden bu sömürü aracı gitmesin diye, dini siyasete alet eden siyasiler de, anadilde ibadete “Allahın kelamı değiştirilemez” diyerek şiddetle karşı çıkmaktalar. Bunu eleştiren Mahzuni’nin hey Arapça okuyanlar Allah Türkçe bilmiyor mu” diye bir türküsü vardır.
Türk Müslümanları Süleyman Çelebi’ye kadar mevlit okumamışlardır; öteki Müslüman ülkelerde de hiç mevlit okunmaz.
İşte yoksul halkımız, aşağıda, köy ve kasabalarda din adına böylece sömürülürken; yukarılarda, kentlerde “kurban, türban”, “şeriat” diyerek ve de din adına oy avcılığı yapılarak halkımız aldatılıp sömürülmektedir. Muskacılık, üfürükçülük, türbelere adaklar adamak vb hurafelere değinmiyoruz. Çünkü o ayrı bir yazı konusu.
Şimdi burada, bu konuda tanık olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. 20 yıl kadar önce, kayınvalidem ölmüş, yalnız kalan kayınpederi evlendirmek için, kayınpederin tuttuğu taksi ile bir köydeki bir dul kadına dünür gitmiştik; (kız istemeye gitme işine “dünür gitme” denir). Yanımızda da, kılavuz olarak kayınpederin ahbabı bir imam vardı. Dünür işimizi bitirdikten sonra, çok yakın başka bir köyde, tanınmış zengin bir zat öldüğünden, ona bir Kuran okuyalım” diyerek o imamın telkini ile oraya yöneldik. İmam, yolda bize sıkı tembihte bulunarak, “filan köye dünür geldik, buraya da uğrayalım dedik- diye bir laf etmeyin, -Kuran okumaya geldik- diyeceğiz”, dedi. Biz ölü evine imamla özel olarak gelmiş tavrı ile orada ağırlandık. İmam, gelip gidenlere birkaç kez kuran okudu. Taksi şoförü ve biz “gidelim” diye fısıldadıkça, bizim imam oturmaya devam etmek istiyordu. Nihayet kalktık giderken, baktım imamın cebine kâğıt paralar sokuşturuluyordu. Bu plan karşısında şaşırdım, vay be imam bizi kullandı diye düşündük.
Ayrıca cenazelerde, devletten maaş alan imamların talkın, devir adı altında bir çeşit bahşiş aldıklarını hepimiz biliriz. Bu öylesine yaygınlaşmıştır ki, artık adeta dini bir zorunluluk haline gelmiş gibidir.
Benim ilçede 25 yıl kadar önce şakacı bir imam vardı. Bir gün samimi olduğu bir ahbabına, “harçlığım kalmadı, birkaç ölü olsa da yolumuzu bulsak” diyerek olayın  ironik gerçekliğini ortaya koymuştur.Yoksul cenazesine nazlı nazlı adeta zorlanarak giden imamlar, zengin cenazesine üçer beşer kişi giderlerdi. Şunu merak ediyorum, acaba Hıristiyan cenazesi defnedilirken bizimkiler gibi, devir, talkın gibi ölü bahşişi alırlar mı ki?    
Bazı yatırımcı bakanların bütçesinden bile büyük bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığımız, ne yazık ki, binlerce elemanı ile bu konuda eğitici çalışmalar yapmamaktadır. Onlar da işin farkında ama imamlardan gelen tepki nedeni ile susmaktalar, göz yummaktalar.
Diyanette uzman olarak çalışan Mustafa Güney’e, cenazelerde ve mevlitlerde verilen para olayını sorarken, kandillerdeki masrafı da sordum. Mevlit Türkçe olduğu için halkımız çok seviyor; bu örnekte olduğu gibi, demek ki, ibadet her milletin kendi dilinde, Türkçe ibadet olsa, dinini imanını halkımız daha çok sevecektir, dedim. Aşağıda parantez içinde açıklamam ışığında, Mustafa Güney’e şöyle dedim:
 -Sayın Hocam, Türkçe ibadeti, Mevlit örneğinde olduğu gibi, ana dilde ibadeti ben de savunuyorum; acaba Kuran’da anadilde ibadeti yasaklayan bir hüküm var mı, sanırım böyle yasaklayan hüküm yok. Örneğin namaza başladığımızda Besmeleyi Arapça değil, “esirgeyen bağışlayan Allah’ın adı ile başlarım” desek ne olur? 
Din Uzmanı Mustafa Güney: böyle bir sakınca yok, öyle de ibadetini yapabilirsin, ancak Kuran Allah Kelamı olduğu için özünden sapmamak gerekir ”, dedi.
Hazır Diyanet İşlerine gelmişlerin, aklıma takılan bazı dini konularda bilgi alayım diye düşündüm. Yine, Anadolu’nun birçok yerinde ölüm olayından sonra, devir adı altında güya ölünün günah ve kusurlarının kefareti anlamında, başta hocalara bilmem kaç defa tespih sayılıp para verilmekte. Ayrıca, ölünün definden sonra, yedisi, kırkı, elli ikisi adı altında, ölü yakınlarınca ziyafet yemek verilmekte. Öylesine yoksullar var ki, borç para bulup, sanki dini bir zorunlulukmuş gibi masraflara girmekteler. Ne yazık ki, birçok imam, bu tür yemek ve ziyafetlerin yapılaması için telkinlerde bulunmaktalar; “devir” adı altında yoksul bile olsa, ölü yakınlarından para almaktalar. Dinen bunların uygunluğu konusunda Mustafa Güney’in görüşünü almak istediğimde, “bunların dini bir zorunluluğu yoktur” dedi.  
Sonuç olarak şunu diyebiliriz, dindeki bütün sorunlar, tartışmalar, dinsel sömürü ancak anadilde ibadetle, (Türkçe ibadetle) bitecektir. Batı bunu 500 yıldan fazla bir zaman önce İncil’i ana dile çevirerek halletmiş ve ondan sonra Batı’nın aydınlanma çağı başlamıştır. Ama Tüm İslam ülkeleri bu süreci yaşamamış, din adına sömürü ve hurafeler alabildiğine artmıştır.
Bunun bilincinde olan Atatürk,  Kuran ve ezanı Türkçeye çevirtmiş, sürelerin bile Türkçe’ye çevrilmesi, okutulması için Behçet Kemal Çağlar gibi ozanlara talimat vermişti. Ezan Türkiye’de 17 yıl Türkçe okutulmuş, sonra gelen siyasal çıkarcı iktidarlar bundan vazgeçerek irticanın tırmanmasına neden olmuşlardır.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Not: Bu yazımın bazı bölümleri daha önce yayınlanan “Kandil günlerinin aslı ve anadilde ibadet” başlıklı yazımdan alındı.

Susmanız için 33 Şehit vermemiz mi gerekiyordu?
Türk Milletinin yüreği yanıyor, İdlib cehenneminden 33 askerimizin cansız bedeni geldi.
Tümüne Allah'dan rahmet diliyoruz. Ailelerinin ve milletimizin başları sağ olsun.
Ölen askerlerimize özellikle şehit demek istemiyoruz. Ölen askerlerimize şehit diyerek onları kutsamak, yeni asker ölümlerine ve şehitlere davetiye çıkarma anlamını almaya başladı ülkemizde. Onların; şehit mi, yoksa bir cinayetin maktulleri mi olduklarına tanrı karar verecektir.
Ölen askerlere gözü kapalı olarak, bunlar şehit oldular diyerek, hatalı politikalarla göz göre göre işlenen cinayetlerin üzerini örtemeyiz.
Suriye'nin toprak bütünlüğüne saygılıyız diyeceksiniz,
Suriye'nin meşru Esad yönetimini, kendi işinize öyle geldiği için, gayri meşru ilan edeceksiniz, Esad ile masaya oturmayacaksınız ve onu yok sayacaksınız, Esad ile görüşerek bu meseleyi çözmeniz gerekir diyen aklı selim sahibi insanları ve muhalefeti, vatan haini ilan edeceksiniz,
Suriye'nin gerçek sahibi meşru Suriye Esad yönetimine kendi topraklarından geri çekilmeleri için süre tanıyarak ültimatom vereceksiniz,
Meydanlardan ve grup toplantı salonlarından, bir gün ansızın gelebiliriz diyerek, alenen savaş çığırtkanlığı yapacaksınız,
Hava desteğiniz olmadan, Suriye topraklarında askeri yığınak yapacak ve asker sokacaksınız,
Sizin savaş restinizi gören Suriye ve destekçisi Rusya'yı tahrik edeceksiniz ve 33 askerimizin göz göre göre ölümlerine sebep olacaksınız ve bağıra, bağıra yaptığınız savaş çığırtkanlığını sanki siz yapmamış gibi, mahcubiyetiniz ve söyleyecek söz bulamamanın çaresizliği içinde sessizliğe gömülerek,33 askerin ölümüyle sonuçlanan Suriye ve Rusya ortak saldırısı nedeniyle Türk Milletine bir kelime açıklama yapamayacaksınız,
İnternet ve sosyal medyayı kapatarak, halkın haber alma özgürlüğüne engel olacaksınız,
Bir sivil olan ve savaşın süjesi olmayan Hatay Valisini sahneye çıkararak, bu hezimetin bilançosu olan asker kayıplarımızı, oy kaybı korkunuzdan, önce dokuz, sonra yirmi dokuz, ve daha sonra da otuz üç olarak, taksit taksit açıklama aymazlığını göstereceksiniz.
Bu büyük devletin Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Cumhurbaşkanı yok mudur, her gün televizyonlar yoluyla davetsiz misafir olarak evlerimize zorla giren ve boş laflarıyla kafamızı şişiren, bizleri ruh hastası yapan bu yöneticiler nerede?
HAVA GÜCÜ OLMADAN YAPILACAK BİR SAVAŞ İNTİHARDIR. GENELKURMAY BAŞKANI VE İLGİLİ GENERALLER, ARTIK ASTEĞMENDEN EMİR ALMADAN ÖNCE, UYARI GÖREVLERİNİ YERİNE GETİRMELİDİRLER.BU ÜLKE,KÖRFEZ KRİZİ SIRASINDA BAŞBAKAN ÖZAL'IN,ÜLKEYE ZARAR VERECEK EMRİNE UYMAYARAK İSTİFA EDEN GENELKURMAY BAŞKANLARI (TORUMTAY PAŞA) DA GÖRDÜ.NEREDEN NEREYE GELDİK, VAH ÜLKEME.
33 genç fidan şehitlerimiz yüreklerimizi yaktı çok üzgünüz, tek tesellimiz; her gün, incir çekirdeğini doldurmayacak şekilde üst perdeden bağıra çağıra boş boş konuşan, ona buna posta atan kişilerin seslerinin kısılarak, bugün milletçe başımızı dinleyebilmiş olmamızdır.
Dostum PUTİN(!) son saldırı ile milletimize gerçek dostluğunu göstermiştir. ERDOĞAN; umarız, ülkeler arası ilişkilerde dostluğun değil, ülke menfaatlerinin geçerli olduğunu anlamıştır.
PUTİN'i seversiniz veya sevmezsiniz, ama soğuk kanlılığını koruyarak ve nezaket çerçevesinde, parlamadan ve gürlemeden ona buna posta atmadan, tribünlere oynamadan, ülkesinin yararlarını gözeten gerçek bir devlet adamı olduğunu, Dünya kamuoyuna göstermiştir.
Karizmanın çizileceğini düşünmeden, başkasının tapulu arazisinde gecekondu yapma sevdasından vaz geçerek, bir plan çerçevesinde  Türk askeri İdlibden çekilmeli ve ülkemiz, gerektiğinde, ülke sınırları içinde ve sıcak takip hakkı sınırlarına bağlı kalınarak, aslanlar gibi savunulmalıdır.

Güner Yiğitbaşı

28/02/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“AKP belediyeciliğinde açılan kurslara katılan yüzde 84 oranındaki kadınlar İslami modele hapsediliyor.
Adam milletvekili çocuğunu imam hatibe göndermiyor, ama imam hatipleri savunuyor herkesi oraya göndersin istiyor, bu ikiyüzlü ve alçakça bir şey bence, çok tuhaf ve ahlaksızca bir şey.
“Yerel yönetimler örgün eğitim mi yapar, yaygın eğitim mi yapar. Yasalara göre de yerel yönetimler yaygın eğitimin yürütücüdür, bizzat yapıcısıdır, kurucusudur. Ama örgün eğitimin de destekçisi pozisyonundadır. Kendisi örgün eğitim kurumları açamaz, sadece destekleyicisi konumunda olur, dünyada da böyle”.
“AKP li belediyecilik anlayışı İslamcı belediyelik anlayışıdır”.
AKP belediyeciliğinde açılan kurslara katılan yüzde 84 oranındaki kadınlar İslami modele hapsediliyor.
“AKP li İslamcı Belediyeler cemaatlere para aktarıyorlar”.
“Okulların ayrışmasının yıkıcı sonuçları, okullar bizim bildiğimiz okullar değil artık Türkiye’de, Cumhuriyet okulu değil, o hüviyetini yitirdi, yani okullar toplumsal bütünleşmenin aracı değil, bizzat ayrışmanın aracı haline geldi”.
Eğitim ve yerel yönetimler

Ulusal Eğitim Derneği’nin kültür etkinliklerinden bir yenisi 22.2.2020 Cumartesi günü, dernek merkez salonunda, “eğitim ve yerel yönetimler” konulu konferans düzenlendi. Dernek üyesi öğretmen ve akademisyenlerin ilgi ile izledikleri konferansta konuşmacı olarak Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ahmet Yıldız katıldı. Aydın Kuşadası doğumlu. Kültür ve öğrenmeyi yetişkin ve okuryazarlığı, eğiticilerin eğitimi ile yerel yönetim ve eğitim gibi konularda çalışıyor. Akademisyen Ahmet Yıldız konuşmasında yerel yönetimler hakkında yapılması gereken eğitim öğretim konularında ilgi ile izlenen açıklamalarda şunları söyledi:
“-Hepimiz karanlık bir süreçten geçtik, geçen yıl yerel yönetim seçimleriyle hop oturup hop kalktık ve o karanlık perdesi sanki biraz aralandı. Yeni yerel yönetimlerle birlikte gözümüzü oralara diktik, acaba bir şey çıkar mı bu karanlık hızla gidecek mi, hepimizde böyle bir heyecan duyduğu açıktı, heyecanlandık, umutlandık. Şimdi de bekliyoruz, şimdi be bu yerel yönetimlerde eğitimle eğitimin potansiyeli sorunlar üzerinde bir sunuş yapmak istiyorum.
Sistematik olması için de azı başlıklar üzerinden gideyim istiyorum. Önce yerel yönetimlerle eğitim ilişkisini kısaca oluşumunda ülkemizdeki genel durumu kısaca bir betimleyip son iki maddeyi de daha ayrıntılı durmak istiyorum. İşte son iki madde de CHP hizmetlerindeki eğitim durumu nasıl ve yapmalı.


