Adamı, "işi biliyor" sanıyorsunuz.
Bilmem nerenin bilmem nesi…
Kimliği üzerine daha fazla bir şeyler söylemek istemiyorum; siz bulun, ya da kime yakışıyorsa ona yakıştırın.
Çıkmış, “aslında bu ülkede işsizlik falan yok” diyor.
O’na göre patronlar adam arıyor ama kimselere iş beğendiremiyorlarmış.
Yani memlekette ne kadar işsizlik varsa, en azından bir o kadar da eleman arayan varmış da; işsizler iş beğenmezken patronlar da çalışacak adam bulamıyorlarmış.
Duyan işsizlikten kırılanları "Bunlar Hint fakiridir de bilerek aç oturuyorlar" sanır.
“Bozacının şahidi şıracı" derler ya; kibarca “bir kısım medya” diye de anılan “düpedüz yalaka medya” bayılıyor bu laflara.
Aynen “Şıracılık”.
Maksat, hükümete yaranmak; memleketteki istihdam sorununu bir “iş beğenmezlik” ya da “mesleki yetersizlik” meselesi gibi gösterip iktidarın bu işlerdeki beceriksizliğini örtülemek ve bu suç ortaklığıyla aradan bir şeyler kapmak.
*
Bir benzeri durum da , hükümetin “bu işlere bakan” bürokrasisinde.
Diyorlar ki “Efendim, şimdi kıyak yapıp işe yeni alınacak adamların sigorta primini biz ödersek istihdam coşar! Yani herkes “Aman ne kadar ucuzladı, hemen biz de alalım” der, çalışanlarının sayısını arttırır”.
Sanırsınız “Biz demekle adamlar kendi ceplerinden ödeyecekler.
“Almıyoruz demiyorlar da illa biz ödüyoruz”
Hani bazen politikacılar birbirleri için “ver eline üç kaz güdemez” derler ya; aslında bu laf tam da bunlara uyuyor.
Üstelik tafraları da ayrı bir konu.
Be adam, sen şimdi hasbelkader o masanın arkasında oturup ahkam kesiyorsun ya;
Tut ki seni bir sınai işletmenin başına getirdiler.
Tut ki oto yedek parçası, buzdolabı, elektrik süpürgesi, et, süt… ne bileyim işte böyle bir şeyler üreten bir işletmenin başına getirildin.
Şimdi sen buradayken, biri de senin o eski makamına geçti ve “al sana sigorta teşviği verdim, sen de ilaveten şu kadar işçi çalıştır” dedi; alıp çalıştırabilir misin?
Alamazsın.
Alamazsın, çünkü işçilik dışındaki diğer üretim girdileri; enerji, hammadde, kurulu kapasiten, hele hele çıkardığın malını satacağın pazarın değişmezken ve piyasada dal kımıldamazken -hiç sigorta da ödemesen- alacağın ilave işçi senin sadece yükünü arttırmaz mı?
Arttırır.
Buradaki gerçeği görünce de almazsın.
Olsa olsa elindeki işçilerin maliyeti düşebilirdi ama onu da yapmıyorlar ki;
Çünkü, senin o sırada çalıştırdıklarının üzerindeki ağır yükü görmezden gelip “bundan sonra alacağın her yeni işçi içindir bu teşvik” diyorlar.
*
Hadi, bu sanayi işi biraz karışık ama bak en basitinden anlatayım:
Diyelim ki sen kendi tarlanda domates yetiştiriyorsun da hükümet bir seçim öncesinde, o tarlanda çalıştıracağın ilave işçiler için hiç sigorta primi istemediğini söyledi.
Otur hesapla şimdi:
Senin tarlan yine aynı tarlaysa ve sen oradaki işi halen on kişiyle yürütüyorsan, “on birinciyi alırsan sigorta parası bizden” dendiğinde alabilir misin gerçekten?
-Alamazsın, çünkü on kişinin çalıştığı tarlada on bir kişi çalıştırmaya kalkarsan işçi sayınla birlikte toplam işçilik maliyetin artar ama üretimin yine yerinde sayar.
Sanayideki “kurulu kapasite” gibi, bir tarlanın da kaç kişiyle ekildiğinde kaç kilo domates vereceği yani üretim kapasitesi bellidir. Tarlanın büyüklüğü aynı, traktörü aynı, verdiğin suyu- attığın gübresi aynı kalırken sırf işçi sayısını arttırmakla oradan elde edeceğin ürün artmaz.
Ürün artmayacaksa kimse de yeni adam almaz.
Bu, otomobil fabrikası için de aynıdır, ayakkabı fabrikası için de, başka işler için de.
Birinci ders:
Kurulu kapasite sabitken işçi sayısını arttırmakla üretim artmaz.
Üretim artmayacaksa kimse de yeni işçi almaz.
Alamazsın istesen de;
Çünkü alacaksan, etrafın kalabalık görünsün diye değil de üretim artsın diye alacaktın ya…
Maalesef o üretimin bütün girdileri sadece işçilik olmadığından; işçiliği örneğin yüzde on falan arttırdığında, her bir girdiyi yani elektrikten sudan başla saymaya… kullandığın ham maddeye hatta personelin bindiği servis arabasındaki koltuk sayısına kadar hepsini “komple” aynı oranda arttırman gerekir.
Bak daha da açık bir şey sorayım:
Sen örneğin, tuzu ucuz bulduğunda, nasıl olsa ucuzladı diye yemeklere daha fazla tuz koyar, daha tuzlu yer misin?