Eğitim ve yerel yönetimler
Yerel yönetimlerin eğitim etkinlikleri gerek yetki gerek sorumluluk açısından nasıl sınıflandırılabilir, diye düşündüğümde, onu önceleyen başka bir soru olduğu, yanıtlanması gereken başka bir soru olduğu düşünmek gerekir. O da şu:
Bir yerel yönetim neden bir belediye eğitim meselesiyle ilgilenir. Ya da ilgileniyor. 60 l yıllarda ya da 70 li yıllarda biz bu tip yerel yönetimlerin bu alanlara girdiğini çok görmemiştik, dünyada da görmemiştik, hani yerel yönetimler, yol, su, kanalizasyon gibi hizmetleri yapardı. Ama özellikle son dönemde küreselleşme dediğimiz neoliberal politikalarla yolun tahribatıyla birlikte özelleştirme politikaları sonucunda merkezi devlet iktidarının düşürülmesi her şeye sebep olan özel sektöre aktarılması,  bir şekilde devletin küçülmesi sonucu ve neoliberaL yıkım politikaları sonucu çok fazla dezavantajlı ve yoksullaşan gelişmeler olması sebebiyle yerel yönetimler sosyal politikalar meselesini kucağında buldu, aslında. Oralara müdahale etmek zorunda kaldı. Bu sadece bizde olmadı tüm dünyada benzer bir şey söz konusu, dolayısıyla yerel yönetimler, adı çeşitli vesilelerle değişen kimisi bunu toplumcu belediyecilik, kimisi sosyal belediyecilik, Türkiye örneğinde de baktığımızda da, İslamcı belediyecilik göze çarpıyor bu meselenin karşılığı olarak.
Dolayısıyla günümüzde yerel yönetimler, bu geleneksel yol, su, kanalizasyon dışında sosyal politikalar meseleleriyle ilgilenmek zorunda kaldılar.
Peki, biz burayı nasıl sınıflandırabiliriz? Buradaki yerel yönetimlerin eğitim meselesini, analiz etmek için burayı nasıl anlamlandırabiliriz. Biraz daha sistematik gidersek,  şöyle sınıflandırmak mümkündür. Hani modern eğitim sistemlerinin geleneksel sınıflandırılması biz işimize yarayabilir diye düşünüyorum. Biz biliyorsunuz, yerel yönetimleri eğitim sistemlerini aslında UNESCO’nun 60 lı yıllardaki sınıflandırması örgün, yaygın, algın diye, ama biz algını bir kenara bırakırsak, örgün ve yaygın diye sınıflandırmak bize burada işimize yarayacak.
Örgün eğitim neydi; birbirini takip eden kesitlerden oluşan bir eğitim türü. Yani bir kesiti tamamlamadan, ilkokulu tamamlamadan ortaokula gidemezsin ve bir önceki diplomaya sahip olmazsan bir üst kurula gidemezsin. Dolayısıyla hatta üniversiteler dışındaki tüm örgün eğitim kurumları yani ilkokul, ortaokul, lise belli yaş gruplarına dayanır. İşte 6-7 yaş ilkokul grubu vs gibi. Örgün eğitim dediğimiz bir şey hiyerarşik bir bütünlük içinde bakacağımız kronolojik olarak yapılandırılmış sisteme diyoruz, örgün eğitim.
Yaygın eğitim, okul dışı tüm sistematik öğrenme kurallarına yaygın eğitim, ya da bizdeki geleneksel adı ile halk eğitimi, toplum eğitimi gibi isimler veriyoruz.
Örgün eğitimin amacı ve yaygın eğitimin amacı, burası biraz kritik; örgün eğitimdeki amaç eğitimin kendisidir. Yani örgün eğitimdeki mesele eğitim almaktır ve kolun merkezlidir.
Yaygın eğitim ya da halk eğitim dediğimiz şeyse sorun merkezlidir, bir soruna dayalı, bir sorunu çözmeyi hedef alan bir diploma ya da sertifika almaya hedeflemeyen bir sorunu çözmeye hedefler. Dolayısıyla hayat merkezlidir, sorun merkezlidir. Birisi okul merkezli iken, yaygın eğitim sorun merkezli olarak algılamak durumundayız.
Yaygın eğitim, örgün eğitim dışında yürütülür, onun boş bıraktığı alanları tamamlamaya çalışır ve ama onun gibi düzeyleri ayrılmaz. Birini bitirmekten sonra birine gitmek gerekli değildir. Yaş sınırlaması yoktur, her yaştan grubun katılabileceği okul dışı tüm eğitimlere yaygın eğitim diyoruz.
Yerel yönetimler örgün eğitim mi yapar, yaygın eğitim mi yapar. Yasalara göre de yerel yönetimler yaygın eğitimin yürütücüdür, bizzat yapıcısıdır, kurucusudur. Ama örgün eğitimin de destekçisi pozisyonundadır. Kendisi örgün eğitim kurumları açamaz, sadece destekleyicisi konumunda olur, dünyada da böyle.
Bizdeki yerel yönetimlerin eğitim durumları ne durumdadır. Bence burada iki tane yaklaşım söz konusu, yaklaşımlara biraz bakmamız gerekir. Bir tanesi AKP modeli, diğeri de AKP li olmayan belediyelerin uygulamaları. Bir tanesi model, diğeri de uygulamalı. AKP de bir model var. Onu biraz açmak istiyorum, bizim ülkemizde yerel yönetimlerin eğitim etkinliklerinin ilk defa sistematik olarak geçmişte de tekil örnekler bulabiliriz ama ilk defa yapılandırılmasının tarihi 1994 İstanbul Büyükşehir Belediyesi, kim iktidara geliyor, Refah Partisinden Recep Tayyip Erdoğan. Geldiğinde İSMEK’i kuruyor, İsmek, İstanbul sanat ve eğitim kursları. Ankara da da Dernek Bel Mek kuruluyor. Ama İstanbul’daki ile kıyaslanır bir şey değil. İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan Belediye Başkanlığı döneminde devasa bir örgütlenme kuruyorlar. İki milyon kişiye eğitim vermişler. İki milyon kişiye eğitim vermek demek, İstanbul’daki tüm evlere girmiş demektir. Dolayısıyla büyük kapsamlı bir şeyden bahsediyoruz.
Şimdi buradan başlayan bu belediyecilik geleneğine İslamcı Belediyecilik modeli adını verebiliriz, AKP modeli dediğim şey o aslında.
Buna biraz daha ayrıntılı bakalım, İSMEK’de şu kurslar açılmış: Mesleki teknik eğitimler, bilgisayar teknolojileri el sanatları, Türk İslam Sanatları, müzik eğitimi, dil eğitimi, sosyal kültürel eğitimler, spor eğitimleri.
Daha sonra, daha AKP ile birlikte bunlara nerelerde açılmaya başlandı, hemen akabinde Bursa’da kurdular, BUSBEK, Kayseri’de kurdular KAMEK, Kocaeli’nde kurdular KOMEK daha başka yerlerde de kurdular ama ana hatlarıyla bunlar. Dolayısıyla bir model oluşturdular. O modelin de bazı özellikleri var: 1-Bunlar yoksullara dediler ki, size meslek kazandıracağız. İşte iş ve teknik eğitim altında açılan kurslara bakıyorsunuz, bahçıvanlık, cilt bakımı, kitap ciltçiliği,  otopark görevlisi eğitimi gibi. Aslında dikkat ederseniz, bir meslek falan kazandırmayan ama yoksulları oyalayan ve parti ile ilişki kurmasını sağlayan bir düzenek olarak işledi bunlar.
2-Bu kursları bunlar kamu hizmeti olarak sunmadılar, özel hizmet olarak bir şekilde neoliberal politikalara uygun olarak ihale yöntemiyle yaptılar. Bunu ne iş sağladı onlara, istedikleri tarikat ve cemaatlere kaynak aktarmayı sağladılar.
3-Üçüncüsü, kendi İslamcı kadrolarını burada öğretmen olarak görevlendirerek hem buraların İslamizasyonunu sağladılar, hem de onları istihdam etmiş oldular, binerce kişiye istihdam olanağı sağlamış oldular.
AKP belediyeciliğinde açılan kurslara katılan yüzde 84 oranındaki kadınlar İslami modele hapsediliyor.
Kuran kursları yanında, çini, hat, kalem işi, minyatür, tezhip, Türk İslam Sanatları, Arapça, Osmanlıca, din eğitimleri gibi geniş bir sosyalizasyon İslamileşmeyi sağlayan geniş bir kurslar sağladılar. Bu şu demek, mesela bir Arapça kursu aştığınızı düşünün Arapça bilen insan istihdam edeceksiniz, onlarca Arapça bileni istihdam edeceksiniz, dolayısıyla bir bilgi biçimini, bir bilme biçimini de yaygılaştırmanın en önemli aracı olarak uygulandı bunlar.
Bir özellik daha, başka özellikleri de sıralamak mümkün ama kabaca özetlemek gerekirse, bir özelliği daha söyleyeyim, bu kurslara katılanların 84/100 yüzde 84 ü kadın, daha çok kadınlara yönelen kurslar. Tabi ki bu kurslar kadınların evden çıkmasını önemsemeyi sağlamıyor, onların toplumsal olarak güçlenmesini ve mevcut toplumsal eşitsizlikleri adaletsizlikleri dönüştürmeyi hedef olan bir şey değil. Bir de bilakis yeni bir kapan oluşturuyor, kadınlar için. Yeni İslamcılığın oluşturduğu kadınların güçlendirdiği değil kadınların belli ataerkil modelleri içine hapseden yeni bir şey oluşturuyor.
Bu belediyeciliği elbette sosyal belediyecilik demek mümkün değil, bundan olumlu anlamda öğrenilecek çok bir şeyimiz yok. Bu aslında açık bir İslamizasyon faaliyetidir, oldukça dünyadaki örneklere baktığımızda oldukça sorunlu ve sınırlı bir eğitim perspektifine sahip olduğu görülür.
AKP li belediyecilerin verdiği eğitimlerde ortak özellikleri: 1-Kendilerine kaynak istihdamı sağladılar. Kendi ideolojilerini yoksularla buluşturdular. Toplumun dinselleştirmesini sağladılar. Kadınların toplumsal cinsiyet rollerini hapseden bir örgütlenme modeli kurdular. Ankara’da Hanım lokalleri bu işi yapıyordu.
Belki CHP li belediyelerle karşılaştırdığımızda farklılıkla var. Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesinin kurduğu meslek fabrikaları var. Çankaya Belediyesi, Çankaya evleri diye bir birlik kurdular. Eskişehir Belediyesi Tepebaşı Belediyesi kent enstitüleri diye bir oluşum kurdu. Sarıyer Belediyesi de Sarıyer Akdemi diye bir birlik kurdu.
İzmir Büyükşehir Belediyesinin Meslek Fabrikaları oluşumu klasik bir iş kur, İş Kur’un yaptığı işi yapıyor. Yani yetişkinlere eğitim vererek meslek kazandırmayı hedefliyor. Çankaya Belediyesi ve Eskişehir’in yaptığı kent enstitüleri ise klasik halk eğitim merkezlerinin yaptığı işi yapıyor. Sarıyer Belediyesinin Sarıyer Akademisi ise, Üniversiteye hazırlık kursu dershanecilik yapıyor.
Biraz önce anlattığım İSMEK, BUSBEK, KAMEK, KOMEK gibi yapılan işler, orda bir ortaklık bir şey vardı, burada ortak bir şey var mı? Görmüyorsunuz, peki bu ortak olmamasının sebebi CHP li belediyelerin yerel özgünlüklere göre davranması mı, yoksa kafalarında bir model olmaması mı? Yanım A şıkkı değil, kafalarında bir model yok, ötekilerin var kafasında onu söylemeğe çalışıyorum. CHP li belediyeler görünen o ki, bütünlüklü sistematik bir eğitime dair bir perspektiflere sahip değil. Oysa Cumhuriyet modernleşmesinin esas aldığımızda Cumhuriyetçiler, solcular eğitim konusunda daha duyarlıdır, ama ötekiler daha örgütlü. İronik bir durum var aslında, tuhaf bir durum var. İslamcı belediyeciler kadar hedeflerine ulaşamıyorlar, ciddi bir birikim de sağlayamıyorlar, ortak bir model birikim yansıtmadığı için. Yani ne kendi İslamcı belediyeler gibi, ne kendi ideolojik düşüncelerini uygulayabiliyorlar, yayabiliyorlar ve toplumsal örgütlenme şeklinde bir araç halinde kullanamıyorlar. Bunda kabul edelim ki AKP li belediyeler daha başarılı oldular.
Ben aslında bunu bir nehir metaforu (mecaz) ile anlatıyorum. Şöyle düşünün, bir nehir akıyor, İslamcılar için anlattığım modelin özelliği, ben bu nehire teoliberal diyorum. Bir İslamcı nehir var, bu nehiri metafor olarak kullandığımızda, bu nehiri nasıl tanımlayabiliriz, teoliberal diyorum, ben, hem liberal, hem İslamcı politikaların birleştiği şey. Bu dereler besliyor ya bu nehiri, o derelerin bir tanesi kaynak aktarımı, cemaatlere kaynak aktarıyorlar
Bir tanesi kadrolaşma, İslamcıları onları kadrolaştırıyorlar. İslamizasyon İslami bilimi biçimini geliştiriyorlar, o bir devre, siyasi taban oluşturuyorlar, yoksullarla bağ kuruyorlar, dolayısıyla bunların hepsi bu nehre akıyor, nehir büyüyor, teoliberal bir nehir gidiyor.
Şimdi benim sorum şu, AKP li olmayan, özellikle CHP’Lİ belediyeler, çünkü muhalif belediyeler, başka bir belediye göremiyoruz, birkaç tane örnek dışında, peki orada kimlerin nehrini, ben de diyorum ki, bizim nehrimiz buradaki yani daha Cumhuriyetçilerin kamucu, aydınlanmacı, sosyal adaletçi olurdu diyorum. Benim iddiam o. Bizim nehrimiz varsa, bu nehir kamucu olmalıdır, aydınlanmacı olmalıdır ve sosyal adaletçi olmalıdır ve derelerimizde hepsi bunu beslemelidir, bu nehri beslemelidir.
Onlar çok sistematik bir şey yapıyorlar, nehirlerini besliyorlar, bizimkiler, kaçtır belediye başkanları ile konuşuyorum, CHP lilerle. Anlatıyorum, falan, sanıyor ki, “hocam biz de kurs açtık” diyor, eğitim denilen şeyi bu kursa indirgemiş. Eğitimi bir vitrin faaliyeti olarak zannediyor. Şu kadar kişiye eğitim verdik, ne oldu eğitim verdin. Mesela buraya geldiğimde İslamcıların yaptığında başka bir şey, gelenle giden bir fark ediyor, üç ay kalıyor orada namaz kılmaya başlıyor. Sen ne yaptın öyle bir perspektifi de yok, perspektif yok burada, enteresan bir şekilde. Dolayısıyla model kurup büyütemiyor, olmayınca da havanda su dövmek gibi.
CHP yi vurmak kolay, bu sadece CHP nin meselesi değil, tüm sol yapılarda benzer şey söz konusu. Dolayısıyla eğitimi bir teknik bir tür faaliyeti olarak gören son sosyalist yapılarda da böyle örüntü ile karşılaşıyoruz. CHP yaygın olduğu için onu konuşuyoruz şu an uygulamada olduğu için, gözümüzü oraya diktik.
Önerdiğim şey şudur: Bütün demokratik kamuoyu için kamucu aydınlanmacı sosyal adaletçi bir pasifiktin olması çok kritiktir, biz bunu yaygınlaştıramadıkça buradan çıkışımız ne yazık ki olmayacak.
Şimdi AKP dışındaki özel ve yerel yerlerde CHP li belediyeleri ele aldığımızda durumu nasıl betimleyebiliriz” dediğimde:
1-Birincisi sistematik bir şey söz konusu değil, sistematik yaklaşmıyor meseleye. Aklına ne gelirse öyle, a okullar kapanıyor, şimdi ben bir kitap dağıtırsam, çocuk kitabı iyi olur, diye düşünüyor. A şimdi Öğretmenler Günü öğretmenlere bir şey vereyim, aklına geldi bir şey, sistematik bir şey yok. Yol çalışması gibi yapmıyor, diyor ki mesela kanalizasyonda bağlantıyı şöyle kuracağız, öyle bir şey hesaplamak zorundasın ya. Burada öyle bir şey yok, bir sistematik yok.
2-İkincisi, toplumun eğitim ihtiyaçları ile sunulan eğitim arsında hemen hemen hiç bağlantı yok. Yani kurslar kentsel toplumun eğitim ihtiyaçlarının analizi yapılmadan gelişigüzel açılıyor. Onlar da daha çok biçki dikiş kursları, resim kursları vs.
3- Üçüncüsü hani başta eğitim merkezlerinden biri solun merkezi dedim ya, hiçbir sorun merkezi herhangi bir toplumsal sorunu çözmeye yönelik eğitim yok. Daha çok bir vitrin faaliyeti, vitrin faaliyeti olması da önemli ama sanal bir vitrin faaliyetidir. Gerçekten doğrudan bir insanların alıştığı ortamdan dönüşerek çıkmıyor yani aldatıcı da bir şey. Şöyle vitrin faaliyeti, “tuğla metaforu”, bir tuğlayı çektiğimizde duvar çöküyorsa, o tuğla kritiktir. Bu belediyelerin eğitim etkinliklerini çekince ne değişir, hiçbiri.
Eğitim ve yerel yönetimler

Ama İslamcılarınkini çekin çok şey değişir, kendileri açısından. Bizim açımızdan kendimizin altındaki tuğlayı çekin çok önemli şeylerin değişeceğini taşımıyorum. Şunu köy enstitülerini düşünün, çektiler çökerttiler ülkeyi, bak ne kadar önemliymiş. Şimdi sen ne yapıyorsun burada üç beş kurs açıp adını bile “kent enstitüsü” kuruyorsun, köy enstitülerine atıfla. Bence ayıp, doğru değil, bunu içeriksizleştiriyorsun. İmamoğlu da aynı şeyi söylüyor, “kent enstitüleri kuracağız” diyor, köy enstitülerine atıfla. Üç kişiye kurs verince, meslek eğitim kursu açınca köy enstitülerini mi yaşatmış oluyorsun. Radikal bir mirası içeriksizleştirmiş oluyorsun ve evcilleştirmiş oluyorsun. Dolayısıyla onun ilerisine de böyle bakmak lazım.
Son şeyde söylediğim eğitim kurslarına indirgenmiş bir şey.
Yerel yönetimler ve eğitim başlığı deyince aklıma çeşitli kursla geliyor, dolayısıyla eğitimler bir toplumsal düşünden bir toplumsal gelişimden bağımsız değerlendiriliyor. Dolayısıyla yerel yönetimler deyince,  akıllarına, birkaç tane kurs açtık mı bu eğitim işini tamamladık gibi bir algı söz sahibisin.
Tepebaşı Belediyesi CHP li belediyeleri seviyoruz anlamlı bir şey, “kent enstitüsü” kurmuş adını, bu kurslarla halk eğitim merkezinin işini yapıyorsun, hiç farklı bir şey yapmıyorsun. Hiç toplumsal bir dönüşüm hedefin yok, neyi hiçbir şeyi dönüştüremiyorsun.
Sanırım üçüncü soruyu da baştan söyledim dört sorunun üçünü girmiş bitirmiş olduk.
Şimdi üçüncü soruya daha derinlikli CHP li belediyelerin, Türkiye’deki örgün yaygın eğitimine baktık, daha sonra İslamcı belediyecilik, çevreci belediyelerin genel ülkedeki genel durumu özetlemiş olduk.
Şimdi de CHP li belediyelerin AKP li belediyeleri olmayanların temel özellikleriyle biraz daha devam etmek istiyorum, üçüncü soru bağlamında.
Şimdi bazı avantajlar var tabi, tüm bu sistematik dağınık olmamasına rağmen, bazı belediyeleri inceldim, özellikle İzmir Belediyesini, şunu gördüm, 35 tane daire başkanlığı var, bunların yedi sekiz tanesi doğrudan eğitim yapıyor ve çok geniş bir kitleye ulaşıyorlar. Aslında çok ciddi örgütsel kapasitenin olduğunu gösteriyor, bu ve çok geniş bir toplumsal grupla temas edildiğini, bir deneyim olduğunu gösteriyor. Bu olumlu ama öte yandan ne yazık ki sistematik bir nitelik taşımadığını belirtmek gerekir. Hem birimler arasında koordinasyonlar çok eksik, hem de toplumsal sorunların çözümünde eğitim tek bir şey konuşulmuyor, çünkü bir kentsel toplumun eğitimsel ihtiyacı analizi çıkarılmıyor. Aklına geldiği gibi, bir şey yapmaya çalışıyorlar.
Yine bu ihtiyaç analizi ile bir şey, okuldaki sadece besin meselesi değil, oraya da sistemli yaklaşmak lazım, biz eğer toplumcu bir belediye isek, neye göre aklımıza göre hareket edemeyiz, neye göre hareket ederiz, öncelikle hedef kitle belirlememiz lazım bizim. En ihtiyacı olandan başlamak zorundayız, bizler, diye düşünüyorum, ben. “Hani aa ne güzel şu gruba bir şey açalım” diye değil, bu toplumun en çok ihtiyacı olan ve en zorda olanlardan ondan başlamalıyız, diye düşünüyorum. Ama böyle maalesef ki belediyelerimize baktığımızda böyle bir ihtiyaç analizinin yapıldığını görmüyoruz. Bir de burada şöyle bir sıkıntı var, dünyada da Türkiye’de de yapılan araştırmalar gösteriyor ki, halk eğitiminden yetişkin eğitiminden, yani örgün eğitim dışında en fazla yararlananlar kimler, en fazla eğitim görenler. Şimdi en çok ihtiyacı olanlar en az yararlanıyor. Dolayısıyla senin özel bir şey yapman gerekiyor, en eğitimsiz yoksulları, en dıştakileri kapsayacak bir şey, formül üretmen lazım. Halk eğitim merkezleri yaptıktan sonra anlamı yok zaten bunun. Senin onları özel olarak davet etmen, evlerinden alman, onları bir toplumsal dönüşümlü işlendirmen vs başka bir şey kurman gerekiyor. Ama öyle bir perspektif ne yazık ki çok yok.
Bir de Türkiye’de demokratik kamuoyunun da çok tartıştığı bir şey, bir hatalı eğilim var burada bir problem var. Mesela İzmir’deki meslek kursların yapılan şey, başka belediyelerde de bu ara eleman meselesi. Meslek liselerini savunuyorlar, önemli bir şey olduğunu savunuyorlar, tuhaf bir şey ara eleman. İzmir’e gittiğimde bu meslek fabrikasına gittim, müthiş bir organizasyon kurmuşlar, çok güzel bir yerde. Ne yapıyorsunuz, diyorum müdüre, diyor ki: Orada büyük bir otel var, o otel bunlara gelmiş demiş ki, “bize 30 tane komi lazım, bunları eğitin, biz hemen onları istihdam edeceğiz”. Bunlar da hemen heyecanla 30 tane genç komi adayı buluyorlar, onlara eğitim veriyorlar. Bunları da orada çalıştırıyorlar. BU ilk başta anlamlı bir şey geliyor ama biraz daha kazıdığınızda problemli bir durum var, bir kere bir özel şirketin, bir özel firmanın kendi maliyet ve riskini karşılamak zorunda olduğu, kendisinin yetiştirmek zorunda olduğu personeli, sen kamunun bizim verdiğimiz vergilerimizle eğitim veriyorsun. Bu milletin vergilerini biz buraya mı gönderceğiz yoksa en çok ihtiyacı olanlara mı vereceğiz. Bir kere, bunu AKP li belediyeler yapabilir ama sosyal demokrat bir belediye bunu biraz düşünmek zorunda değil mi? Biz niye özel bir şirkete kaynak aktaralım.
Buradaki ikinci problem şu, ara eleman dediklerinde ana eleman kim ya, ara eleman Türkiye’de büyük sermayenin TUSİAD sermayesinin uydurduğu bir yalandan başka bir şey değil. Türkiye’de ara eleman sorunu yok. Mesela meslek liselerini düşünün, en önemli sorun meslek lisesi sorunu, yok öyle bir şey. Türkiye’deki ilk sınıfların yoksul çocuklarının bir şekilde geleceksizleştirme projesinden başka bir şey değil. Ben mesela şundan kıllanıyorum uzun zamandan beri; biri kendi çocuğunu göndermeyip başkaların çocuğunu önerdiği zaman adam, adam milletvekili çocuğunu imam hatibe göndermiyor, ama imam hatipleri savunuyor herkesi oraya göndersin istiyor. Bu ikiyüzlü ve alçakça bir şeydir bence. Yine Koç kendi çocuğunu meslek lisesine göndermeyip “memleket meselesi” diyor. Tuhaf gelmiyor mu size de bence çok tuhaf ve ahlaksızca bir şey söz konusu. Bir de şöyle bir şey var, herkes küreselleşen dünyada hızlı gelişen teknolojiden bahsediyorsun. O teknoloji iki yılda değişiyor, o çocuk iki yıl sonra, meslek lisesinde öğrendiği ile beceriksiz kalıyor. Dolayısıyla o çocuğu istihdam etmiş olmuyorsun. Bilakis geleceksizleştirmiş oluyorsun. Dolayısıyla bir şeyleri savunurken biraz daha ciddi olmamız gerektiğini daha derinden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Belediyelerimiz ne yazık ki, “ara elemanı” söylemine kilitlenmiş; sol belediyecilik sosyal demokrat belediyecilik bu “ara eleman” söylemini sorgulaması gerektiği kanaatindeyim.
Yaygınlık meselesine gelince İzmir’de de, başka yerlerde de merkezde birkaç yere lokalize olduğunu görüyoruz, tüm topluma özellikle kentsel toplumun en çok ihtiyaç olanlara dağılmadığını görüyorsun.  Mesela Çankaya belediyesi kreşleri var, en çok ihtiyaç olanların değil, daha çok orta sınıfların olduğu yerlerde, onlar zaten çocuklarını gönderecekler. Onu en çok ihtiyacı olanlara öncelik sıralaması yok. Tuhaf bir şekilde, şöyle de bir tuhaflık var mesela, Eskişehir’de İzmir’de ve Ankara’da gördüm. Mesela çocuk gelişim merkezlerde, ya da merkez açıyor merkezde ve belediyelerde mesai saatleri, tuhaf bir şey çocuklar mesai saatlerinde zaten okulda, senin personelinde orada beş buçukta çıkıyor, hafta sonları kapalı, açma bence, gerekli değil böyle bir şey. Eğer sen akşamları çocukların elinden tutacaksan, hafta sonları onlara destek olacaksan ihtiyaçları asıl o zaman, dolayısıyla böyle bir perspektifte şey.
En avantajlı belediye bence İzmir Belediyesi, çünkü AKP bakiyesi ile uğraşmıyor. İstanbul’da Ankara’da İslamcı kadroları doldurmuşlar, onlarla bir şey yapmak çok mümkün görülmüyor kısa vadede. Binlerce kişi çalışıyor İSMET de İstanbul’da. Dolayısıyla o yapıların dönüşümü çok kısa zamanda mümkün görünmüyor. Ama İzmir’de böyle bir şey olmadığı için böyle bir model yaratmanın bir fırsatı var ama o orada ne kadar yaygın o konuda da şüphelerim var.
İlk yapılması gereken şey, şunu düşündüğümüzde, her biri için öncelikli eğitim ihtiyaçlarının saptanması meselesi. Bizim bulunduğumuz belediyede hangilerinin hangi toplum kesitlerinin en çok neye ihtiyacı var sorusunu çıkarıp hiyerarşi grup en öncelikli olandan başlamamız gerektiği kanaatini taşıyorum. O anlamda da baktığımızda da birincisini ele alalım şimdi.
Örgün eğitimi düşünmemiz lazım, burada en ihtiyaç sahibi kim ve biz ne yapabiliriz. Ben bunu dört başlıkta sınıflandırdım.
1-Birincisi temel eğitime erişim sorunu. En önemlisi erişim sorunu. Erişim sorunu şu demek, Türkiye’de eğitim süresi 12 yıl, 12 yıl eğitimi bitiremeyen kimler? Çok büyük bir nüfus var burada, çok büyük kaçak var, biz toplumumuzun ciddi bir kısmını okula ulaştıramadık. Bence en önemlisi, eğitimin niteliğini tartışmanın anlamı yok ilk etapta. Çocuğu okula götürememişsin daha, mesela kaçak üç yaş grubu Kırmızı ile görülen okullaştıramadığımız yer. 3-5 yaş grubunda okul öncesinde çok ciddi bir hala daha okula erişemeyen çocuk var. (harita-grafikte gösteriyordu) 6-7 yaşında bile yüzde beşi aşan bir nüfus var. Birden lise 1-2-3 döneminde de birden bire artıyor. Kaçaklar okula erişemiyor. Dolayısıyla toplumcu bir belediye isen, senin yönetiminin altında okula gitmeyen çocuk kalmaması lazımdır. Çünkü bu okula gitmeyen çocuklar kimin ağına düşüyor, FETO’nun ağına düşüyor, bilmem ne cemaatinin ağına düşüyor. Senin bir kere bırak onların ağına düşmesini toplumcu bir belediye isen senin döneminde, senin iktidarında, senin yönetiminde bütün çocukların okulda olması gerekir. Dolayısıyla bunu anlatamıyorsunuz, birkaç belediye başkanı ile görüştüğümde, “hoca o da mı bizim işimiz” diyorlar. Senin işin o zaten, sosyal belediyeci isen bunu yapacaksın, belki de en önemli işin, kimsesizlerin kimsesi olacaksın, o çocuk zaten geleceksizleşiyor, sen onun elinden tutmayacaksın da kim tutacak.
Eğitim ve yerel yönetimler