O zaman, bütün üretim girdilerinde ciddi ve genel bir maliyet düşüşü olmadıkça sadece “yeni alınacak” işçinin ucuzlamasıyla üretimini genişletmeye, bu yenileri ucuzladı diye eskilerinin üzerine yenilerini almaya kalkmazsın.
-Almazsın, çünkü ilave işçilik ne kadar ucuzlarsa ucuzlasın, senin pazarın genişlemiyorsa yani yeni yeni piyasalara giremiyorsan sırf daha fazla işçi alırsam bunlar öncekilerden ucuza gelecek diye yeni adam almanla kendiliğinden önüne yeni pazarlar açılmaz.
Hadi inat ettin, ya da gaza geldin aldın diyelim; bu sefer de stok fazlasından batarsın yahu. Çünkü işi döndüren sadece üretim değil, ürettiğini satabilmektir.
Anlayacağın şu ki, bu zincirleme giden bir iş.
Üretim gibi hammaddesinden kurulu kapasitesine, işçiliğinden pazarlamasına hatta müşteri alışkanlıklarına kadar kırk türlü ince dengesi olan bir konuda, sırf “hadi yine iyisiniz, gösterin kendinizi bakalım” diye bir teşvik(!)le istihdamda ilerleme sağlanamaz.
Bu zincirleme olayın ya da üretim sürecinin ilk adımlarından biri işçilik maliyeti ise, son ve belirleyici aşaması hatta dar boğazı “pazarlama”dır.
Nasıl ki bir sadece tek ayağını uzatarak bir masanın boyunu yükseltemezsen, ondan daha fazla ayağı olan üretimi de, sadece ilave işçiliği ucuzlatarak yükseltemezsin.
Ya da başka bir örnek verelim: Bedavadan bir nal bulanın “nasıl olsa bu bedavaya geldi, şunu değerlendireyim” deyip üzerine üç nal ve bir at eklemeye kalkamayacağı gibi…
Şimdi bütün bunlara karşı denebilir ki, ”yahu adamın işi herhangi bir ek yatırım gerektirmiyor yani sadece adam çalıştırmaya dayanıyorsa, bu ucuzlatılmış işgücü ile hiç mi genişletemez işini?”
Baştan çok da doğru gibi gelen bu yol bile pek açık değil doğrusu.
Örneğin bir restoranda halen çalışanların üzerine biraz daha fazla garson çalıştırılması,
Bir parkın, bahçenin daha fazla bahçıvanının olması,
Bir özel okulda daha fazla öğretmen çalıştırılması falan gibi.
Yani böylece daha fazla emekle bir hizmetin kalitesinin yükseltilmesi, piyasaya daha geniş ölçekte hizmet sunulması.
Galiba en kolayı bu denirken en büyük engel de burada çıkıyor karşımıza.
Neden mi?
Hani bütün bu “teşvik” olayının icadı piyasadaki durgunluktan, halkın satın alma gücünün düşüklüğünden kaynaklanmıştı ya başlangıçta!
Eğer piyasa bu durumdaysa, yani artık “dal kımıldamamaya” başlamışsa, insanlar çaresizlikten ayaklarını yorganlarının içine içine çekmeye başlamışsa, gelecekten beklentiler ümit vermiyorsa, nasıl olacak bu iş?
Ekonominin o an içinde bulunduğu koşulları yani daha bu tedbiri alma gerekçeniz bile beslediğiniz ümitle çelişiyorsa “bu yolun da ucu kapalı” sonucu çıkmıyor mu ortaya?
Peki , eğer olacaksa nasıl olacak bu iş?
Mesele İskender’in ancak bir kılıç darbesiyle açabildiği ünlü “kördüğüm” gibi olmuş, ya da yumurta mı tavuktan-tavuk mu yumurtadan tartışması halini almışsa, ekonomide işlerin açılması için neresinden tutmak gerekir bu konunun?
Eğer “halen bir işte çalışanların” yani zaten istihdam edilmekte olanlar üzerindeki vergi-sigorta gibi kamusal yükler başka alanlara kaydırılıp şimdiki üretimi “kasan” o mevcut istihdam maliyeti ucuzlatılamıyorsa, o koşullar aynen devam ederken, bunların üzerine “bak bu seferkiler ucuza mal olacak yeni yeni adamlar alın” demekle bu iş pek olacak gibi görünmüyor.
Ama, her türlü zorluğuna, ağır maliyetine rağmen siz bir biçimde iç ve dış pazarın önünü açar, insanların gelecekten beklentilerini yükseltebilirseniz; “Bakın artık ne savaş olacak ne siyasi belirsizlikler” “içeride de dışarıdakilerle de güzel günler yaşayacağız, bu kabus bitti artık” diyebiliyorsanız, aynen ilkbaharda ağaçlara suyun yürümesi gibi ekonominin tabiatı da bu bahar havasıyla birlikte suyu yürütür, piyasa ve dolayısıyla istihdam kendiliğinden tomurcuklanmaya, sırf doğası gereği kendi baharını yaşamaya, pembe beyaz çiçeklerini patlatmaya başlar.
Önce şu kış iklimi kalkmalı beyler kış iklimi.
Bu havalar sürerken ve işin sadece bir ucundan tutmakla o beklediğiniz çiçekler açmaz ne yazık ki.
Bülent Soylan
Yorum Gönder