Dolayısıyla örgün eğitim için düşündüğüm en önemli şeyin bu işin meselesi olduğunu düşünüyorum. “Bu çocukları okutacağız, bu çocukları okullaştıracağız” baskısı uygulamamız gerekiyor. Bu arkadaşların böyle bir görevi olduğunu hatırlatmak önemli diye düşünüyorum. Bu aslında derin de bir konu. Türkiye’de fırsat eşitliği diye bir söylem var, yani biz çocuklarımıza hepsine kapıyı açıyoruz, onlar istedikleri şekilde yaralanır diye, temel eğitim bağlamında bu söylem geçersiz, şöyle tedavi edici bir şey yapmamız lazım. BU çocuk çalıştığı için gelemiyorsa, onu yakalayacaksın ailesine destek olacaksın, o çocuğa özel destek olacaksın, yani aktif bir şey. Geleneksel basit sosyal eşitlik şeyi maalesef işlemiyor. Onun ötesine geçecek tedavi edecek bir işleve gerek var o da ancak sosyal bir belediyecilikle kurulabilir.
Bunlar en çok hangileri yaşıyor bakın kız çocukları, ikincisi köylerde okul bulunmayan çocuklar. Üçüncüsü çalışmak zorunda kalan, ailenin onun emeğine ihtiyaç duyulan çocuklar. En dezavantajlılar mevsimlik tarım işçilerinin çocukları vs gibi. En kıyıda kalan en kenarda kalan toplum kesimleri, dolayısıyla belediyecilik bunların okullaşması için elinden geleni yapmalıdır ve sosyal politika üretmelidir. Başka yere kaynak aktaracağına bu işi yapmalıdır.
İkincisi bu bağlamda okul öncesi eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması meselesi. Tüm araştırmalar şunu gösteriyor, okul öncesi eğitimden az ya da çok yararlanan çocuklar lise üniversiteden geçişi daha başarılı oluyorlar. Okul öncesi eğitim siyasal İslam’ın sevdiği bir şey değil, kendileri yapmadığı sürece. Çünkü kadınlar çocuklarını oraya bırakarak çalışma hayatına katılıyorlar. Bunu da çok istemiyorlar anladığım kadarıyla.
Bizim için iki şey anlamında önemli, çocuklara sahip çıkıp geleceğin daha nitelikli olması, hem de kadınların çalışma ve toplumsal hayata katılması açısından belediyeler kreşler açmak zorunda. Ve bu kreşleri köylere, mahallelere en çok ihtiyacı olan yerlere bir kamu hizmeti olarak yapmak durumundalar, bu böyle bilinci de pek yaygın örmüyorum. Ama CHP nin genele merkezi bunu tartışıyor, umarım başarılı olurlar.
Okulların ayrışmasının yıkıcı sonuçları, okullar bizim bildiğimiz okullar değil artık Türkiye’de, Cumhuriyet okulu değil, o hüviyetini yitirdi, yani okullar toplumsal bütünleşmenin aracı değil, bizzat ayrışmanın aracı haline geldi. Hangi toplumsal konumdaysanız, o toplumsal konumu yeniden üreten ve farklılıkları, şöyle örnek veriyorum, bir sahil kasabasında büyüdüm, oraya gittiğimde gördüm, gece kondu mahallesinde başka bir şey, özel okul başka bir şey, eğitim yoluyla toplumsal ayrışmayı çocuklar karşılaşmıyor birbirleriyle, temas etmiyorlar. Birbirleri ile ortak bir yurttaşlık örgütleyemiyorlar, bizim okullarımızda. Dolayısıyla ayrışmaya hizmet ediyor ne yazık ki. Özel bir sitede bir kadına, “çocuğunuzu şu sitede kamu okuluna mı gönderiyorsunuz okul bölgesinde” dedim. “Ne münasebet, benim çocuğum kapıcının çocuğu ile aynı okula mı gidecek”. Böyle anlatıyor, böylece bölünmüş okullar, özel okullar vs. Türkiye’de dünya standartlarında belki, dünyanın en iyi okulları olan, çok küçük özel okullar var, kamuda çok küçük sayıda. Ama dünyanın en kötü denilecek okullar da var ve bunlar arasındaki mesafe giderek artıyor. Eğitim yoluyla dikey hareket zaten giderek sınırlanmış durumda. Mesleğe ulaşmak, örnek verili ya, “karga peşinde koşan bir çocuk ülke kurdu”, “çobanlık yapan bir cumhurbaşkanı oldu bu ülkede”. O dönemi kapattı artık Türkiye, eğitim yoluyla tek bir şansı var, bir yere gelebilmelerinin bir cemaate girmek.  Kamu eğitimi yoluyla bir yere gelmeleri çok zorlaştı, yazık ki. Ya da bir mucizelere bağlı.
Dolayısıyla eğitim yoluyla, üniversitede her yıl öğrencilere soruyorum, yeni gelenlere, köyden gelen, köyde büyüyen, birkaç kişi duyduğum giderek azalıyor sayı. Yani eğitim sistemi giderek elitsileşiyor, şuraya geleceğim, biz ya bu çocuklara destek olacağız, ya da bu eşitsizliğe göz yumacağız. Bunu da düşündük, özellikle kırsal kesimdeki çocuklara,  ne zaman ki gecekondu bölgesindeki çocuklara akademik destek olmak da bence en önemli gruplardan biri olarak bunlara destek olmak da toplumcu belediyecilerin görev, sistematik olacaksak.
Bu sadece akademik başarıyla ilgili değil, bu sınav merkezli eğitim nedeniyle gençlerimizin çocuklara yönelik eşikleri çalınmış durumda. Dolayısıyla obez çocuklar yetiştiriyoruz, tiyatroya gitmeyen çocuklar yetiştiriyoruz, ülkeyle ilgilenmeyen çocuklar yetiştiriyoruz. Dolayısıyla CHP li belediyelerin muhalif belediyelerin daha özenli yararlı etkinlikler spor kursları, sanat kursları onlara dönük de etkinlikler ya da bir olanaklar yaratmaları da hayatidir, çocuklarımızın sağlıklı gelişimleri açısından.
Örgün eğitimde yurt sorunu hayati bir sorun. Üniversite düzeyinde öğrencilerimizin yüzde 17 si devlet yurtlarında kalıyormuş. Yoksul öğrenciler için çok kritiktir bu, nerede kalacakları. Geri kalanlar ya özel yurtlar, ya da tarikat yurtlarına mahkûm. Ne yazık ki bizim belediyelerimiz hala bu konuda uyanamadılar, onların elinden tutamıyorlar. Yurt sadece yurt değil, orada beyinleri yıkanıyor, orada endokrin ediyorlar vs falan. Bu mesele de çok önemli. Bu yurt meselesi deyince sadece akla üniversite yurtları geliyor. Belki bundan daha dramatik olan şey şu, köydeki okulları boşaltınca bu çocuklar lise ya da üniversiteye gitmek için Şehir merkezine ya da ilçe merkezine gelmek zorundalar, onların da elinden tutamıyoruz ne yazık ki. Onlar da tarikatlara emanet edilmiş durumda. Bizim belediyelerimizin mutlaka her ilçede bu çocuklar için yurtlar açması gerektiğini düşünüyorum. Bu yurtları da tek başlarına değil, çeşitli demokratik kitle örgütleriyle birlikte, bu işin içinde Ulusal Eğitim Derneği olmalı, bu işin içinde Çağdaş Yaşam olmalı, ne ise bunlarla birlikte buraları aydınlık yerler haline getirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Üçüncüsü de şu, toplum eğitimine yani yaygın eğitiminde buradaki temel şey okula gitmek değil de sorun merkezli olmaktır. Biz hangi sorunu çözeceğimize odaklanmalıyız, eğitimi bu anlamda kullanmalıyız. Burada da ikiye ayırmak mümkün, 1 üretime ve mesleğe yönelik eğitim, 2 Sosyal, kültürel, sanatsal sportif eğitimlerle ilgili şey. İki bağlamda düşünmek lazım. Başarılı örnekler var ama hala Türkiye’de hala bir model kurulmuş değil. Burada da çok çeşitli sorunlar var, bu ara eleman sorunu önemli bir şey. Potansiyelini Türkiye iyi kullanmış değil, birkaç örnek evereyim. Mesela Ankara’yı örnek alıyorsak, ilk yapılacak iş şu, mesela kırsaldan başlıyorsak, ovası olan yerlerde geri kalmış yerlerde, mesela ilçeleri güçlendirmek ilk elden çok kritik. Köylerde, “şu köyde balcılık-arıcılık geliştireceğiz, şurada büyük baş hayvancılığı geliştireceğiz”.  Neyse oranın tarihiyle bağlamıyla ilgili o tip köylerle köylülerle bağlantı kurup çiftçi eğitim ve birimleri kurup, okullar kurup oralarda çiftçi eğitimi bağlamında onlara eğitim verip,  onlara destek verip, onlara aynı anda sermaye verip onları aynı zamanda alım garantisi verip bir organizasyon kurmamız lazımdır.  
Bunları anlatınca, “biz onların balını alıyoruz, biz onlardan süt alıyoruz biz onlara destek oluyoruz” diyorlar. Destek değil bilakis örgütlemen lazım senin, onlara sahip çıkman lazım. Dolayısıyla organik üretimle eğitimi birleştirecek bir şey kurmamız lazım, izim bunlarla.
Hadi kadınlara salça ürettirelim, bunlara eşitlenmiş durumda. Büyük bir dönüşüm yapmak lazım, yapabiliriz aslında sadece bu perspektifi dönüştürsek, diye düşünüyorum.
Son mesele de sosyal, kültürel, sanatsal kuralları değersizleştirmemek lazım. Yine bu çok önemli, Türkiye çok göç alan bir ülke, hem iç hem dış göç açısından; şöyle düşününü bunlar da gelip kentin merkezine yerleşiyorlar, kenarlarına yerleşiyorlar. Bu insanların kentsel hemşerilik bilincini yaygınlaşması “biz bunlarla aynı yerlerde yaşıyoruz”, diye o onuru duyması açısından kentsel, toplumsal pratiklerle uyumlu olma açısından, bir kadını hiç evinden çıkmayan bir kadını evinden çıkarıp bir faaliyete kentin bir parçası haline getirebiliyorsa çok önemli. Bunlar, festivaller yapılabilir, ama kent merkezinden söz etmiyorum, en çok sevdikleri şey festival yapmak, kent merkezine. Gecekondu bölgesinde o insanlar da, çünkü onları bırakmışız tarikatlara, oralarda anlamlı işler yapmak, onları oralardan çıkartmak, kooperatiflerle çıkartmak, başka övüntülerle çıkarmayı sağladığımız zaman biz bu karanlığı da yırtacağız” diye düşünüyorum.
Buralarda ne yazık ki, eğitim ve yerel meselesiyle çalıştıkça daha çok gözlemledim, belediyelerle görüştüğümde, kırsala yönelik ne yapıyorsunuz, diyorum. İki yerden duyduğum şey şu, “biz yazın çocuklarla köye gidiyoruz, uzak köylere, orada bir gün çocuklara oyun oynuyoruz, palyaço götürüyoruz, şenlik yapıyoruz”,diyorlar. Bravo güzel de bir gün bir şey yapıyorsun çok güzel, her gün ne yapıyor o çocuklar, her gün köyde okul yok ama cami var, o imam her gün onları ne yapıyor. Dolayısıyla köye gidip bir parlıyor, eğleniyorlar ama dönüşümü düşünemiyorlar, kalıcı olmayı. Çünkü o emek gerektiriyor, uzan vadeli bir şey. Bu belediye yerel yönetimler çok önemli bir potansiyel sağlıyor bence. Değerlendirebiliyor muyuz, benim kanaatim o ki çok iyi değerlendiremiyoruz, değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum”.
Bu konuşmadan sonra karşılıklı soru katkılarla etkinlik sona erdi.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Coronavirüs harekatına hazırız!
Ey Coronavirüs kim korkar senden!
İran ve Irak sınırlarımıza kadar geldiğini duyduk.
Geleceğin varsa göreceğin de var, unutma sakın.
Birleşmiş Milletler ve Uluslararası anlaşmalardan doğan meşru müdafaa hakkımızı kullanıp sınır ötesi harekat yaparak, bir tampon bölge oluşturmak suretiyle, ülkemizi ve ülke insanımızı senden korumaya hazır ve azimliyiz, ey Coronavirüs.
Ey Coronavirüs; zahmet edip şöyle kafanı çevir bir etrafına bak ve kork, akıllı ol lütfen!
Silahlı kuvvetlerimizin; Suriye'deki ESED ve Libya'daki muhalif general Hafter virüslerine karşı cansiperane verdikleri mücadeleyi ve savaşı görmüyor musun?
Allaha şükürler olsun ki; Suriyede ESED virüsünü on beş gün içinde yok ederek, Cuma namazlarını Şam Emeviye Camisinde eda etmeye başladık, Suriye topraklarını ve ülkemizi ESED virüsünden temizledik, karşılığında beş milyona yakın Suriyeli virüs, ülkemize yerleşti.
Ancak, bu Suriyeli virüsler, hastalık yapmayan faydalı virüsler, ülkemizin işçi açığını kapatıyorlar ve ucuz işçi olarak, ülkemizin ekonomik kalkınmasına, huzuruna ve mutluluğuna pozitif katkı sunuyorlar!
Libya'daki Hafter virüsünü de, Allah’ın izniyle, az bir zayiatla çok kısa sürede yok edeceğiz, bugüne kadar Hafter virüsünden kaybımız iki tane, bu iki tane Hafter virüsü bulaşan askerimizi, milletimize Hafter virüsü bulaştırmamaları ve halkımızı paniğe sevk etmemeleri için, gizlice ülkemize getirerek karantinaya almak suretiyle ve yine gizlice defnetmiş bulunmanın huzurunu yaşıyoruz.
Buradan bir kez daha tüm virüslere sesleniyouz, ülkemizin huzurunu, asla hiçbir virüs bozamaz, tüm virüslerle baş edecek büyük ve güçlü  bir ülke olduğumuzu, tüm virüslere önemle duyuruyoruz!

Güner Yiğitbaşı

25/02/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Atatürk'e Ve Onun İlkelerine Saygılı Olmamanın Bedelini Ödüyoruz
AKP iktidarı ileri gelenlerinin ve lideri ERDOĞAN'ın; devletimizin kurucusu BÜYÜK ATATÜRK'ü sevmediği, ona saygı göstermediği ve onun devrimlerine ve en başta laiklik olmak üzere, ilkelerine allerji duyduğu bilinen bir gerçektir.
ATATÜRK'ü sevmek zorunda değilsiniz, onun sizin sevginize ihtiyacı da yok zaten.
ATATÜRK'ü seven büyük kitle var bu ülkede, Allaha şükür.
ATATÜRK'ü sevmek zorunda değilsiniz ama, bu ülkenin kurtarıcısı ve T.C. Devletinin kurucusu olan ATATÜRK'e saygı göstermek ve bu ülkede politika yaparak ülkeyi yönetme konumunda iseniz, onun koltuğunda oturuyorsanız, devleti onun ilkelerine uygun yönetmek zorundasınız.
ATATÜRK'ü sevmeseniz de, ona saygı göstermeniz, bu ülkeyi emperyalistlerden kurtararak devletimizi kurmasından kaynaklı bir insanlık göreviniz ve şükran borcunuzdur.
AKP ve liderinin ATATÜRK'e saygı göstermediği ve onun; “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesini görmezden geldiğini ortaya koyan olayları yaşıyoruz.
Suriye batağında debelenerek şehitle vermemiz, Suriye toprağı olan İdlib'de cihatçı terörist grupları destekleme adına Suriye ile savaşı göze alacak konuma gelmemiz, ATATÜRK'e ve onun ilkelerine saygılı olmamanın bedeli olup,ülkemiz şimdi bu bedeli ödemektedir.
AKP Genel Başkanı; Cumhurbaşkanı şapkasıyla, dünkü resmi gazetede yayınlanan bir karar alarak, ATATÜRK ismini silme eylemlerine bir yenisini ilave ederek,Atatürk Havalimanı Serbest Bölgesinin adını değiştirerek ATATÜRK isminin üzerini çizmiştir.
ATATÜRK'ün gazabı, bir karabasan gibi üzerimize çökmüş olup, millet olarak biz bu gazabı fazlasıyla hak etmiş bulunuyoruz.

Güner Yiğitbaşı

21/02/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

MİT raporunda çok önceden Fetullah Gülen ve Cemaatinin tehdit olduğunu cumhurbaşkanlığına bildirmiş
MİT, ta o tarihte, devletin zirvesine “Cemaat’in Cumhuriyet’e darbe indirmek amacıyla devlette örgütlendiğini”  rapor ediyor.
Yargıçlar tekzip yazılarında “Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi” diyeyazıyorlar
Feto’nun siyasi ayağının tartışıldığı şu günlerde, Uğur Dündar kitabını okuyordum. 213. sayfaya geldiğimde, Feto hakkında bazı ayrıntıları okuyunca, eski günleri ben de anımsadım.
Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında, MİT’ten gelen raporları görüşmek üzere zirve toplantısı yapılır. 22 Aralık 1995 günü yapılan zirve toplantısına, Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu katılırlar.
Yöneticiler FETO’yu ta baştan onurlandırmaya başlamış
Toplantıda MİT’in devletteki tehlikeli yapılanmaları konu alan 18 sayfalık raporu okunur. Raporda mücadele edilmesi gereken 58 kişi ve örgüt sıralanmakta. Türkiye için tehdit oluşturan örgütler listesinde 56. Sırada şu başlık yer almaktadır: “Fetullah Gülen ve Cemaati”.
Zamanın televizyon yayıncısı, toplumda çok beğenilen Kanal D de yayıncı Uğur Dündar, Çankaya zirvesinde gündeme gelen MİT raporundaki isim listesine ulaşıyor ve hemen ekranda yayınlanıyor. Bu raporu sanki Uğur Dündar yazmış gibi, Uğur Dündar aleyhinde Gülen tarafından korkunç bir yaygara, aleyhte yayınlar yapılıyor. Telefonlar hafta boyunca kilitleniyor, “yağmur gibi küfür, hakaret ve tehdit yağıyor”. Uğur Dündar ve ekibi aleyhinde akıl almaz iftiralara atılıyor, yargısız infazlar yapılıyor. Ayrıca mahkemelere arka arkaya tekzip talepleri geliyor; yüze yakın tekzip kararı veriliyor.
Mahkemelerinden gelen tekzip yazılarını yayınlamak zorunda olan medya organlarına (Uğur Dündar’a) gelen tekzip metinlerinde Laik TC nin hâkim ve savcıları Fetullah Gülen’den, “Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi” olarak söz ediliyor. İşin başında, gerici parti ve iktidarlar paralelinde davranan yargıçlar, Feto denilen gerici, dini kullanan kişiye “muhterem, hocaefendi” diyerek paye veriyor.
Şimdiki gibi, Fetullah hamisi dinci saraya bağımlı olmayan, o zamanın 20-30 yıl önceki Cumhuriyet yargısının bağımsız yargıçları, daha 1966 yılında tekzip metinleri “Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi…” diye yazabiliyor.
Böylece MİT, ta o tarihte, devletin zirvesine “Cemaat’in Cumhuriyet’e darbe indirmek amacıyla devlette örgütlendiğini”  rapor ediyor. Laik TC nin yargıçlarının tekzipleri “Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi” diye başlık atarak MİT raporunun doğruluğunu adeta kanıtlıyor!(1)
(Daha önceleri Bülent Ecevit dâhil ve daha sonraları RTE ye kadar başbakanların, bakanların Fetullah Gülen’i devlet protokollerinde görünmesini (Fotoğrafları var) sağlıyorlar ve onu övüyorlardı.).  Bütün bunlar, Laik TC düşmanı dinci, cahil bir gerici kişiyi onurlandırmak değil midir? Bu kollamayı Devlet adamlarının zafiyeti ile böylece kollanmayı onurlandırmayı iyi değerlendiren Fetullah Gülen, böylesine sinsi bir adam elbette, devletin en ince kılcal damarlarına, kanallarına kök salacaktı, üstelik MİT’in uyarılarına karşın.(2)
Feto’nun siyasi ayağı tartışıladursun, devletteki dinci yapılanmayı daima koruyan, Feto’nun hamiliğini yapan AKP-RTE üstüne toz kondurmuyor, “siyasi ayak” olmadığını söyleyip duruyor. Oysa CHP tarafından, ilk kez TBMM ine araştırma önergesi vererek Feto tehlikesini bildirmiş ve araştırma istemesine karşın, AKP yönetimi gündeme almamış. TBMM tarihinde FETO tehlikesini ilk işaret eden, Meclis araştırmasını isteyen Kemal Kılıçtaroğlu ve Muharrem İnce olduğu görüldü. CHP li 72 milletvekili 9 Mart 2005 de TBMM Başkanlığına verdikleri araştırma önergesinde “Gülen Tarikatı” tehlikesini bildirmişlerdi.
Denizli Milletvekili Eğitimci Mustafa Gazalcı’nın adının yazıldığı olduğu 69 Milletvekilinin imzası olan ve Fetullah Gülen hakkında ilk kez araştırma önergesi istenen belgede aynen şöyle yazılmakta:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
“Kamuoyunda Fetullah Gülen Okulları olarak bilinen, yurt içinde ve dışında her aşamada öğretim yapan, okulların sayısının yaklaşık 500, bu okullarda çalışan öğretmenlerin sayısının ise 10 bin olduğu belirtilmektedir.
Yine aynı zincire bağlı olarak çeşitli okullara hazırlamak için ülke düzeyine yayılmış, yüzlerce dershane, binlerce öğrencinin barındığı yurtları olduğu bilinmektedir.
Bu durum eğitim alanında kamu gücünden sonra ülkemizin belki de dünyanın en büyük örgütlenmesidir.
Bu okullar, dershaneler ve yurtlarla ilgili birbirinden farklı yorumlar, tutumlar vardır. Kimileri yazılarıyla bu kuruluşları övüp, başarılı bulmaktadır. Kimileri de yazılarıyla, kitaplarıyla bu kuruluşların laikliğe ve öğrenim birliğine aykırı eğitim yaptığını belirtmiş, Fetullah Gülen tarikatının buralarda militanlar yetiştirerek devlette kadrolaşmayı amaçladığını illeri sürmüştür.
Ayrıca Ankara’da 2001 yılında Fetullah Gülen hakkında “laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak” gerekçesiyle bir dava açılmıştır. Bu dava 4616 Sayılı Şartlı Salıvermeye, Ceza ve Davaların Ertelenmesine Dair Yasa çıkınca 5 yıl ertelenmiştir. Dava olumlu olumsuz bir sonuca bağlanmamıştır.
Fetullah Gülen’e bağlı okullarla ilgili yurtdışındaki yetkililerin de farklı tutumları vardır. Bir ülke laikliğe aykırı eğitim yapıldığı gerekçesiyle ülkesindeki bu okulları kapamıştır. Başka bir büyük ülkenin başkanı da bu okullarla ilgili kaygılarını belirtmiştir.
Kısaca devletten sonra en büyük eğitim ağını kurmuş bu örgütlenme hakkında gerçeğin araştırılması, kamuoyunun aydınlatılması gerekir. Bu görev de en başta TBMM’ne düşer.
Fetullah Gülen’e bağlı okul, dershane ve yurtlarda 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda öngörülen Öğretim Birliği içinde laik, bilimsel bir eğitim yapılmakta mıdır?
Anayasamızın 42. Maddesinde “eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve İnkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır, bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz” diye belirtilen esaslara bu kuruluşlar uymakta mıdır? İlköğretimden üniversiteye kadar yüzlerce okulun yapımı, binlerce öğretmenin aylığı hangi kaynaktan karşılanmaktadır?
Bütün bu soruların yanıtlanması TBMM ce araştırılıp incelenmesi gerekir. Kamuoyunda Fetullah Gülen Okulları diye bilinen bu okullar, dershaneler ve yurtlarla ilgili Anayasa’nın 98. Ve İçtüzüğünün 104. Ve 105. Maddelerine göre Meclis araştırması açılmasını saygıyla dileriz”.
                                                           Mustafa Gazalcı Denizli Milletvekili ve 69 Milletvekili”. (Daha sonra Birgen Keleş, Oya Araslı’da eklenerek 72 ye çıkmış)
MİT raporunda çok önceden Fetullah Gülen ve Cemaatinin tehdit olduğunu cumhurbaşkanlığına bildirmiş

Dinciler, cemaatler, irtica, FETO hakkında Mecliste ne zaman bir eleştiri ve gensoru verilse, AKP-RTE iktidarı sürekli ilgisiz kalmış, ret oyu vermiştir. Ne ki, gerek MİT, gerek askeri istihbarat tarafından “ülke için tehlikeli olacak” bütün dinci tarikat, cemaatlere, gruplara karşı AKP-RTE ce Milli Güvenlik Kurulu’na getirilen tüm taleplere hep ret şerhi koymuşlardır. Böylece ülkede irticanın tırmanmasına, 15 Temmuzlara zemin hazırlamıştır. Nitekim AKP-RTE nin bu “dinci-kinci” himayeci düşünce ve uygulaması ile (Feto gitmişse de) şimdilerde öteki gerici cemaatler daha baskın gelmektedir.
İktidara geldikleri 2002 den beri Feto ile nasıl aşna fişne olduklarını, ona sınırsız destek verdiklerini cümle alem biliyor. Şimdilerde 15 Temmuz darbesini, ihanetini gören, 250 darbe şehidini gören gözleri faltaşı gibi açılmış AKP-RTE iktidarı, “ben yapmadım o yaptı” diyerek suçu başkasına atmaya çalışıyor. Feto hamisini, “siyasi ayağını” açıklayan,  TBMM tarihinde ilk olarak işaret eden “Feto hakkında Meclis araştırması açalım” diyen ve önerge veren Kılıçtaroğlu hakkında tazminat davası açıyor. Cumhuriyet tarihinde laik Cumhuriyeti böylesine örseleyen, gerileten hiçbir iktidar gelmemiştir.
Çağdaş demokrasi kültürü alan bir politikacı ta işin başında dinsel görüş ve yapılanmaya, Feto’lara, müritlere, tarikatlara asla yaklaşımda bulunmaz, ödün vermez. Ama bunların çıktıklar imam hatipler ne çağdaş demokrasi kültürü verir, ne bilim öğretir, ancak bomboş ezberci laf ebesi yetiştirir, bu gerici okullar çağdaş vizyonu olan kişi yetiştiremez. Ne yazık ki, Cumhuriyet tarihinin en gerici iktidarı ülkemizde “dinci kinci nesil yetiştireceğiz” ülküsü ile imam hatip sayılarını sürekli artırıyor. Bu uygulama ülkeyi Ortaçağın ve çağdaş dünyanın gerisine götürür. Bir ülkenin çağdaş olup olmadığını okullardaki eğitim öğretimine bakın. Nitekim bu iktidar döneminde ülkemiz ekonomik, sosyal, kültürel her alanda geriye gitmekte, (tüm uluslararası bilim-kültür ölçütlerine bakın), yoksulluk artmakta, insanlarımız yoksulluktan intihar etmeye başlamışlar (ülkemizde günde 9 kişi intihar ediyormuş(3)).

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Sonnotlar
(1) Böylece Feto tehlikesini Türkiye kamuoyuna ilk duyuran kişi Uğur Dündar ve Kanal D ile parti olarak CHP-KıIıçtaroğlu Feto hakkında verdiği araştırma istemi ile gösteriyor.
(2) Olağanüstü bir hayat Uğur Dündar Gökmen Ulu SIA Kitap 2019 sf: 213-214-215
(3)20.2.20 günlü Sözcü birinci sayfa “Öldüren Borç” başlıklı yazı.

Sözün Bittiği Yerdeyiz
Gezi parkı davası bitti.
Bağımlı yargı dahi, suç unsuru bulamadı, yeterli kanıt elde edemedi ve birilerini mutlu ve memnun etmek adına, bir takım varsayım ve şüphelere dayalı olarak, hukuku ihlal ederek, ağır cezalar verme sorumluluğunu üzerine alamadı.
Tüm sanıklar ve bu arada gezi parkı eylemlerinin planlayıcısı ve finansörü olarak suçlanan Osman Kavala da beraat ederek tahliyesi kararlaştırıldı.
Bunun üzerine kızıp küplere binen ve hükmünü daha önce vermiş bulunan saray devreye girerek, beraat kararını veren bağımlı mahkemeyi dahi suçlayarak, bir manevra ile Osman Kavala'nın beraatine ve tahliyesine karar vermeye kalkıştılar suçlamasıyla, hükmü veren mahkemeyi hedef gösterdi ve saray'ın talimatını alan savcılık harekete geçerek, Osman Kavala hakkında (B)planını devreye sokarak, bu defa 15.Temmuz Fetö darbe girişimine katılma suçlamasıyla, Osman Kavala'yı tahliye etmeyerek tekrar gözaltı kararı verdi ve yapılan sorgulaması sonunda tutuklanan Osman Kavala, özgürlüğüne kavuşamadı.
İşin en acı yönü de, Osman Kavala hakkında beraat ve tahliye kararı veren mahkeme hakimleri, hukuku uyguladıkları, tüm baskılara rağmen vicdanlarının sesini dinleyerek hukuka uygun karar verdikleri için, soruşturmaya maruz kaldılar.
Yargı'nın; anayasa çiğnenerek, emir ve komuta ile çalıştığını, bağımsızlığını ve tarafsızlığını çok büyük oranda kaybettiğini bilmemize rağmen; bu beraat kararından sonra yapılanlarla, yargı bağımsızlığının tamamen yok edildiğine tanık oldu Türk Milleti.
Egemenliğin tek sahibi olan ve yargı yetkisini bağımsız mahkemeler eliyle kullanan Türk Milleti, kendi adına yargı yetkisini emaneten kullanan mahkemelerin, bu emaneti kötüye kullandıklarına, Türk Milletine ihanet ettiklerine tanık oldu, maalesef.
Tuzun da koktuğu, sözün bittiği ve devletin temeli olan adaletin tamamen yok olup öldüğünün ve devletin, ölen adalet nedeniyle temelsiz kaldığının, sıranın temelsiz kalan devletimizin de yok olacağına tanıklık edeceğimiz son aşamaya gelindiğinin üzüntüsü içindeyiz.
Sözün bittiği yerdeyiz gerçekten.
Bu nedenle, daha fazlasını yazmak istemiyoruz, boşuna.
Yargıyı bu hale getirenlerin son icraatlarını söyleyerek bitirmek istiyoruz bu iç karartan yazımızı.
Bugün yayınlanan Resmi Gazetede yer alan 2117 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı aynen şöyle;
İstanbul Atatürk Havalimanı Serbest Bölgesinin adının; “İstanbul İhtisas Serbest Bölgesi” olarak değiştirilmesine,3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanununun 2 nci maddesi gereğince karar verilmiştir. 19 Şubat 2020 Recep Tayyip ERDOĞAN CUMHURBAŞKANI.
Nereye gidiyoruz Türk Milleti?

Güner Yiğitbaşı

20/02/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu (Hukuk kaldıysa tabi)

Milletvekilleri çıkacak, dünyada kendi kamuoyumuza “Tayip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı geçerli değil, dolayısıyla “aldığı, aldırttığı, imzalattırdığı bütün kararlar geçersizdir” diye ilan etmeleri gerekir.
Konuşmasına “devri sabık yaratmayacağız” diye başlıyor. Ne demek “sabık yaratmayacağız”, benim ülkemi yok ettin, ülkemi Ortaçağa değil, ilkçağın arkasına götürdün ülkemi”
“Deprem, dünyanın her yerinde ovada yıkar, kayada da yıktığına dünyada örnek yoktur”.
“İşte otoyolu ovaya indirseniz ovalar biter, ekmek tekneniz biter. O bittiği zaman sömürge olursunuz. Bir ülkenin tarımını yok ettiğiniz zaman, kolayca sömürgeleştirirsiniz. “Ovalar tarım dışında başka amaçlarla kullanılamaz” işgal edilmişse devlet bedelini öder”.
“Elazığ depremde yıkılırken Harput’a bir şey olmamış,  hemen yanındaki Harput dört bin senede ortada ayakta hiçbir şey olmamış, tamir bile olmadı depremde yıkılmadı, Sivrice de yıkılmadı,  çünkü yerleri yüksek kayalık yerde idi.
Ford Fabrikasını en verimli Adapazarı Ovasına kurulmasını onlar sağladı, kahrolsun, Süleyman Demirel başta olmak üzere, Yılmaz, Çiller onlar onay verdiler”.
“Şu anda bizim gemiler Süveyş’ten geçemiyor, bizim ticaret gemilerimiz 14000 km lik o uzun yolu kat ediyor. Sen eli kanlı aptal geri zekâlı Mürsiye meil et, o adam altı yaşındaki çocuklara evlenebilir diye yasa çıkardı. “Ölülerle de sekiz saat içinde ilişkiye geçebilirsiniz” diye madde koydurmuş. İnsan olabilir mi, böyle bir şey. Mürsi onun için kahramanı  (Onun yüzünden gemilerimiz, Mısırdan-Süveş’ten geçemiyor).
“Yasa var, 12 Eylül yasası, o zaman şansım iyi gitti, ama dünyanın diğer anayasalarında da var, gelişmiş ülkelerin ve o madde hala geçerli, “ovalar tarım dışında başka amaçlarla kullanılamaz” işgal edilmişse devlet bedelini öder, aslı görevi olan tarıma kazandırır”

Gizlenen deprem gerçeği ve “İstanbul Kanal”
Ulusal Eğitim Derneği’nin her hafta Cumartesi günleri düzenlediği konferanslardan “Gizlenen deprem gerçeği ve İstanbul Kanal’ı” konulu konferans, derneğin Necatibey Caddesi’ndeki büro salonunda 15.02.20 günü düzenlendi.
Öğretmen ve akademisyenlerin dinleyici olarak katıldığı bu deprem konulu kültür etkinliğine, konuşmacı olarak Prof. Dr. İlyas Yılmazer katıldı. Akademisyen İlyas Yılmazer’in çok heyecanlı ve dolgun bilgilerle donatılı ilgi çekici konuşmayı salondakiler ilgi ve heyecanla izlediler. Konuları öylesine heyecanlı anlatıyordu ki, heyecandan cümleyi bitirmeden başka bir cümleye geçiyordu. Bu verimli güzel konuşmayı, yazıya dökerek siz okuyucularımıza da sunmak istedik.
Prof. Dr. İlyas Yılmazer heyecanlı konuşmasında, daha konferans başlamadan salona girdiğimde salondaki az sayıdaki kişilere “Gizlenen deprem gerçeği ve İstanbul Kanal’ı” konusunda şunları söylüyordu:

Gizlenen deprem gerçeği ve “İstanbul Kanal”
“-Yapılması düşünülen kanalın üzerindeki köprü yüksekliği 70 m olması gerekiyor; onların projesindeki köprü yüksekliği 10 metre görülüyor. Bu yükseklikte değil binlerce tonluk gemiler, büyük sandallar bile geçemez.
14000 (bin) km deniz yolunu kısaltan 193 km uzunluğundaki Süveyş Kanalı’nda sadece bir tane köprü yapabildiler. Son yapılan Boğaz Köprüsü 4 milyar dolara yapıldı ya, onu bir beşle çarpın… Ticaret gemilerinin geçebilmesi için köprünün yüksekliği akıntı varsa 70m, akıntı yoksa ve düz bir kanalsa 64 m olması gerekiyor. Ama burada akıntı da var, düz de değil.
Çözümünü de söyleyeyim, dünyanın en basit çözümü, şu anda en yüksek maaşı alıp, emekli olduktan sonra en yüksek maaşı alacak olan tüm milletvekilleri için söylüyorum, haramdır. Helal edebilmeniz için şunu yapacaksınız. 1 Bu kişi RTE muhtar bile olamazken, çünkü yüz kızartıcı suçlardan Sevim Tanyürek’i öldüren, o ünlü sanatçımızı öldüren ve daha para basan, kalpazanlık yapan bilet satan vb bir sürü hatası var. Bunlar nedeni ile muhtar bile olamıyordu, seçilme hakkı alınmıştı. Amerika’nın baskısıyla, Deniz Baykal’ın katkısıyla başbakan yapıldı.
Şimdi çıkacaklar, cumhurbaşkanı adayı olabilmek için yüksek okul olma koşulu var. Bunun diploması sahte, 1982 de kurulan fakülteyi 1981 de mezun oluyor. Bu olay açık ortada, milletvekilleri çıkacak dünyada kendi kamuoyumuza Tayip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı geçerli değil, dolayısıyla “aldığı, aldırttığı, imzalattırdığı bütün kararlar geçersizdir” diye ilan etmeleri gerekir. Japonları gönderen budur karşımızda, sen bizim ülkemizde 24 sent vereceksin Japonya’dan 5 sent alacaksın, Sen burada elde ettiği elektriği paketleyip Japonya’ya götüremezsin. Biz ortalığa çıkmayalım, biz sen i paketleyip göndeririz, ama siz kendiniz gidin, İlyas Yılmazer veyahut da Sinoplular gönderdi dersek bu sizi rencide eder, küçültür. Ama siz pılınızı pırtınızı toplayıp giderseniz ne ala.
Bir Akkuyu cehennemi var. Akkuyu cehennemini durdurabilmenin tek yolu, diyoruz çağırıyoruz Çukurova milletvekillerine bir tanesi niye yapmıyor. Bir cennet ülke yok ediliyor. Bunu nasıl göndereceğimizdeki olay son derece kolay, bütün dünya kamuoyun ve Türkiye kamuoyuna muhalefet, Meclis’teki milletvekillerinin hepsini katıyorum, vicdan sahibi olanlar, bunu açıkladıktan sonra zaten bir gün geberir. Bütün diktatörler korkaktır, ondan hesap sorulacak, ona hesap sorulacağını anlatmamız gerekir. Konuşmasına şöyle başlıyor, “devri sabık yaratmayacağız” diye başlıyor. Ne demek “sabık yaratmayacağız”, benim ülkemi yok ettin, ülkemi Ortaçağa değil, ilkçağın arkasına götürdün ülkemi” Nasıl hesap sormayacağım, devri sabık yaratılır”.
Salonda az sayıdaki seyirciye bir sohbet havası sırasında çok heyecanlı bir şekilde bunları anlatan Akademisyen İlyas Yılmazer, salona giren moderato Ayhan Sarıhan’la birlikte konuşmasına ara verdi. Asıl konferans konusuna geçildi.
Ben 1952 Boyabat Dodurga Köyünde eğitmen bir babanın çocuğuyum. Sonra Gölköy Ziraat okulunu 67 de, daha sonra ODTÜ ilk öğrenciliğim, ihtisaslarım, hocalığım derken 1988 de uluslar arası projelerde dünyada yerimi buldum, Matematik, fizik ödüllü birisiyim. Ondan sonraki ülkemdeki emperyalist oyunlara karşı Don Kişotça, siz aydınlık dostlarımla, sizin gibi aydınlık dostlarımla çalışmaya devam ediyorum. Yurt dışında dünyada çok büyük başarılar elde ettik ekibimle. Edu, eğitim çok önemlidir, bütün dünyada ulusların kalkınmasında eğitim çok önemlidir, hiç başka bir şey aramayın altın elmas aramayın eğitimdir”.
Prof. DR. İlyas Yılmazer, burada dünyanın değişik ülkelerinde yapmakta olduğu proje ve başarılardan bahsetti. Sonra şu konuşmayı yaptı:
“Deprem, dünyanın her yerinde ovada yıkar, kayada da yıktığına dünyada örnek yoktur. Sadece Pasifik Okyanusunu sınırlayan Alaska, Japonya, Endonezya, Güney Amerika kıtalarında başka bir deprem şekli var. Orada okyanusun kabuğu okyanusun altına doğru yürür. Oralarda ovası yok sallanmadan dolayı deprem yıkmıyor, ama tsunamiden dolayı yıkıyor. Üç hafta öncesinde, bir haberde “Japonya’da 9 büyüklüğünde deprem oldu hasar sıfır, ölü yedi kişi” dedi. Oysa ölü 21000 kişi, hasar 360 milyar dolar. İstanbul kanalını 11 milyara yapacağız, dediler ya, 360 milyar dolar. Radyoda “Karaiblerde deprem oldu, Kuba’da, Kostarika’da o da yine denizin altına doğru dalıyor, yukarı doğru kalkıyor, toprak yoktur orada, ölü sıfır. Dünyanın en fakir ülkesidir Kostarika, deprem 7 büyüklüğünde oldu ve ölü yok. Bizde 68 de oldu 7,7 büyüklüğünde.  Ölünün olmaması evini iyi yaptığı için değil, ovası olmadığı için. Dünyanın en büyük depremi 1960 depremidir, kayıtlı 9.5 buçuk büyüklüğünde Şili depremi. Şili depreminde, ondan bir yıl öncesinde de, sonradan 2014 büyük depremi oldu, o da onu iki dakika salladı, bir deprem sallanmıyor. 9 buçuk dedim ama onun öncüleri, 8.4 var, 8 var. 9.5 büyüklüğündeki depremde ölü sayısı nerede ise sıfır, ölü sayısı 4 kişi idi, onlar da kalp krizinden, biri de taş düşmesinden öldü. Şili’deki ev yapım tekniği Japonya’dan önde mi, yook.
2500 yıllık suyun içerisindeki Kız kulesi hala duruyor. Nerede bu, hemen dibinden Kuzey Anadolu fayı geçiyor. Yüzlerce irili ufaklı nice deprem gördü, hala duruyor, çalışıyor. Galata Kulesi aynı şekilde Cenevizlilerden kalma bin yıllık evler hala duruyor. Galata Kulesi üç bin yıl önce ticaret merkezi olarak kuruldu Cenevizliler tarafından; 69 m yüksekliğindedir. Devletin elindeki haritaya bakarsak, Kızkulesi’nin olduğu yer kıp kırmızı. Baksanız Kız kulesini, Galata Kulesini, biraz yukarıdan Cenevizlilerden kalma evleri görüyorsunuz, yıkılmadığını.
1947 lerde başladı ama 1950 diyorum, Marşal-Truman yardımlarında; bir ülkenin tarımını yok ettiğiniz zaman, kolayca sömürgeleştirirsiniz, çok kolay. İstediğin kadar zengin olsun, Suudi Arabistan sömürgedir, çünkü Arabistan elinde avucunda, istediği gibi oynatıyor, giden sene Suudi Arabistan’a ABD 312 milyar dolarlık silah sattı, bir defada sattı, oyuncak oluyor.
Ne başlattılar, ovaları yok edebilmek için önce karayollarını, demiryollarını durdurdular, karayollarını ovanın içine indirdiler. Ovanın içine inince yerleşimler gelir, ekip dikecek yer bulamazsınız. O sırada dağlarda, özellikle Ege bölgemizde zeytin, zeytinyağı müthiş bir besin. Bu türkü 16 ülkede aynı türkü, yaygın söylenir. “Zeytinyağı yiyemem amman, basma da fistan giyemem aman, kaldım duman içi dağlarda”. 16 ülkede istisnasız on yıl içerisinde, bir süre sonra diktatörlük geldi o arada yarıya indi, zeytin ağaçları kesildi yarıya indi, niye, çünkü tarıma geçmiş Amerika endüstriyel tarıma geçmiş mısırdan dağlar gibi birikmiş margarini var. Bu margarinin hastalık yaptığını, damar sertliği yaptığını herkes biliyor. Zeytinyağı bir ilaçtır, her damlası ilaçtır zeytinyağının. Oyunları görebiliyor musunuz oyunları. Politikacılar “ovaları da imara açarım” diyor. İzmir’e gidiyorum, orada bir başkan vardı, Bornova’yı Altınova’yı imara açan insandır 1980 de. Çiğliye binalar yaptılar, Çiğlide daha deprem olmadan yıkılmaya başladı.
Oyun çok büyük, onun için de emperyalizm parçala, yönete 1945 sonrası anlaşıldığı görülünce başka bir şey koydu. Şimdi diyor ki, “yoksul bırak el açıp yalvarsın; cahil bırak kayıtsız şartsız bağlansın”.
Bir profesör “çocuk yaştaki çocuğun evlenmesine izin verilmediği için deprem oluyor” diyordu.
Ben Deniz Baykal’a kızıyorum, bu adamı başımıza bela eden oydu. Dünyanın hiçbir ülkesinde dini kılavuz eden bir devlet yoktur, devlet yönetiminde din kılavuz olamaz, devlet yönetiminde kılavuz olacak bilimdir. Kılavuzu karga olanın burnu bilmem neden kurtulamaz. Dünyanın tanıdığı bir insan diyor ki, “bir gün söylediklerimde dilim çelişirse, bilimin dediğini yap” diyor.
Şu haritadan bakın Ege Bölgesini gösteriyorum kıpkırmızı, yüz kişiden oluşan devlet konseyi, böyle bir komite yaptı, seçkin bir komite yaptı, bu bir katil harita. Ben kenti, Manisa’yı çıkaracağım yamaca doğru, araksında güneye bakan bir yamaç. Olağanüstü güzel. Çıkacağım zaman bana ne diyor, biliyor musun, “biz bunu tehlikeli deprem ola olasılığı için yaptık” diyorlar. Bazı depremleri insan duymaz. “Deprem olacak yerleri işaretledik” diyorlar.
Menderes ovaları, Büyük Menderes- Küçük Menderes, Gediz Ovası, Bergama Ovası, Bakırçay Ovası-Çandarlı’da, aşağıda Gökova var Köyceğiz’in oraları falan. Depremin yıkacağı başka yok, tarih yıkmamış
Elazığ’ın Harput da kırmızının tam ortasında idi.  Elazığ depremde yıkılırken Harput’a bir şey olmamış,  hemen yanındaki Harput dört bin senede ortada ayakta hiçbir şey olmamış, tamir bile olmadı depremde yıkılmadı, Sivrice de yıkılmadı,  çünkü yerleri yüksek kayalık yerde idi.
Deprem nerede oldu, Sivrice’de. Sivrice neresi, 1930 yılında Ergani’de trenin geçişinde Atatürk kontrol etmeye gittiğinde, burayı görüyor, inanılmaz bir deniz görünümünde lacivert Hazar Gölü, deniz gibi. Görünce hemen yanındakilere söylüyor, “buraya derhal bir kent kurun” diyor. Depremden bildiği korktuğu bir olay değil, manzarası için. “Yanındaki ovayı da tarım için kullanın” diyor, Atatürk.
Hakikaten de kuruluyor, Doğu’nun Yalova’sı olsa gerek. Hazar Gölü deprem fayının açmasıyla oluşan bir sistem, orası yerleşmeye devam ediyor ve bunda 300 yıl önce Doğu’nun en büyük kasabalarından bir tane var orada, şimdi suyun altında, adı Gölcük. Gölcük demesi olayı o bölge 200 metre aşağı düştüğü için göl oluyor, hem tepeler var hala, ama etrafı su ile çevrili, adacıklar gibi düşünün su çevrili. Onun için Gölcük etrafında göller var. Daha da düşünce artık kenti de dışarı alamıyorlar, kuruyorlar ovanın içine tarih olmadan yıkılıp gidiyor. Atatürk 1933 yılında gidiyor oraya. Evliya Çelebiyi düşünün 300 hanelik hamalı sanatçı olan bir kent var orada şu anda 20 metre gölün altında. Orası hala aşağı doğru eğiliyor. Çok basit bir sistem
Sivrice’deki depremle 74 Atom bombası enerjisi çıktı. Yani taş taş üstünde kalmaması lazım burada, yok sıfır ölü. Sadece bir caminin, bu olur, tek katlı binalar, tek katlı ve iki katlıya kadar kayada daha fazla duyarlar. Eğer 60 km rüzgârda yıkılacaksa yıkılır, minareleri duruyor, camide hasar var.
Nereyi yıktı, bir tek Malatya’yla ilgili, 3700 de düştü Malatya Battalgazi Ovasında enerji 3700 de bire düştü; yani atom bombasının yüzde ikisi kadar büyüklüğünde. Hasara bakıyorsunuz en fazla hasar olan yer, niye Battalgazi Ovası. Bununla ilgili bir anım var çıldırırısınız, buradan Beydağı’nın eteğinden geçecek olan yolu 120 km aşağıda ovanın ortasından geçirdiler. Projeyi biz aldık, bir ortaklı konsorsiyumla. Ben Beydağı’nın eteğinden 120 km uzağından geçirdim. Beydağı’nın eteğinden Gölbaşı ayırımından, Özal Hastanesinin ötesine. Alacağım para da benim beşte birine düşüyor. En sonunda mahkemelik olduk, bizi attılar. Ovanın içinden geçirdiler işte orası Battalgazi’dir, otoyolun kenarı. İşte otoyolu ovaya indirseniz ovalar biter, ekmek tekneniz biter. O bittiği zaman sömürge olursunuz.
Depremler aşama aşama 12 milyon senede bu duruma ulaştı hala devam ediyor. Orası batmaya genişlemeye devam ediyor. Burada cami minare yıkılmamam nedeni bu, hasar oldu ama binalar duruyor, binaların hepsi duruyor. Açık hapishane dedikleri bu binalar, ovaya girmiş. Toprak kalınlığı 20 m den ince ise, yani 15 m ise salınıma girmiyor. Yani ovada 20 m de n sonra şu salınımı yapıyor (deneyle gösteriyor), 20 m den sonra yapmıyor. Ama 5 m de olsa çıkmak zorundayız,  ovalar başka amaçlar için kullanılamazlar. Bir ova yeri işgal edilmişse devlet bedelini öder, aslı görevi para kazandırır.
 Yasa var, 12 Eylül yasası, o zaman şansım iyi gitti, ama dünyanın diğer anayasalarında da var, gelişmiş ülkelerin ve o madde hala geçerli, “ovalar tarım dışında başka amaçlarla kullanılamaz” işgal edilmişse devlet bedelini öder, aslı görevi olan tarıma kazandırır”
Şimdi Harput’a geliyorum. Harput ulu ova ile aynı uzaklıktalar; 11 bin binanın hasar gördüğü ulu ova Elazığ uzaklığı ile aynı uzaklıkta, Harput 4000 yıldır orada, bir tane sıvası bile düşmemiş Harput’taki yapılarda.
Harput’ta bir toplantıda yaşlı bir insan şöyle dedi: “Biz ulu ovadan Doğukent’ hocanın dediği yere canın sayesinde çıkanlardanız ve Doğukent’de bir tek evin hemen dışı, ölü sıfır, yaralı sıfır, hasar sıfır. “Ben daha bir şey söyleyeceğim”, dedi, “bugün öğrendim”, dedi. “Benim anam Suluovada canın dediği yerde, biz çekirdek aile olarak geldik, ovada duruyor, astım hastası sürekli kontrole gidiyoruz, günde on defa maske takıyoruz, astım hastası. Sonra bir doktor dedi ki, niye kendi öneminizi almıyorsunuz, kendi önemimizi aldık şu anda maske takmıyoruz. İnsanı hasta eden ağır moleküller havadan ağır olduğu için doğru çukur yerlere inerler, rüzgâr karıştırır dağıtırsa da sakinleşince yine iner. Harput’ta böyle bir olay yok. Doğukent’de yok böyle bir olay. Elazığ’ın yamaçlarında yok böyle bir olay. Olmaz fizik kuralı bu. Harput’ta eski binalar duruyor da yeni binalara ne oldu. Uluçınarın dibinde üç katlı bir bina, boyası bile düşmedi. İşte ovaya böyle indiler, burası Battalgazi Ovası.
Kayanın üstünde bir bina, bu ev Dinar depreminde yıkılmadı 1995, Bolvadin’de yıkılmadı; Çay depreminde de yıkılmadı. Bu eve bir kişi iteklese yıkılır. Yandaki ev olağanüstü sağlam, Adapazarı Ovasında, yan yatmış, ova olduğu için yan yatmış. Çocuk ıslak bir çamur
Üzerinde tarlada yürüse iz bırakır mı? Bırakır. Kayanın üzerinde Necdet Tosun yürüse iz bırakır mı? Bırakmaz.
Düzçe’de mitingimiz var, orada bir tek Coğrafya öğretmenin davetlisi olarak gittik. Öğretmen, “ben emekliyim kimseyi toplayamam” dedi, ona, “hocam iki kişi de olsa ellerinizden öperim, gelirim” dedim. Gittik ama salon tıklım tıklım dolu. Mükemmel bir toplantı oldu. Sonra Selamet Partisinden miydi neydi bir belediye başkanı arıyor. “Hocam biz sizi davet etsek gelir misiniz” filan dedi. Adapazarı’na gittik.
Van’da Tabanlı Köyünde deprem oldu, 7.2 bayağı büyük bir deprem. Tabanlı köyünde yıkılan ev sıfır; o köyde çok uzaktaki köyler yıkıldı, 150 km uzaktaki Souvası köyleri yıktı. Tabanlı köyü merkez üstüne 60 m. En çok ölümler Erciş’te oldu, o da uzak bir yer gölün öbür tarafında. Depremin yıktığı yer Sulu Mahalle, Erciş sulu elmaların yetiştiği bir yer. Çünkü Tendürekten magma artıkları malzemeler geliyor. Delta ayağını vursan su çıkıyor, bu delta imara açılır mı? Tabanlı köyünde ölüm yok, ovada yıkım var, kayalık yerde ölüm yok. Depremin ovada yıkım yapacağını bilmemiz gerekir.
Cakarta- Endonezya’nın başkenti, 25 milyon nüfuslu bir kent ne taşından, ne tsunamiden ne de depremden üç-beş milyar zarar. En sonunda 1111 km uzaktaki Borneo adasına taşıma kararı alındı 34 milyar dolara kara alındı. O kadar gitmene gerek yok, Elazığ’la Harput arası yakın bom boş duruyor,  bir ayda 90 bin konutluk alt yapı yapılabilir, zaten sana lazım on bin konut, geri kalan 80 bini bir tarafa kullan.
Elazığ’daki toplantıda dinleyenlerden bir kimyager, “hocam hepsini anladım ama bunlar kapı kuludur, bizim sülalemiz geniştir burada, biz de çıkalım” dedi. Ovadan çıkmak istiyorsanız hemen çıkın. Bu resim 2003-2004 yılında aynı yıl çıktılar. Fakat yukarısı depremden sonra orası, depremden sonra bütün Erciş çıkmaya başladı. Yeni düz yerdeki Elazığ Harput gibi sert yere taşınmalı. Depremden sonra bütün Erciş çıkmaya başladı. Ercişli, depremin ovada yıktığını, yüksek yerde yıkmadığını gördü. 2011 e bakıyorsunuz yeni kentler kuruldu, bitti onlar. Eski Ermenilerin kaldığı yer, ovada Ermeni yok, yıkılmış gitmiş. Bir tek taşı bile kalmamış, taşları alıp gitmişler belki. Fıstık ağacından yapmışlar Ermeni mezarları gözümün önünde taşları mezarlıkları kırarak iki gün sonra taşlar bile kalmadı, yağma.
Çözüm ne? Elazığ’da baktım dışarı çıkıyorlar, onlara dedim, beni dinlemeden ölünüz çıkar buradan, çağrılı dünyanın öbür ucundan geldim, oturdular sonra şu lafı söylediler, “görüşünüzde haklıymışsınız, biz bunları ilk defa duyuyoruz”. Bundan sonra beni çağıracaklar, hala bekliyorum.
Devletin yapacağı şey şu, üç tane madde, birinci maddeyi söylüyorum.
1-Dört milyon insanın birinci derecede tehlikede olduğu ve birinci derece ovaları hemen imara kapatalım, sınırını çizmek çok kolay yöntemler bize ait, hangi belediye çağırsa ücretsiz eğitim vermeye hazırız, gideceğiz. Heyelanlar için de geçerli bu olay, kapatın imara ovaları. Ondan sonra devlet diyecek ki, “sarhoştum bu işten caydım”. Bu ovaları imara açmasaydın, siz gelip bu ovaları işgal etmeyecektiniz. İmara açtığına göre o zaman suç devletin. O zaman devletin yapacağı şey, hemen dünden alacaksınız bu kararı, oradaki bakanlık yetkililerine, kararı dünden alacaksınız, kapattınız, bu ova birinci sınıf ovadır bunları kapattınız hemen üst tarafta bir çırpıda bir ayda alt yapısı yapılabilecek 90 bin konutluk alan var, sana gerekli on bin konut, 90 bin konutluk alan var. İçerisinde eğitim kentleri var, tasarı-sanat kentleri var, olağanüstü güzel bir yer. Hepsi ovaya bakıyor, güneye bakıyor, karşısında dağlar var. İnanılmaz manzara. Yani kısaca in sanları ovadan alıp yanındaki daha sert kayalık alana taşıyacağız.
2-Masrafını devlet karşılayacak, çünkü suç devletin, şu anda bir dairenin bedeli 50 bin dolar, ama yukarıda yapılacak daire yüz bin dolardır. İsterseniz 200 bin konut yere yapabilirsin, Harput’a kadar. Dolayısıyla ovadan yukarı çıkmakla iki katı bir değer katacaksın insana. Yeri de bana bırak, bahçe kültürü istasyonu kurulacak eski gelenek günleri gelmek zorunda. Türkiye genelinde tüm ovalardan çıkacak olan insan sayısı sekiz milyon. 3. 4. Derece olan risk tehlikesi taşımayan ovalar da var, mesela Harran Ovası. Ama buradan da çıkacaksın, böylece dört milyon daha var. Yani çıkacak olan toplam sayısı 8 milyon, Sadece İstanbul’da 400 bin, yüzde yüze yakın yüzde 95 i zaten kaya üzerinde, yapsan da yapmasan da bizim köprüler kaya üzerinde zaten İstanbul’da. Ama 3,5 (üç buçuk) milyar dolara o Japonya, ülkemde yıkım yok diyen Japonya şu kadar yıkıldı diye yalan söyleyenler 3,5 milyara köprüleri güçlendirme projesi yaptılar;  oyunları görüyor musunuz?
Üçüncüsünde de, bundan sonra yapılacak tüm yapılar ova dışına olacak uluslar arası standartlara göre yapılacak. Ama biz kabul etik, 96 yılında zaten kabul ettik. Birisinin projesinde mimari tasarımı gördükten sonra betonu çalma şansı sıfırdır. Çünkü otomatik olarak çıkıyor, katlara göre kolonların kesiti bu kadar olacak betonun dayanımı standart olacak., mühendisin hile yapma şansı yok.
Dolayısıyla belediyenin yapacağı tek şey doğru denetim. Şimdi betonun dayanımı bir dakikada tespit ediliyor.(Elindeki beton test aparatını göstererek). Hemen bir dakikada test edilir, bu aletle test 20 olacak, testimizde 25 çıkmışsa ne ala teşekkürler. Bu kadar basit. Hangi belediyeler çağırırsa çağırsın, hiçbir ücret talep etmiyorum, insanlık, yurttaşlık görevi sayıyorum bunu. Bunları öğreteyim yeter, sizlere. Hiçbir belediye çağırmadı bu güne kadar. Sadece 2005 de Muğla Belediyesi Başkanı Osman Bey tıp doktoru çağırdı. Ben bunları öğretmek istiyorum, balık tutmayı öğretmek istiyorum.  Mühendisler odası çağırmıyor, Muğla kayanın üzerindedir. 2005 ten sonra ovanın içine yapı sokmadı, bakanlığa falan danışmak yok öyle. Şimdi de Çiğli Belediyesi çağırıyor, koşa koşa da geleceğim.
Gizlenen deprem gerçeği ve “İstanbul Kanal”

Bundan sonra yapılacak olanlar böyle yapılacak. Belediye memurları isterse ilkokul mezunu olsun, elindeki aleti iyi kullansın yeter.
Düzçe ovasını yalı ovasını birinci sınıf ova yapan depremlerdir, bu yönden deprem inanılmaz faydalı. Adapazarı’nda toprağın sıcaklığı 40 derece ve Düzce’de 40 derece; o sıcak sular, termaller, sepialler toprağa nem hayat veriyor faydalı, faydan dolayı var.
Akşamki olayı tekrar gündeme getiriyorum, tekrar söylüyorum, Japonya’nın ovası yok. Nedeni de Pasifik Okyanusu kıtanın altına doğru dalıyor, dalınca eriyince yüksek basınçlarla volkan bombaları, volkan bacaları oluşuyor, tepeleri oluşuyor, havai falan böyle oluşuyor. Yukarı doğru çıktı güzel, ama aşağı doğru inerken sürekli kıtayı yukarı kaldırıyor, her inişinde kıtayı yukarı kaldırıyor, kıta yukarı kaldırılınca toprak oluşamıyor, yani dağın taşın dut olması orada doğal yetişiyor. İpekböcekçiliğin 45 de ipek naylonu icat ediyor ya Amerika, adının, ipek ticaretini elinde tutan Japonya idi. Ama bostan ekecek yeri yok, işte ovası olmayan Japonya’da bir kıta yukarı kalkarken, Asya’yi da kaldıramıyorsun, kalkarken tak burayı kırıyorsun bölüyor, böldüğü yerde ufalama yapıyor. Kıta dalma yaparken 4 bin metrelik uçurum oluşturuyor. Aşağı doğru dalarken burada bir hendek meydana getiriyor. Alaska depreminde bir dakikada 12 m kalktı.
Japonya’nın ovası yoktur dedim,  Nedeni de Japonya’nın Asya’ya bakan tarafında bir kent var Kobe, Kobe’nin adı anlamı yamaçlarda kurulmuş eski adı Ararşi, 4 buçuktan daha büyük depremleri işaretli, 1995 yılında, bizim Marmara depremimizden dört yıl önce, bizim depremin büyüklüğünden binde biri kadar Tarumi depremi oldu. Bu deprem buraya gidene kadar yüzde birine düştü, Tarumi kayada, Akaşı kayada, Kita kayada buralarda yaralı sayısı sıfır, 40-50 km uzaktaki Kobe ovasını, Kobe ovada değil esasında, doldurarak denizin içine doğru gittiler, çünkü orada tsunami yok iç kısım, doğu kıyısında tsunami var, arkada olduğu için oraya tsunami vuruyor. Deprem Japonya’da yıkmıyor diyor çok yanlış. Japonya, burada kapanan bir boğaz var arka tarafta. Kobe denize doğru, ani diyorlar ya adaları birbirine bağladı, bağlantı yaptı. Sık sık duyarsınız, bir şey olmuyor, o boğazda oluşan bir göl var, tusinamiye uğramıyor, tepelerçok yüksek sıra dağlar var. Kobe’de 6500 insan öldü. Tarumi’de sıfır, aynı Sivrice gibi, Harput gibi öbürkülerinde sıfır, ama Kobe’de bir tv, bir tek gazete Allah rızası için yazdıramıyorum. Halk TV “Japonya’da deprem yıkmıyor” diyorlar, yıkmıyor dediği deprem 21 bin kişiyi öldürdü, 360 milyar dolar zarar açtı. Adam “denize de, bataklığa da yaparım” diyor.
 İzmir 80 den sonra imara açıldı, Balçova, Altınova Türkiye’nin yüzde 80 bamyasını veren yerler. Ve Bornova bu üç ova imara açıldı. Oysa Sabuncubeline doğru MTA nın olduğu yerler her taraf boş, Menemen’e kadar bütün yamaçlar boş Karşıyaka orasıyla ilgili proje sunduk, 20 milyon insanın yaşayacağı proje. 20 milyon insan metrosuyla oto yollar bağlantılarıyla sunduk.
Deprem burada oldu, Kocaeliye gelince binde birine düştü yerle bir oldu, çünkü 150 milyar dolar, bizim Kocaeli depreminde bundan bin kat daha büyüktü, büyük enerjili. Kocaeli depreminde zararımız 3 milyar dolar, binde bir büyüklüğündeki depremde 150 milyar dolar sadece devletin elindeki zarar.
Dünyada en büyük deprem 1960 Şili depremidir,  9.5 buçuk (9 buçuk) büyüklüğündeki Şili depreminde ölen yok. Tsunamiden var, Avustralya’da var, Japonya’ya, Amerika’ya gidip öldürüyor, (Tusinami öldürüyor) yıkmadan dolayı ölen tek kişi yok. Deprem istediği kadar büyük olsun kayada (Eline deprem yaylarını alarak ovada da ve kayada deprem salınımını genlik büyümesi deneyi ile gösteriyordu).
 Deprem kayada yıkmaz, sallanmadan dolayı yıkmaz. Şili Depremi tusinami dalgaları 12 saatte Avustralya’ya başka bir kıtaya ulaştı.
99 depreminde ülkemizde, Fort fabrikası buraya yapıldı, dünyanın en sağlam yapısı ovasına. Tek katlı binalar için, denizin içine 40 m derinliğinde bir atmışlık 30 bin kazık çakıldı. Bu hiç konmaz yanlış. 99 depreminde 260 cm kazıklarıyla beraber binalar gömüdü. Hemen geldi şeye, ben mütekait firmaya bir şey demiyorum, kim olursa olsun. Yetkililere söylüyorum, kahrolsun, Süleyman Demirel başta olmak üzere, Yılmaz, Çiller onlar onay verdiler. Çünkü başka yer gösteriyorum, oto yolun üzerinde yer gösteriyoruz, deniz liman bağlantısı olan yer gösteriyoruz. Karadeniz kıyısında Servetiye köyünde yapılan birbirine geçmeli ağaçtan selender yıkılmadı, duruyor 826 tane selenderden bir tanesi yıkıldı ikisi de ovada.
Bir evin demirden çalınması bir yana bundan daha kötü bina mı yapılır.
Kanal konusu: Mühendislikte üç E vardır, ekonomi, estetik, emniyet. Zaman son derece önemlidir. Buna meze diyorum, maliyet, emniyet zaman, estetik ve çevre benim ilkemdir ve dünyaya kabul ederim. Neden.
Ben bir kanal yapacaksam, birinci bakmam gereken şey ne, tabi ki bakacağım. Uzak doğudan gelip burayı mı geçeyim (Süveyş), 14000 km uzaklıktan mı geçeyim. 14 bin km demek nerede ise bir ay zaman demek. Şu anda bizim gemiler geçemiyor, bizim ticaret gemilerimiz o uzun yolu kat ediyor. Sen eli kanlı aptal geri zekâlı Mürsiye meil et, o adam altı yaşındaki çocuklara evlenebilir diye yasa çıkardı. “Ölülerle de sekiz saat içinde ilişkiye geçebilirsiniz” diye madde koydurmuş. İnsan olabilir mi, böyle bir şey. Mürsi onun için kahramanı  (Onun yüzünden gemilerimiz, Mısırdan-Süveş’ten geçemiyor).
Dünyada iki tane kanal var, Panama’yı saymıyorum. Panama başka bir sistemle çalışır cendere ile yukarı doğru baraj var, kapaklar açılır kademe kademe çıkar iner sv.
İki kanal var dünyada o da Süveyş Kanalı 14 000 km mesafe kısaltıyor Avrupa’yı da on bin km kısaltıyor. Ve bu kanalın uzunluğu 193 km. 193 km de standartlar şöyledir, kanal düzse, akıntısı yoksa genişlik 400 m den fazla olması gerekiyor, varsa 600 m nin altında olması gerekiyor. Bizim Boğaz 700 ile 2300 m dir.
Süveyş Kanalının genişliği 205 metre, bizimki 145m, o 205 m lik kanal da sadece tek yönlü geçişe izin veriyor. Yani bir gün Kızıldeniz’den Akdeniz’e, genişliği nedeni ile bir gün, iki gemi yan yana gidemiyor tek şerit- tek yönlü. Bunun üzerine koyacağın köprülerin yüksekliği  akıntı olduğunda minimum 70 m olması gerekiyor. Tayibin gösterdikleri kaç m idi, 7-8  on metre diyelim. 15 m diyelim. Ondan sonra buna göre hesap yapıyor, 11 milyon dolar diyor. Biz de diyoruz ki sadece Küçük Çekmece geçişinde 40 milyar doların çok üzerinde, Mısır Süveyş’te 193 km de kıtaları aralayıp bölen yerde bir tanecik köprü var. Bir tane köprü olmasının nedeni 70 m yükseklik zorunluluğu olduğu için. Bu 70 m zorunlulukta genişliği ve derinliği nedeni ile yüksüz ağırlığına Dertveit deniliyor, ölü yük diye, hiçbir şey yok üzerinde, insan bile yok sadece makine parçalarının Dertveit deniliyor. Ölü ağırlığı bir geminin, Süveyş’ten geçebilmemsi için 160 tonun altında olması gerekiyor.
Dünyadaki gemilerin yüzde 95 i nerede biliyor musunuz 160 ile 400 bin ton arasında; 95 ile 400 bin arasında bizim buradan 145 m yaparsanız 25 derinlik yaparsanız buradan geçen gemilerin tonajı maksimum kontrollü remorkorle çekerseniz buradan geçecek olan gemilerin en fazla 100 bin tondur. Savaş gemileri geçebiliyor, denizaltılar ağırlığını ayarlayıp, bir kısmı su üstünde olmak üzere geçebiliyor.
Küçükçekmece geçişinden 11 tane viyadüke gereksinim vardır. Hızlı tren burada, eski demiryolu burada çalışıyor bunlar, D 100 burada, D 100 paralelinde gelişli gidişli buna yan yol deniliyor o orada, Güneyde var bir yan yol, güneyde kuzeyde otoyollar var, bir topluyorsunuz on tane viyadük yapman gerekiyor.
Bak 193 km ye (Süveyş’e) bir tane yapabildiler. Neden, çünkü son yapılan 4 milyar dolar ya Yavuz dedikleri, b ir tanesi bunun beş katı, gerisini çarpın bulun vs.
Dolayısıyla bu kanal 300 milyara falan bitmez. Zaten bu buraya yapılacak diye değil, Amerikan isteği, Amerika’nın bir tek şeyi var senin bütün varlıklarını yok etmek.
Çözümü de basit, içini dolduran milletvekilleri vicdanları varsa, işte Tayibin sahte diplomaları, Ergün Poyraz çıkardı bunları. Soner Yalçın bunların hepsini çıkardı. Noter Aslını görmeden diploma tasdik edebilir mi? Şimdi içerde hala. Her şey açık 82 de kurulan fakülteyi 81 de bitirmiş ol, 81 tarihli. Diyecekler ki, “Tayyip Erdoğan’ın şürekasının attığı, attırdığı hiçbir imza bir karar geçerli değildir”, dünya kamuoyuna ve ülkemiz kamuoyuna. Bundan da hesap sorulacaktır ayrıca.
Hesap ve çelikliler belli, bunu kendi bütçenle yapamadığına göre, “yap işlet devret”  modeli ile yaptıracaksın, böylesine standart olmayan kanalı hangi firma yapar, mümkün değil. Hiç kimse gelmez.
Bu köprü ve viyadüklerin biri de Atatürk’ün köşkünden geçecek. Kanal İstanbul diyor, Kanal Çanakkale diyor muyuz, Çanakkale kanalı diyoruz. Kanal İstanbul diyor muyuz, İstanbul Kanalı diyoruz;  Amerika’da hazırladığı belli.
Duymadığınız bir şey daha. Bu boğazı açıp da, eğer sadece savaş gemileri içinse bu, açmak zorundasın. Çünkü Montro Sözleşmesi birinci maddede diyor, boğazlardan Çanakkale ve İstanbul Boğazı diyor, dolayısıyla, birisini kurtarmak yetmiyor Montro Sözleşmesine göre. Ya Gelibolu Yarımadasını, Onlar Conkbayır’ından geçerler onlara bırakırsak. Çanakkale’den geçerse 60 km eksen uzunluğu olarak sayarsak, ama o sayılmaz, sürüşte standartlara göre uzaklık vardır. Ankara-İstanbul arasını 160 km daha kısa sunmuştum. Ama bunun 80 eksen uzunluğu, m olarak ölçersen burada 110 m çıkıyorsun orada 900 m den geçiyorsun. Burada virajların tırmanmaların var, orada yok, buna standart uzunluğu diyoruz. Dolayısıyla standart uzunluğu 1000 km olması lazım. Niye 1000 m,çünkü bir geminin geçebilmesi için 145 genişliğinde ne olacak remorkor gelecek her taraf kapanacak, remorkorler de 3 ila 7 km giderler. Kızım da damadım da bu işleri yapıyorlar. Karşıdan gelen varsa bekleyeceksin onlar geçecek ondan sonra sen geçmek için ayarlayacaksın”.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget